Her seçim öncesinde ve sonrasında olduğu gibi, taşların henüz yerli yerine oturmadığı ve bunun sancısının çekildiği bu dönemde siyasetteki olağanüstü hal devam ediyor. Ancak AKP’nin seçim başarısı bu dönem tüm inisiyatifin tek merkezde toplanmasına yol açtı. Yaklaşık dört ay önce Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesiyle patlayan krizin taraflarından birini oluşturan ordu, CHP ve Cumhuriyet Mitingleri’nin […]
Her seçim öncesinde ve sonrasında olduğu gibi, taşların henüz yerli yerine oturmadığı ve bunun sancısının çekildiği bu dönemde siyasetteki olağanüstü hal devam ediyor. Ancak AKP’nin seçim başarısı bu dönem tüm inisiyatifin tek merkezde toplanmasına yol açtı. Yaklaşık dört ay önce Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesiyle patlayan krizin taraflarından birini oluşturan ordu, CHP ve Cumhuriyet Mitingleri’nin sahipleri, A.Gül’ün yeniden aday olması karşısında sessiz kalmayı tercih ettiler. Kuşkusuz belki de şimdilik kaydını taşıyan bu sessizliğin en önemli nedeni seçim sonuçları. Askeri kanat, yasal parti ve milis gücünden oluşan hareket taktiksel değil, tersine stratejik bir yenilgiye uğradı. Ancak bütünüyle teslim oldukları sanılmasın. Aktif savunma çizgisini bir süreliğine devam ettirecekler. Şartlar oluşursa bildik gerginlikler, provokasyonlar yeniden başlayabilir.
AKP karargahınınsa iyi planlar yaptığı ancak en büyük sıkıntılarının Erdoğan’ın anlık inisiyatiflerdeki beceriksizliği olduğu biliniyor. Bu kanat seçim öncesini ve sonrasını iyi bir planlama ve uygulamayla geçirdi. Seçim öncesi dönemin en başarılı hamlesi; seçmenin önüne seçilebilecek üç parti konulmasıydı. Daha önceki bakanları yolsuzluğa batmış, tek derdi Kürtler olan MHP; elit ve beceriksiz bir yönetime daralmış, geçmişle özdeşleşmiş olan CHP; ve iktidarın tüm olanaklarıyla birlikte büyük sermayenin ve cemaatlerin desteğini almış olan AKP. Seçim sonrası dönemin taktiği ise seçim başarısının “A.Gül’ün engellenmesine halkın karşı tepkisi” şeklinde sunulması oldu. Bu taktik yeniden aday göstermenin meşru gerekçesini oluşturdu. “Kötü polis” rolündeki Arınç’ın geri çekilmesi de “devletin üç önemli kurumunu bu üçlü ele geçirecek” propagandasını zayıflattı.
Gül’ün adaylığında ısrarcı olmanın herşeye rağmen büyük bir risk olduğu söylenebilir. Gerilimin sürmesini göze almayı, her an tetikte olmayı gerektiriyor. Orduyu, yargıyı, bürokratik yapılanmanın önemli bir kısmını ve üniversite yönetimlerini karşıya almak anlamına geliyor; büyük ölçüde kont-gerillayı da. Ancak belli ki Erdoğan, ordunun bir “darbe” için hiçbir dış desteğinin olmadığı bir dönemde, karşıtının bekle-gör siyaseti henüz sürerken en büyük kazanımları elde etmeyi umuyor. Öte yandan, seçimden önce türbanlı eşi olan cumhurbaşkanı istemiyoruz diyen TÜSİAD’ın seçimden sonra yumuşaması ve ATO Başkanı Sinan Aygün’ün Gül’e destek çıkışları da AKP’nin elini rahatlatan öğeler.
Erdoğan ve ekibini böyle bir tercihe iten bir başka nedense, cumhurbaşkanlığı düzeyindeki bir yükü kaldırmaya uygun dördüncü adamlarının olmayışı. Bu denli derin bir lider kadro zafiyeti mevcutken, AKP’nin devlet kurumlarını kendi zihniyetine uygun olarak yeniden yapılanmasında bu kadar önemli bir fırsatı cope atması büyük bir hata olurdu. Üstelik de (Gül ölmediği sürece) yedi yıllık kesintisiz iktidar fırsatının, projelerinin yaşama geçmesi açısından yarattığı olanaklar ortada. Ekimdeki referandumun ardından bir sonraki cumhurbaşkanını halkın seçmesi sağlanacak olursa, tıpkı AKP’nin ilk dönemindeki başbakanlık değişiminde olduğu gibi, Erdoğan’ın, Gül’den nöbeti devralarak cumhurbaşkanı olma hesabıyla, projeyi nihai amacına ulaştırma niyeti güttüğü de düşünülebilir.
Kısacası, her türden AKP muhaliflerinin uzun süreli bir muharebeye hazırlanmaları gerekecek. Onlara bir tüyo; “hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır.”
***
Yaklaşık son dört-beş ayın seçim süreciyle geçtiği düşünülürse, yapılmayan, ertelenen ve yeni durumla birlikte değişim geçirecek işlerin çokluğu, yoğun bir dönemin habercisi. Krizin ayak seslerinin duyulmaya başladığı bir dönemde uluslararası piyasalardaki en ufak dalgalanmanın bile en çok etkilediği ülke Türkiye.
Büyük bir mali kriz beklentisi giderek yaygınlaşırken, kırılgan yapıdaki ülke ekonomisinin, son dönemki yabancı sermaye girişi de dikkate alındığında, olası bir krizden öncekilerden çok daha derin biçimde etkilenmesi beklenebilir. Çünkü kural olarak giren para mutlaka çıkar ve daha büyük sermaye girişi mutlaka daha büyük çöküntüler yaratır. ABD’nin, kaynayan bir Ortadoğu’nun yanı başında yeni bir kriz bölgesi istemeği tezi ise ancak kısmen doğrudur. Adı üstünde, gerçek bir kriz patlak verdiğinde ABD’nin gücünün herşeye yetmesi beklenmemelidir.
AB ile uzun bir süredir sürüncemeye bırakılan işler, yeni AKP hükümetinin ilk yenilenme vitrinini oluşturacak. Bunlar aynı zamanda yerli ve yabancı tekelci büyük sermayenin seçim nedeniyle ertelenmesine göz yumduğu bir dizi yapısal değişimin zorunlu adımları da: Üyelik için yeni başlıkların açılması, Kıbrıs sorunu, Rum gemilerine limanların açılması, yabancı vakıflar kanunu, 301. madde, v.s.
Bu eksikler açısından önem taşıyan bir başka öğe ise özelleştirme sürecinin ana hedeflerinin tamamlanması. Sürecin en büyük parçasını, enerji alanının topyekün (üretim, taşıma, dağıtım) özelleştirilmesi oluşturuyor. Bu adım 2007’ye ertelenmiş ancak bu yıl da yapılamamıştı. “Suyun özelleştirilmesi” ise kapıda bekliyor. Otoyolların satışı için büyük şirketler kendi aralarında şimdiden paylaşım kavgasını başlattılar. Madenleri, ormanları ve telekomünikasyonu da unutmamak gerek.
Yeni bakanlar kurulunda da yeri “sağlam” olacak gibi görünen bakansa Sağlık Bakanı Akdağ. AKP’nin halka karşı açtığı savaşta en önemli cepheyi oluşturan sağlık alanındaki dönüşümlerin yürütücüsü, en başarılı bakan olarak dillendiriliyor. Garip ama gerçek; toplumun önemli bir kesimi de böyle görüyor. AKP, sağlık alanında yapacağı düzenlemelerin yaratacağı büyük yıkımı bildiğinden, işin başında, özellikle de seçim öncesinde saldırı programını çok büyük sübvansiyonlarla beslemeye özen gösterdi. Herkese yeşil kart dağıttı, üniversite ve özel hastanelerde tedavi olanağı sağladı vs. Ancak genel sağlık sigortasının devreye girmesiyle bu dönem kapanacak. Ardından gelecek diğer uygulamalar “karamanın oyununu” gösterecek. Üstelik hastanın bol olduğu ülkemizde sağlık pazarına girmek için pusuda bekleyen yabancı sermaye, yasal düzenlemeleri yaptırmak için yırtınıyor.
Eğitim alanında ise, deneme-yanılma yöntemiyle özel sermayeynin hareket alanını genişletme hedefi tam bir kaos yarattı . OKS başarısızlığını gizlemek ve sözde dershanelerin önünü kesmek için atılan adımlar (OKS’nin kaldırılması) tam tersine başarı kriterlerinin belirsizleşmesine ve dershane ihtiyacının birinci sınıfa kadar inmesine yol açtı. Aynı şeyi şimdi ÖSS’de de yapmaya çalışacaklar. Eğitim artık fiilen sadece parası olanların alacağı ayrıcalıklı bir hizmet biçimi haline geliyor.
Eğitim alanına girer mi, bilinmez ama YÖK Başkanı’nın yeni Cumhurbaşkanı tarafından seçildikten kısa bir süre sonra atanacak olması, tüm üniversiter alan için yeni bir dönem anlamına gelecek. Neo-liberal politikaların emrettiği dönüşümün hala çok yavaş ilerlediği bu alanda yapılacak çok iş var. Diğer taraftan AKP’nin tabanından gelecek “peruklu basınç” çok yüksek. Üstelik Çankaya’da peruksuz bir türbanlı otururken… Tüm bunlara bir de rektörlüklerinde ve genel sekreterliklerinde 500 yıllık devlet geleneğinden gelme statükocu kadroların direnişi eklendiğinde, açığa çıkacak tabloyu tahmin etmek güç değil.
Hiç kuşkusuz, AKP iktidarını zorlayacak en önemli konulardan biri de “Kürt Sorunu”. CHP ve MHP’nin Kürt politikalarını bilen Kürt halkı, bu düz
lemin bir diğer partisine, (bunlar gibi düşünmediğini varsaydığı) AKP’ye büyük bir destek verdi. Bu tercihin Kürt halkında “kazan-kazan” beklentisini oluşturduğu açık. Oysa AKP’nin, daha doğrusu Erdoğan-Gül ikilisinin, bu beklentiyi karşılamayacağı da açık. Yapacakları ise daha çok kömür yardımı, daha çok mikro kredi olacak.
***
Solun gündeminin seçim öncesine göre kısmi farklılıklar taşıdığı görülüyor. Yasal-yasadışı alanda faaliyet gösteren neredeyse bütün solun (iki eksiğiyle) seçimlere girmesi; alınan başarısız sonuçların bu çevrelerde “içeride hesaplaşma” yaratan ama dışarıda “kuyruğu dik tutan,” biçimlerde ele alınması; bağımsız aday tercihinin kısmen “hedefe” ulaşması (Ufuk Uras); CHP’nin tamamen farklı bir çizgiye kaymasıyla ortaya çıkan sosyal demokrasinin/solun yasal temsiliyet boşluğu; DTP’nin (karşılayamayacak olsa da) tüm solun çatı örgütü olma iddiasını dillendirmesi; AKP’nin seçim başarısından esinlenen kimi sol çevrelerin yardım kampanyalarına yönelmeleri, v.s.
Tüm bu süreçten çıkarılan sonuç ise yeni birliklerin, yeni çatı yapılanmalarının oluşturulmasına girişilmesi oldu. Politik programı belirsiz, halkın gündelik yaşantısına somut çözümler önermeyen, gücünü sokaktaki ortak mücadeleden değil, temsil gücü kendinden menkul şahıslarla masa başında yapılan anlaşmalardan alan girişimler bunlar. Üstelik kapsama alanında oldukları sol liberal bir çizgide. Bu projelerin hepsinin kısa sürede kadük kalacağı ise aşikar. Öte yandan böylesi bir atmosferde önerilecek bütün samimi mücadele programılarının lafla geçiştirileceği de aşikar. Ancak herşeye rağmen, bizler seçim öncesi önerdiğimiz düzlemde durmaktayız.
Solun uzun zamandır içinden çıkamadığı politikasızlığa müdahale etmenin en doğru yolu; sürdürdüğümüz politik programı somut bir gerçeklik haline getirmektir. Bu açıdan, yeni dönem neoliberal politikaların en önemli yönünü oluşturan kamusal alanın tasfiyesinin yaratacağı sonuçları görmek ve uzun zamandır bu sürece karşı ciddi bir mücadele sürdürüyor olmak bir avantajdır. Ancak öte yandan; bu durumun büyük bir sorumluluğu da beraberinde getirdiği de unutulmamalıdır. Bu sorumluluğun bir yönünü, halkın üzerinde yürüyeceği yolu açmak, diğer yönünü solun bir araya geleceği mücadele programını yaratmak oluşturmaktadır.