Düşünce tarihi boyunca çeşitli açılardan düşün dünyasında kırılmalar yaşanmıştır. Ancak genellikle kabul gören iki tür kırılmadan söz açmak doğru olur. Bunlardan birincisi antikitenin metafizik bir bütüne yönelik düşünüşü diğeri modernitenin daha çok insan aklına önem veren epistemolojik ve fenomonolojik düşünüşü. Modernite düşüncesinin birçok yönü olmasına rağmen burada bizim söz açtığımız kavramlar, antikitede olduğu gibi bütünlük, […]
Düşünce tarihi boyunca çeşitli açılardan düşün dünyasında kırılmalar yaşanmıştır. Ancak genellikle kabul gören iki tür kırılmadan söz açmak doğru olur. Bunlardan birincisi antikitenin metafizik bir bütüne yönelik düşünüşü diğeri modernitenin daha çok insan aklına önem veren epistemolojik ve fenomonolojik düşünüşü. Modernite düşüncesinin birçok yönü olmasına rağmen burada bizim söz açtığımız kavramlar, antikitede olduğu gibi bütünlük, tözsellik, teleolojik… içerimine sahip değildir. Bu anlamıyla modernite antikiteye karşıt bir yönsemeyi içerir. Yani modernite düşüncesinde ayrımsal olan, tekil olan, görünür olan, gündelik hayatın içinde olan deneyimi ve yaşamayı olanaklı kılar. Yani modernite düşüncesi ayrımcıdır ve o kendisini en güçlü hissettiği noktada tümdengelimliye karşıt olarak tümevarımlı bir yöntemle çıkar.
Doğal olarak erdem tartışması yerini özgürlüğe, tözsellik özne olmaya, evrensel akıl (nous) öznel akla, metafizik yasa normatif yasaya… yerini bırakır. Modernite düşüncesine bu bağlamda bakıldığında bir açıklıkla karşılaşılır. Örneğin insanın doğa karşısında ikinci bir doğa yaratışının -yani ekoloji sorununun ve endüstriyel yaşam pratiklerinin-, erkeğin kadın üzerindeki hegemonyasını doğrudan ifade etmesinin -feminizm ve eşcinsel hareketlerinin-, ırkçılık, milliyetçilik ve sömürü hukukunun -ulus devlet ve uluslararası devlet ilişkilerinin, işveren ve sendikaların- ve belki de daha sayabileceğimiz onlarca ilişki tarzının modernlik tarafından görünürlüğü belirginleştirilir.
Bugün sokaktaki herkesin bir şekilde aşina olduğu bu tür ilişkiler/ sorunlar özünde modern düşüncenin bir paradoksudur. Bu paradoksu aşabilmenin yolu moderniteye ait gerçekleri görebilmek imkanı içinden doğacaktır. Çünkü bütün tarihsel dönemler kendi gerçeklerini aşabilmenin olanaklarını da kendileriyle birlikte sunarlar. Bu açıdan zorunlu olarak modernite içinde yol almak yani adaleti tanımlamak, özgürlük talebini bir hak olarak ifade etmek, eşitliğin insanlık onuruna ait bir şey olduğunu düşünmek ya da daha başka açılardan başka bir kavramsal çerçeveyi düşünmektir. Bütün bunlarda en nihayetinde modernitenin kendi gerçekleriyle yüzleşmeyi gerektirir. Daha açıkçası cinsiyet ayrımcılığıyla, sınıfsal ayrımcılıklarla, ırk ayrımcılığıyla yüzleşilmesi gerekir. Bu yüzleşme modernitenin oluşturduğu politik zeminde ancak gerçekleştirilebilir.
Çağdaş düşünürlerin bir kısmı bugün hâlâ modernite içinde politikanın olanaklarını bu tür paradoksları aşmak için zorlamaktadırlar. Bu da çeşitli gerilim noktaları oluşturmaktadır. Ancak gözardı edilmemesi gereken şudur: herhangi bir tür ayrımcılığı aşabilmek o şeyin bir ayrımcılık ürünü olduğunu kabul edebilmek ve bunun sebebini görebilmekle mümkündür. Fakat bu olanak sorunu çözebilmek için yeterli koşul değildir; yeterli koşul bu nedenlerin ortadan kaldırılmasının bugünde gerçekleştirilmesiyle mümkün olur.
Pratik olarak ayrımcılık modern düşüncenin parçalı ve göreli zemininden dolayı kendini tarihin hiçbir döneminde bu derece açık ve seçik bir şekilde serimleme şansına kavuşmamıştır. Kapitalizm, içinde ayrımcı ideolojiler taşıyan bir sistemdir. Böylece kendi hegemonik ve dönüşümsel güçlerini yeniden üretir. Üstelik kendisini de ezeli ve ebedi bir gerçek gibi göstermeyi de başarır. Kapitalizm “insan hayatının tüketicisi ve ölü emeğin kurucusu” olarak insan varlığının kişiliğini ortadan kaldırır. İnsana bir takım aidiyetler verir ya da geleneksel imajların bağlamlarını koparır. Böylece kendi aleniliğinin gizleneceği bir mistik örtüyü kitlelere bol keseden verir.
Aslında tam da modernitenin olanakları Marx’ın da işaret ettiği gibi insanın kendini gerçekleştirmesini ve yabancılaşmasını tümüyle sona erdirmesini sağlayabilir, çünkü bir kere mistik örtü kaldırılmış ve insan dünyevileşmiştir. Dünyevi insan şimdi insanlık onuruna yakışanı yapmakta cüretkar davranabilir. Açıktır ki insan toplumsallığının temeli emektir ve tek ortak payda budur, kimlikler değil. Yine açıktır ki emekçilerin vatanları yoktur, bu yüzden dünya onların ellerinde bir bütün olarak vatan olmalıdır.
Temel sorun çeşitli ayrımcılıklarla parçalanmış toplumsal yapının, nasıl bir zeminde bütünleştirilebileceğini yanıtlamak için harekete geçmektedir.