Geleneksel olarak bir çok şey yaz aylarında bir dinlenme ve tatil sürecine girse de politik merkezler tatile girmez. Politik merkezlerin başında bulunan ve politika üreten mimarlar, stratejik uzmanlar ise bir süreliğine tatile çıkarlar. Tekrar döndüklerinde işin kalınan yerinden işe başlarlar. En iyi hasıl-ı mahsul, Güz hasılı derler, bu düşünceden hareket eden politika üretenler Güz hasılını […]
Geleneksel olarak bir çok şey yaz aylarında bir dinlenme ve tatil sürecine girse de politik merkezler tatile girmez. Politik merkezlerin başında bulunan ve politika üreten mimarlar, stratejik uzmanlar ise bir süreliğine tatile çıkarlar. Tekrar döndüklerinde işin kalınan yerinden işe başlarlar. En iyi hasıl-ı mahsul, Güz hasılı derler, bu düşünceden hareket eden politika üretenler Güz hasılını derlemek, toplamak için kolları sıvarlar.
Doğanın Güz aylarına evrilmesi ile birlikte bu politik merkezler de stratejilerini hayata geçirmek için, stratejik hedefleri doğrultusunda işe koyuluyorlar. Yani Ortadoğu merkezli gelişen dünya siyasetinin gündemi, şu son birkaç hafta içerişinde tekrar sinirleri germe ve tansiyonları yükseltme iklimine eviriliyor.
20. Yüzyılda günümüz insanının en büyük hatalarından biri olan ve Ortadoğu’nun kalbine bir çıban gibi yerleştirilen İsrail devletinin ikide bir bölge üzerinde sürdürdüğü sinirleri germe ve psikolojik savaş tehdidi, bir çok yönlü olarak devam ediyor. Çünkü konu Ortadoğu olunca en ufak bir kıvılcımın ateş alıp alevlerinin sağa sola yayılabileceği göz ardı edilemiyor.
İsrail uçaklarının Eylül ayının ilk haftalarında Suriye hava sahalarını ihlal etmesinden sonra, Güney Lübnan sahalarında engin uçuşlar yaparak, psikolojik savaş kışkırtıcılığı ile bölgeyi bir savaş ortamına çekmeye çalışıyordu. Buna beraber İsrail, Batı emperyalist merkezlerden aldığı sınırsız destek ile Filistin topraklarının tamamına yakınını işgal altında tutmasının yanı sıra şuanda da Gazze’yi “düşman toprak” olarak ilan etmesi, Filistinlileri kolektif olarak cezalandırmaya tabi tutmaktır.
İzak Rabin’in “Gazze Şeridi bir saatli bombadır, umarım bir gün uyandığımda Gazze’yi suya batmış görürüm” anlayışına sahip İsrail, Filistin topraklarında estirdiği devlet terörü ve vahşetleri ile yetinmeyip, ABD ve müttefikleriyle birlikte Suriye ve İran’ı savaşa çekmek, Lübnan’ın içini karıştırarak Lübnan’da bir iç boğazlaşmalar sürecinin ateşini tetiklemekteler.
Ayrıca, dünya medyasının ağırlığını arkasına almış olan İsrail, kendine yönelik en ufak bir olayda büyük patırtılar ve gürültüler koparmaktadır. İşgal altında bulunan Filistinliler her türlü varlıklarıyla kendilerini savunmak için 11 Eylül’de İsrail’in Zikim üssüne bir eylem düzenlediler ve 60’ın üzerinde İsrail askerlerinin yaralanmasına yol açtılar. İsrail eylemden sonra, uluslararası adalet ve hukuku çiğneyerek, Gazze’yi “düşman toprağı” ilan etti ve Filistinlilerin Avrupa Birliği tarafından finansa edilen elektrik, içme suyu, tıbbi araç ve gereçlerin yanı sıra gıda maddeleri gibi insani ihtiyaçlarının karşılanmasını kısıtladı.
Zikim olayında 60’ın üzerinde insanının zarar görmesini abartan İsrail, her gün Filistin halkından günlük olarak bir kaç insanı katlettiği gibi devlet terörünü sistematik olarak Filistin halkına karşı sürdürüyor.
ABD öncülüğünde Irak’ta devam eden işgal hareketi ve bu işgal hareketinin yarattığı kaotik ortamdan kendine bir vazife çıkaran İsrail, Filistin halkı üzerinde zalimin zulümlüğünü en katı yöntemleriyle uyguluyor. Bunlarla da yetinmiyor, bir başka ülkenin hudutlarını ihlal ederek bölgeyi daha fazla kanlı kavgalı bir sürecin içine çekerek savaş haydutluğunda ısrar ediyor.
Bütün bunların altında yatan neden ise, “Büyük İsrail devletinin” Ortadoğu’da istilasının gecikmesidir. Geçen yıl İsrail ordusu Lübnan mukavemed (direniş) güçleri karşısında başarı gösteremeyip, boynu eğik şekilde Mezopotamya topraklarına ulaşmadan geri dönmüştü. Bu yüzden Lübnan direnişine verdiği destekten dolayı Suriye’ye bir göz dağı vermek ve ayrıca İsrail ordusunun dünyada ve bölgede zedelenen itibarını yeniden tazelemek ve son olarak Suriye’yi Golan tepelerinden vazgeçirmek istemektedirler.
İsrail, Lübnan topraklarında aldığı tarihi “yenilgi”nin altından kalkabilmek için, hali hazırda bu yapay devletin mutlak destekçisi olan George Bush ve aparatı döneminden mümkün mertebe en fazlasıyla yararlanarak amaç ve hedeflerine ulaşmayı düşünüyorlar.
İsrail’in Ortadoğu’ya yönelik stratejik hedeflerinin önünde engel olarak algıladığı Akdeniz’den Hazar Denizine, yani Filistin’den İran’a kadar olan alanda var olan güçlerin (bunlar Hamas, Hizbullah, Suriye ve İran vs.) dize getirilmesi veya çökertilmesi için bölge üzerinde bir çok noktanın fay hatlarını tetiklenmektedir. Mısır’ın Cemal Abdül Nasır döneminde olduğu gibi Batılı müttefikleriyle birlikte İran’a yönelik psikolojik savaş tırmandırılmaktadır.
Gerekçelerin altında yatan argümanlar ise, İran’ın “Atom Bombasına” sahip olmak istemesi ve “terörün Merkez Bankası” olarak, Hamas’ı, Hizbullah’ı vesaire gibi örgütleri destekleyerek, “bize karşı kullanıyor” denmesidir. İsrail ve Batılı güçlerin İran’ı bahane ederek, hem İran’a hem de İran cephesinde yer alan güçlere yönelik sürdürülen çok yönlü faaliyetin Lübnan ayağında ateşin fitili tutuşturulmaya çalışılmaktadır.
Lübnan’ın siyasal ibreleri üzerinde keyfi oynamalarla, Cumhurbaşkanı seçimlerini bloke ederek, Lübnan’ı karanlıklar sürecine çekmeye çalıştıkları gibi, Lübnan üzerinden Hazar Denizine kadar olan alanda huzursuzluğun yayılmasını tetiklemektedirler.
ABD’nin Beyrut Büyükelçisi Jeffrey Feltman, “Amerikanın Lübnan’da isyancı olarak gördüğü birinin Cumhurbaşkanı seçilmesini resmiyette tanımayacağını” söylüyordu. Oysa Lübnan Anayasasında Cumhurbaşkanının milletvekillerinin üçte ikisinin desteği ile tüm siyasi gruplar ve dini gruplar arasında uzlaşma sağlanmasıyla seçilmesi belirlenmektedir. Yani bir ülkenin Anayasa ve hukukunu dinlemeyen/dinlemek istemeyen ve Lübnan’ı karanlıklar sürecine çekmek isteyen güçlerin, Lübnan üzerinden bir çok plan ve projeleri mevcuttur.
Özellikle İsrail David Ben Gurion’dan bu yana, Lübnan’da ayrı bir Hıristiyan devletinin oluşturulması stratejisi doğrultusunda Müslümanlar ile Hıristiyan Marunileri karşı karşıya getirerek huzursuzluğun peşindeler. Dilerseniz yukarda ki söyleme uygun olarak David Ben Gurion’un hatıra defterinden dinleyelim; “Güney sınırı Litani’ye kadar uzanan bir Hıristiyan devleti Lübnan’da kurulmalıdır. Bu suretle İsrail’in sınırlarını Litani ırmağına kadar genişletmesi mümkün olacaktır. İsrail, Lübnanlı Şii Müslümanların topraklarını kendi sınırları içine dahil edebilecektir”. (Aktaran Asaf Hüseyin, Ortadoğu’da Devlet ve Terör.)
Görüldüğü gibi İsrail’in yayılmacı ve saldırgan politikaları doğrultusunda sürdürdüğü kışkırtıcı savaş süreci bölgede huzur değil huzursuzluğu her gün bir adım daha ileriye taşımaktadır. Bu anlamda da Lübnan’da özelikle ülkedeki iç savaştan bu yana devam eden suikastların tozu ve dumanından kimler suçlu, kimler suçsuz yarım asırdır belli olmadığı gibi, ırkçı ve faşist Falanjist el-ketaib milletvekili Antoine Ganim’in suikastı da toz duman arasında belirsiz olup gidecektir.
Sarkozy ve Fransa
Sonuç itibariyle ABD ve müttefiklerinin İran’a yönelik sürdürdükleri psikolojik savaşın yanı sıra bu sürece Fransa’nın da iştirak etmesi bölgedeki siyasal süreci önümüzdeki günlerde daha fazla tetiklemiş olacaktır.
Avrupa’nın geleneksel diplomasi politikalarının dışına çıkan Nicolas Sarkozy’nin Fransa’da, iktidara gelmesinden sonra sosyal ve ekonomik değişimlerin katı uygulanmasının yanı sıra, dış siyasetinin antenlerini en bariz şekliyle savaş yönüne çevirerek, dış p
olitikada hayata geçirmeye çalıştığı bir çok değişim dillendirilmeye başlanmıştır.
Sarkozy iktidar koltuğuna oturduktan sonra Beyaz Sarayın mayınlı alanına giderek, “Paris-Washington arasında yeni bir dönemin açıldığına” işaret etmiştir. Bunun üzerine Fransız Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner’in, uluslararası toplumun İran ile nükleer programı nedeniyle çıkacak bir savaşa hazırlıklı olunması gerektiğini ve “en kötüsüne hazırlıklı olmalıyız ve en kötü ihtimalde savaştır” diyerek “İran’ın sahip olacağı nükleer silahın tüm dünya için gerçek bir tehlike” anlamına geldiğini söylemiştir.
Fransız Dışişlerinin yapmış olduğu bu açıklama AB ülkelerinde İran’a yönelik tartışmaları hızlandıracağı gibi, önümüzdeki süreçte AB’nin dış politikası üzerinde etkilerini his ettirecektir.
Her ne kadar Avrupa’nın diğer belli başlı ülkeleri olan Almanya (ekonomik müeyyideye yakın bir tavır sergilemekte), İtalya, Belçika ve Avusturya gibi ülkeleri İran’a yönelik şiddet uygulanmasına karşı olduklarını açıklasalar da, AB’nin ABD yanlısı Orta ve Doğu Avrupa üyelerinin ve İngiltere’nin de Fransa’nın bu çıkışına destek verecekleri ihtimal dışı değildir.
N.Sarkozy’i hükümetinin dış politikada yapmış olduğu bu çıkış, Fransa’nın Ortadoğu’ya yönelik tarihten gelen emperyalist siyasetinin bir parçası olduğu gibi, “Avrupa” adına bölgede bir role de soyunmakta olduğuna işaret olarak görülebilir. Ancak Avrupa devletlerinin her birinin bölgede ayrı ayrı çıkarları söz konusu olunca, Fransa’nın ABD’nin yanında böyle bir role soyunması, AB’nin kimi ülkelerinden gelen karşı açıklamalarda gösteriyor ki, Avrupa Birliğinin kendisi ortak bir dış politikadan halen yoksundur
.
Nicolas Sarkozy, eskiye olan özleminden dolayı Napolyon’un “beyaz savaş atına” binmek istiyor. Oysa ne Ortadoğu eski Ortadoğu, ne de dönem Napolyon dönemi. Hakeza N. Sarkozy ve aparatı Ortadoğu’da Jacques Chirac’ın İran’a ve özellikle Lübnan’a yönelik yirmi yıl önceki yanlış politikalarına bir dönüp bakarsa, J. Chirac’ın İran Mollalarının ayağına gidip özür dileyerek, Lübnan’daki Fransız rehineleri zar zor kurtardığını ve daha sonra Batılı müttefiklerini şaşırtarak “Fransa’nın enine boyuna düşünmeden Ortadoğu politikasını değiştireceğini sananlar hata yapmaktalar” (Asaf Hüseyin, age) dediğini göreceklerdir.
Fransa’nın tarikat üyesi Nicolas Sarkozy ve hükümetinin İran konusunda enine boyuna düşünmeden yaptıkları bu açıklamanın altında İsrail ve ABD’nin bölgede başta İran olmak üzere, Suriye ve Lübnan’a yönelik olası bir savaş hazırlıklarının yattığı anlaşılacaktır. Artı Fransa’nın olası bir Ortadoğu savaşında bölgedeki ekonomik varlıklarını kuruyabilmek babından, Beyaz Saray’daki mütekebbir (kibirli) neo-con politikacılara ve Tel-Aviv’deki Siyonist politikacılara dostluk elini uzatma mesajı olsa da, Ortadoğu söz konusu olduğunda, Fransa-ABD ikilisinin politikaları süreç içerisinde Ortadoğu’daki çıkar merkezlerinde karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır.
Dünya siyasetinde iki yılı aşkındır devam eden İran eksenli hengamelere, İran mollalar rejimi “Bu tehditleri ciddiye almıyoruz” diyerek yanıt veriyorlardı. Buna ek olarak ise, ülkenin iç ve dış siyasetinde en son sözü söyleyen Dini lideri Ayetullah Ali Hamanei Meclis-i Hubregan (Dini Uzmanlar ve Alimler Meclisi) toplantısında yaptığı bir açıklamada Fransa’yı kastederek, “Bizi tehdit edenler şunu bilsin ki İran’a saldırmak vur kaç taktiği ile mümkün değil ve kim bize saldıracak olursa sonucuna da katlanması gerekir” (24.09.07 İrib) diyordu.
Daha önce yazıp söyledik. İran’a yönelik atılacak her hangi bir adım başta Ortadoğu olmak üzere, bir çok sahada mayın tarlalarına adım atmak demektir. Yani İran’a yapılacak bir saldırıda, saldırıyı yapan ve saldırıya katılan güç ve güçlerin bırakın Ortadoğu’yu dünyanın bir çok yerinde kendi vatandaşlarının huzur içinde olamayacaklarını hesap etmeleri gerekiyor.
Çünkü İran’ın elinin altındaki Atomize olmuş binlerce Beşic vd. gönüllünün yanı sıra, savaş ve işgal mantığıyla hareket eden ve Ortadoğu insanının zaten nefretini kazanmış olan ABD ve müttefik güçlere yönelik elinin altındaki güçler ile her tarafta ateşi fitiller. Ve Milli Piyangonun kime ve nerede nasıl çıkacağı ise saldırı yapan devletleri hayret-i alem içerişinde bırakabilir.