Seçimi izleyen yeni dönemin ipuçları daha meclis ve hükümet şekillenmeden belirmeye başladı. Özellikle MHP’nin meclis oturumlarına katılacağını açıklamasıyla, Cumhurbaşkanlığı seçiminin büyük bir siyasal krize dönüşmeyeceği belirginleşti ve önümüzdeki dönemin AKP’li bir cumhurbaşkanıyla geçeceği kesinleşti. Adaylığı yeniden gündeme gelen Gül’ün seçilmesi artık tamamen Erdoğan’ın parti içi dengelerle, ordudan ve kamuoyundan gelecek basınçlar arasındaki tercihlerine kaldı. Ancak […]
Seçimi izleyen yeni dönemin ipuçları daha meclis ve hükümet şekillenmeden belirmeye başladı. Özellikle MHP’nin meclis oturumlarına katılacağını açıklamasıyla, Cumhurbaşkanlığı seçiminin büyük bir siyasal krize dönüşmeyeceği belirginleşti ve önümüzdeki dönemin AKP’li bir cumhurbaşkanıyla geçeceği kesinleşti. Adaylığı yeniden gündeme gelen Gül’ün seçilmesi artık tamamen Erdoğan’ın parti içi dengelerle, ordudan ve kamuoyundan gelecek basınçlar arasındaki tercihlerine kaldı. Ancak her iki tercihin de daha orta vadeli sorunlara yol açması olası.
Erdoğan-Büyükanıt uzlaşmasının önemli sonuçlarından birisi YAŞ kararları sırasında görüldü. “Çete suçuyla” yargılanan 13 ulusalcı subay ordudan atıldı. Bu sembolik tasfiyeyle, ordunun alt kadrolarındaki ulusalcı kaynaşmaya gözdağı verildi. Bu sembolik tavır, genelkurmayın orta vadeli bir savunma pozisyonuna çekildiğini ve aşağıdan gelen basınç karşısında kontrolü yeniden ele geçirmeye çalışırken, bir yandan da yasadışı cuntacı girişimlere müsamaha gösterilmediği imajını yaratmak istediğini gösteriyor.
Baykal CHP’nin başında kaldı. Egemenlerin, zorunlu kalmadıkça bugünkü haliyle CHP’yi muhatap almayacakları anlaşılıyor. Ciddi bir abluka altına alınan CHP kendi sorunlarına gömüldü. MHP ise, siyasal atmosferin dayattığı uzlaşmacı muhalefet rolüne soyundu. Bu çizgisiyle CHP’nin uğradığı tecridi pekiştirirken, düzenin ana muhalefet partisi rolüne soyunduğunu ve rant paylaşımına katılmak istediğini vurguluyor.
***
AKP’nin elde ettiği tartışmasız galibiyet sonrasında, dünya ekonomisindeki daralmanın da katkısıyla, en azgın neoliberal uygulamaların işaretleri şimdiden ortaya çıkıyor. Susuzluk gerekçeli özelleştirme ve zam haberleri yaygınlaştı. Başta enerji olmak üzere pek çok kamu hizmeti açısından benzer saldırıların sinyalleri veriliyor.
Egemenler ve ABD, rejimin yeniden yapılandırılması açısından da, bir daha kolay kolay elde edemeyecekleri büyük fırsatı tepe tepe kullanmaya hazırlanıyorlar. Daha kesinleşmiş seçim sonuçları bile açıklanmadan başlayan anayasa tartışmaları, liberal cenahın bu konudaki hırsının kanıtı. Eski solcu liberal Zafer Üskül’ün “Atatürkçülükten arındırılmış anayasa” tartışması, Erdoğan açısından önce pek de hoş olmayan şekilde başladı. Ancak dikkatlerin hızla Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden başka bir noktaya kaydırılması açısından işlevsel oldu.
Rejimin yeniden yapılandırılmasına dair kısa sürede karara bağlanması gereken kritik kararlar da AKP’nin önünde duruyor. Rejimin geleceği kadar Erdoğan’ın siyasi geleceği de belirleyecek olan bu köşe taşları başkanlık, yarı başkanlık ya da yetkileri azaltılmış cumhurbaşkanlığı sistemlerinin mi tercih edileceği, Çankaya’ya kimin çıkartılacağı noktalarında odaklanıyor.
AKP ve ordu, ABD’nin Ortadoğu planlarına uyum konusunda da önemli sinyaller vermeye başladılar. Türkiye egemenleri açısından, Irak’la ilgili en önemli başlıklardan birisi, Kerkük referandumunun ertelenmesi. Kürtlerin geleceği açısından da önem taşıyan bu alanda bir dizi gelişme yaşanıyor. AKP’nin bölgedeki birinci parti haline geldiği günlerde, bazı Amerikalı yetkililerin yeni bir Kürt partisine ihtiyaç olup olmadığını soruşturmaya başladıkları haberleri alınıyor. Doğan medya, “DTP’nin tabandan kopukluğu” iddiasını manşete taşıyor. Aynı anda sınırda operasyon başlıyor. Yine aynı günlerde Amerikan basınında PKK liderlerine yönelik bir ABD operasyonu deşifre ediliyor. Anlaşılan egemenler arasında gerek K. Irak, gerekse içerdeki Kürt sorunu ve PKK’ye ilişkin pazarlık Kerkük referandumu ekseninde sürüyor.
***
AKP’nin seçimlerden ezici bir zaferle çıkması, 2001 kriziyle ciddi biçimde yıpranan neo liberalizme yeni bir ivme kazandırdı. Bu yeni liberal yükselişin ana temsilcisi ve sağ kulvardaki baş aktörü, tartışmasız biçimde AKP. Ancak solda bu bakımdan temsili nitelikte güçlü bir aktör mevcut değil. Liberal sosyal demokratlar ve sol liberaller bu ortamda seçim sonuçlarının heyecanıyla aşka gelerek, soldaki boşluğu doldurmak üzere hareketleniyorlar.
Sosyal demokrasinin yenilenmesi girişimi, her türden parti muhalifini Hikmet Çetin’in şemsiyesinde toplamayı hedefleyen bir liberal mühendislik projesi biçimine bürünüyor. Üstelik Baykal’ın tasfiye ettiği kimi ulusalcı çevreler de bu oluşuma sıcaklar. 10 Aralık inisiyatifi, SHP, Ufuk Uras ve ÖDP’nin bir bölümü (veya tümü), Baskın Oran ve liberal odaklar da yeni bir sol oluşum arayışını gündemleştiriyor.
Öte yandan DTP, gerek cumhurbaşkanlığı seçiminde gerekse yeni sivil (neo liberal) anayasa zemininde AKP ile anlaşabileceği sinyalleri verdi. Ancak Kürt hareketi ve DTP’nin Kürt sorununda önümüzdeki dönemde ortaya çıkabilecek gelişmelerle birlikte ne tarafa yöneleceği henüz belirsiz.
A. Öcalan ise son avukat görüşmesinde seçimlerle ilgili üç önemli noktayı vurguladı. (Vurguları biz toparladık.) Vurgulardan birincisi, AKP’nin Kürtler üzerindeki başarısının temelinde, özgün sosyal politikaların, yani mikro kredi ve sistematik belediye yardımları biçimini alan neo-liberal yoksullukla mücadele politikalarının olduğuydu. İkinci vurgu, ABD ve AKP’nin, Kürt ulusal hareketini tasfiye etmeyi amaçladığı ve ABD’nin bu hedefinin gerçekleşmesi halinde Türkiye’nin bölüneceğiydi. Üçüncüsü, DTP’nin bu politikalar karşısında Türkiye’de geniş bir sol oluşuma yönelmesinin gerekliliğiydi. DTP’nin solla birlikte hareket ederek yeni ve geniş bir birlikteliği amaçlaması biçimindeki son vurgu özellikle önemliydi.
Vurguların önemi bir yana, Kürt hareketinin bu yöneliminin altının boş olduğu belirtilmelidir. Öncelikle, vurguların hakkının verilebilmesi için, hareketin bir bütün olarak ciddi değişimden geçmesi öngörülmelidir. Kürt hareketi AKP’nin sosyal politikalarına karşı bir mücadele çizgisi geliştirecekse, bu her şeyden önce, kendi içinde neoliberal eğilimlerden güçlü bir kopuş yaşamasını gerektirmektedir. Öte yandan Kürt hareketi, belediyeler gibi devasa olanaklar sayesinde, neo-liberalizm karşıtı, sol ve halkçı nitelikteki bir mücadeleyi hayata geçirebilme potansiyeline sahiptir. Ancak yine gerçekçi olmak gerekirse, bu potansiyelin gerçekleşmesi de pek mümkün değildir.
Hareketin, özellikle yasal siyasal alanda, yoksullarla bağı giderek zayıflamakta; Kürt orta sınıfları sürece giderek artan ölçülerde ağırlıklarını koymaktadır. Kürt hareketinin etki alanındaki belediyeler rant dağıtım ilişkilerinin kurulduğu ana merkezler halini almış; halkçı sosyal politikalar geliştirmek yerine, düşünsel ve pratik olarak neoliberal politikaların etkisi altına girmişlerdir. Kürt hareketinin sol liberal-milliyetçi çizgisi, halkçı yönelimlerin gerektirdiği sosyal kopuşların önünde bir engeldir. Bu çizgi değişmedikçe Öcalan’ın yakınmaları da hep sürecektir.
Bu alanda köklü değişimleri göze alamayan Kürt hareketi, siyasal alandaki inisiyatifi de ancak silahlı mücadelenin yarattığı basınçla sağlayabilmektedir. Ülke içindeki iç savaş gerilimini sürekli besleyen, tutarlı bir savunma çizgisi çerçevesiyle uyuşmayan bu mücadele çizgisi, Kürtler açısından yorgunluk ve tedirginliği, Türkler açısındansa şovenizmi besleyerek, ortak bir demokratik dönüşüm mücadelesini zora sokmaktadır. Ayrıca bu çizgi ABD’nin siyasal yönlendirmelerine uygun bir ortam da yaratmaktadır.
Sonuçta, Öcalan’ın ilk iki noktada vurguladığı zafiyetlerin aslında hareketin kendi özsel niteliklerinin ürünü olduğu ve çok köklü değişimler gerekt
irdiği vurgulanmalıdır. Kürtlerin de dahil olacağı geniş bir sol partinin yaratılması, bütün bu sorunlar nedeniyle zorlaşmaktadır. Kürt hareketi kadrolarının bu çizginin ürünü olan pragmatizmi de bunu pekiştirmektedir.
***
Elbette sorunun Kürtler cephesinin yanı sıra, solun yıllardır eleştirdiğimiz zaafları da madalyonun diğer cephesini oluşturmaktadır. Solda liberal eğilimlerden kaynaklanan ideolojik-politik zaaflar; tutukluk; tutarlı bir politik organizasyonun bulunmaması bu zaafların en önemlileridir.
Bu bakımdan daha da tehlikeli olan, seçimler öncesi ve sonrasında liberal eğilimleri içselleştiren sol bir zihniyetin gelişmesidir. Bu liberal eğilimler, seçim öncesinde, Cumhuriyet mitinglerinin Mussolini’nin Roma yürüyüşüne benzetilmesiyle, “faşizm tırmanıyor” tespitleriyle (Murat Belge), “ordunun belirlediği bir siyaset zeminindeyiz ve herhangi bir demokratik gelişme ancak bu zeminin kırılmasıyla mümkün olabilir” (Bülent Forta) saptamalarıyla net olarak sergilendi. Seçim sonrasındaysa, aynı eğilimler, “halkın göreli demokratik zaferi” (Mithat Sancar), “halk askeri faşist darbecilere dersini verdi” (Atılım) biçimindeki abartılı “sivillik” vurgularıyla ortaya çıktı.
Oysa sormak gerekiyor: Bu nasıl büyük bir askeri tehlikedir ki, sivil rakibi karşısında bu denli büyük bir hezimete uğramaktadır? Yüzde 50’yle gelen bir neo-liberalizm ve gericilik şahlanmasını demokrasinin veya halkın zaferi olarak nitelendirebilmek ne kadar nesnel bir değerlendirme sayılabilir?
Bu değerlendirmeler AKP’nin zaferi karşısında içten içe duyulan bir ferahlamayı yansıtmaktadır. Zaten kimi liberal solcular sevinçlerini gizlememektedir. Liberalizmden milliyetçiliğe geçiş halindeki kimi eski solcu Kürt aydınları da, bu seçimleri kendilerince “Türkiye’deki Kürt düşmanlığının kodu olan Amerikan karşıtlığının yenilgisi” şeklinde yorumlayabilmektedir. Bunlar, nesnellikten nasibini almamış, çarpık öznel değerlendirmelerdir.
Yaşanan, iki gericilikten birisinin galibiyetidir. Her iki gericiliğin de halkın bir kısım haklı özlemlerini suiistimal ettiği ortadadır. Devrimciler, hatta demokratlar, kendilerini sırf bu suiistimal yüzünden iki gericilik biçiminden birisine daha yakın hissedemezler. Bu kesimlerin liberalizme yatkınlıkları da üçüncü cephe çağrılarının inandırıcılığını yok etmektedir. Dahası, okları yalnızca orduya yönelten bir tutum, egemenlerin asli aktörü olan AKP’ye dolaylı destek vermekten başka bir anlam ifade etmemektedir.
***
Yukarıdaki eleştirilerin Kürt hareketinin zor bir kıskaca adım attığı bir eşikte dile getirilmesi anlamsız bulunabilir. Yine sola dair eleştirilerin yeni arayışların eşiğinde yapılması da olumsuz duygular yaratabilir. Ancak hayat akıp gitmektedir ve yıllardır aynı girdabın içinde boğulmaktan ancak zar zor kurtulabilen sol ve Kürt hareketi, bu tür yüzeysel saptamalarla uğraşmak yerine, aslında 1990’lardan (yani neoliberal saldırganlığın yoğunlaştığı dönemden) bu yana içinden çıkamadığı gerileme üzerinde köklü, eleştirel düşüncelere muhtaçtır. Gerilemenin altında yatan temel nedenleri pas geçen her yeni girişim ve birlik zemini ise başarısızlığa mahkumdur.
Oysa bugün sol açısından vazgeçilmez olan, neoliberalizmin ülkemizdeki güncel biçimlenişine cepheden karşı çıkan tutarlı bir programın oluşturulmasıdır. Böyle bir program; kamunun tasfiyesinin karşısına kamunun yeniden demokratik inşasını; Ortadoğu’daki Amerikan politikalarına karşı anti-emperyalist bir tutumu; ılımlı İslam projesine karşı gericilikle mücadeleyi; Kürt sorununda yeniden kardeşleşme ekseninde demokratik bir dönüşümü ve bütün bu dönüşümlerin ana güvencesi olarak halk demokrasisi savunusunu temel almalıdır. Ne yazık ki sol arayışların hiç birisi böyle bir programa sahip değildir.
İkinci önemli nokta, her alanda yaratıcı, hak mücadeleleri üzerinde yükselen, yasallıkla kendini sınırlamayan, meşru-fiili ve militan bir kitle çizgisinin benimsenmesi; soldaki örgütsel liberal kültürün yarattığı derin zaafların aşılmasıyla beraber solun halka yeniden ulaşabilme kanallarının yaratılmasıdır.
Ancak ayaklarını bu iki temele dayandıracak bir girişim, yeni bir solun yaratılmasını sağlayabilir. Birlik, çatı partisi ya da diğer örgütlenme araçları da yalnızca bu bağlamda anlam ifade edebilir.
***
Solun güncel sorunları, liberal sol arayışlara eşlik eden “bireylerin birliğine dayalı yeni sol” gibi “fantastik” önerilerinden çok daha somut ve devrimci yanıtlar gerektirmektedir.
AKP’nin oy patlaması solda derin bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Sol tabanda bugüne dek AKP’ye karşı izlenen muhalefet stratejisinin isabeti bir yana, anlamı ve araçları konusunda haklı bir tartışma mevcuttur. AKP’nin seçim programının, aslında devrimcilerin programlarında yer alan önceliklerin deforme edilmesi üzerine kurulu olması ise, devrimcilerin bugüne dek izledikleri çizginin isabetini kanıtlamaktadır. AKP, sağlık ve eğitim uygulamaları başta olmak üzere kamunun tasfiyesi programındaki birçok öğe bakımından toplumsal tepkileri gözeten bir çarpıtma taktiğiyle kitleleri yanıltmayı başardı. “Sosyal politikaları” sayesinde, kendisini inandırıcı bir sosyal adalet seçeneği olarak sunabildi. Kürt sorununda tırmanan gerilimleri, ortalama sağduyu temsilciliğine soyunarak yumuşattı. ABD ile ilişkilerin pazarlıkla tabi olduğu kanısını yaratmaya çalıştı ki en az burada inandırıcı olabildi. Otoriter eğilimler karşısında demokrasi savunucusu rolü yapabildi.
Gerçek bir halk muhalefetinin, devrimci bir seçeneğin mevcut olmadığı koşullarda bir düzen partisinin toplumsal bir dönüşüm programını deforme ederek büyük bir başarı sağlayabileceği bellidir. Devrimcilerin üstüne düşense, AKP’nin halkın hayatta kalmak için başvurduğu basit öz savunma reflekslerini budamasını ve himayecilik ilişkileri içinde kendisine doğru akıtarak itaatkarlaştırmasını sağlayan toplumsal-politik dokuyu daha derinlemesine kavrayarak, ona daha köklü biçimlerde nüfuz etmek; daha derin sosyal-siyasal köklere kavuşmak için kitle ilişkilerini ve hak mücadelelerini inceden inceye örgütleme becerisi göstermektir.
AKP programının karşısında tutarlı ve somut bir mücadele programı rotası tarif edilmelidir. Dünya ekonomisinin durağanlaştığı ve ülkede para bolluğunun sonlarına yaklaşıldığı bu dönemde, AKP’nin demagojik taktiklerinin bir kez daha aynı başarıyı yakalayabilme olanağı yoktur. Mücadele çizgimizde çok daha ısrarcı olmalı; yerel ve merkezi ayaklarını farklı özgün ihtiyaçlar etrafında biçimlendirmeliyiz. Soldaki genel dağınıklık ve savrulma atmosferini durdurabilmek için devrimci çalışmaların açık-meşru merkezi ayakları güçlendirilmeli; canlı, kıvrak ve üretken merkezler inşa edilmelidir. Yerel çalışmalarda günü kurtaran, aceleye getirilmiş ve etkisini kısa vadede tükenen girişimlerle zaman ve enerji harcanmamalıdır. Aksine daha fazla derinleşebilecek ve kalıcılık kazanabilecek çalışmalar, istikrarla sürdürülmeli, yeni hareket zeminleri oluşturmalıdır.
Orta vadeli hedefse kuşkusuz yerel seçimlerdir. Mücadele çizgisinin yerel seçimlerde somut karşılıklara ve mevzilere dönüşmesi için bugünden somut hedefler belirlenmelidir. Ancak, kısa vadede de seçimlerden doğan AKP hegemonyasını delmek amacıyla sonbahar ayları iyi değerlendirilmeli, hak mücadelelerini yükseltmenin ilk adımları şimdiden şekillendirilmelidir. Yalnızca böylesine ciddi bir hareketlilik sözlerimizin anlamını artırabilir. Öte yandan solun genel ideolojik biçimlenişine yönelik müdahalelerin meşruiyeti de bur
adan geçmektedir.