Aşağıdaki metin yazarın kafasında uçuşan fikirlerden ibarettir. Metin iki bölümden oluşuyor. Birincisi sınıf ve sınıf bilincine ilişkin bazı saptamalar. İkincisi bu saptamalardan hareketle sınıf içi bölünmenin bu konulara ilişkin sonuçları… Her iki bölüm de tartışmaya açıktır. Tartışmaya katılarak bir yanıyla bilgi tazelemeye-düzeltmeye bir yanıyla da önümüzde yakıcı bir sorun olarak duran sendikal mücadeleye ilişkin tartışmalara […]
Aşağıdaki metin yazarın kafasında uçuşan fikirlerden ibarettir. Metin iki bölümden oluşuyor. Birincisi sınıf ve sınıf bilincine ilişkin bazı saptamalar. İkincisi bu saptamalardan hareketle sınıf içi bölünmenin bu konulara ilişkin sonuçları… Her iki bölüm de tartışmaya açıktır. Tartışmaya katılarak bir yanıyla bilgi tazelemeye-düzeltmeye bir yanıyla da önümüzde yakıcı bir sorun olarak duran sendikal mücadeleye ilişkin tartışmalara bir zenginlik katmış olmayı arzu ediyorum.
İşçi sınıfının örgütlenmesinde yaşanan sorunların nedenini tek bir başlık altında toplamanın mümkün olmadığı herkesin malumu. İşçi sınıfının bilincinin oluşmasında Marksist-Leninist literatürde (bildiğim kadarıyla) birkaç temel kavram var. Kendiliğinden bilinç, kendisi için bilinç ve dışardan bilinç taşıma.
İşçilerin hayatla kurduğu ilişkide emeğinin belirleyici rolünün kendiliğinden bilinç oluşmasında doğrudan etkili oluyor. Yani o, çoluk çocuğunun geçimini sağlamak için emeğinden başka güveneceği bir şey olmadığından sermaye sahibi ile karşı karşıya gelir. Sermayenin daha fazla artı değer sömürüsü elde etme isteği bu karşı karşıya gelişi güçlendirir, çelişkiyi daha da keskinleştirir.
Ancak biliriz ki, bu kendiliğinden bilinç normal seyri içinde bir (siyasal) sınıf bilincine dönüşmez. Çünkü burjuvazi, sağladığı ideolojik hegemonya ile tersinden bilinç (patronumuz olmasaydı aç kalırdık) oluşturarak etkili olur. (Bu süreçte sermaye sınıfının bu hegemonyayı oluşturmak için üst yapı kurumlarını (eğitim, kültür, din, medya vb.) etkin biçimde kullanmasına değinmeden geçmeyelim.) Diğer taraftan da (özellikle geri bıraktırılmış ülkelerde) sınıf dışı (dinsel – etnik )ideolojik akımların ve feodal dayanışmacı, bölgecilik vb. yaşam biçimlerinin sınıf bilincinin kendiliğinden gelişmesinin önünde engel teşkil eder.
Bu sürece müdahale ancak işçi sınıfının toplam bir ideolojik karşı duruşuyla aşılabilir. Yani işçi sınıfı kendi mücadele deneyimleri sonucu (bütün bir 16. ve 17. yüzyıl sınıf mücadelelerini hatırlayalım) tek tek sermaye sahipleriyle karşılaşmanın çözüm olmadığını ve fakat toptan kapitalist sistemle yüzleşmenin zorunluluğunu hisseder-anlar. Bu hissediş ve anlayış sürecinde sosyalistler işçi sınıfıyla temas kurma imkanı bulur ve işçi sınıfının mücadelesinin ekonomik kazanımlarla yetinemeyeceğini, siyasal bir zafer elde etmesi gerektiği bilincini işçi sınıfının mücadelesine kazandırır.
Lenin sosyalistlerle işçi sınıfının ilişkisini, yani kendisi için sınıf olma sürecini daha da tanımlı hale getirerek “işçi sınıfına dışardan bilinç” götürülmesi gerektiğini ve bunun profesyonel bir devrimciler örgütü tarafından yapılabileceğini ileri sürer. Kanımca Lenin tarafından, 1800’lü yıllar boyunca tek tek veya gruplar halinde, veya dernek vb. örgütlenmeler aracılığıyla sosyalist aydın/pratisyenlerin işçi sınıfını yönlendirme çabalarının yerine bunun siyasal programı olan bir “örgüt” tarafından yapılması önerilmektedir ki, bu örgütün üyelerinin işçi olma zorunluluğu yoktur. Burada tartıştığımız konu; yani “dışardan bilinç taşıma” açısından bu iki durum arasında bir nitelik farkı bulunmamaktadır. Çünkü ana fikir işçi sınıfının kendiliğinden bilincinin doğrudan kendisi için (siyasal) bilince dönüşemeyeceğidir.
Kuşkusuz bu tartışmaya Marksizm tarafından kapitalizmi yıkıma götürecek ana siyasal çelişkinin “üretimin toplumsallaşması ve fakat mülkiyetin giderek daralması”nı koyması sorunsalını da eklememiz gerekiyor. Ülkelerin büyük bir pazar haline gelmesi ve fabrikasyon üretime geçiş sayesinde gerek işyeri bazında gerekse de ülke sathında üretim toplumsal nitelik kazanıyor. İşçiler büyük kütleler halinde üretime katılıyor ve ülkelerinin ihtiyacını karşılıyorlar. Bu nitelikteki bir üretim süreci içerisinde yer alan işçilerin toplumsal niteliği ile giderek tekelleşen sermaye sınıfının daralması arasındaki çelişki görünür hale geliyordu.
Kuşkusuz bu durum, işçi sınıfının kendiliğinden bilincini güçlendiren son derece etkili bir zemindi. Zira birkaç bin işçinin aynı çatı altında çalışması, aynı yerde yemek yemesi ve günün 8-10 saatini birlikte geçirmesi ve bununla beraber işyeri dışında da bütün bir ülkeyi-dünyayı doyuran bir sınıfın üyeleri olmalarının ortaya çıkardığı enerji karşıdaki bir avuç sermaye sahibi karşısında onu oldukça güçlü gösteriyordu.
Bu duruma bir de gerek sınıf mücadelesinin/sosyalizmin tehdidi gerekse de Keynesyen kapitalizm döneminde uygulanan “tam istihdam” politikalarının bilinç düzeyindeki sonuçlarını da eklemeyi ihmal etmeyelim. Yani çalışmaya 18 yaşında başlayan bir işçinin oradan emekli olup emekli ikramiyesiyle bir ev/araba alma hayali kurduğu ve ailesinin ondan gururla “şeker fabrikasında işçi” diye bahsettiği bir dönemin oluşturduğu bilinçten bahsediyoruz. Bu bilinç, işçinin emeğini değerli kılıyor emeği ile toplumda kıymetli bir insan, kendisinin ve ailesinin geleceğini garanti altına alan sorumluluk sahibi bir insanı tanımlıyor.
Buraya kadar sürdürdüğümüz tartışmadan şöyle bir sonuç çıkartmak sanırız yanlış olmaz. Kendiliğinden bilinç doğrudan siyasal sınıf bilincine dönüşmez ama kendiliğinden bilinç süreci (yani emeğin üretim sürecinde sermaye ile karşı karşıya gelişi) kendisi için sınıf bilinci oluşum sürecinin kaynağını oluşturur. Dolayısıyla nitelik olarak birbirinden farklı bu iki bilinç oluşum sürecinin birbiriyle diyalektik bir ilişki içinde olduğu kabul edilebilir.
Şimdi esas derdimize gelelim ve sorumuzu soralım: Yukarıdaki düşünce dizgesine göre eğer kendiliğinden bilinç oluşma sürecinde ciddi bir değişim veya kırılma meydana gelmişse bu doğal olarak siyasal sınıf bilincinin oluşum sürecini de etkileyecektir. Neo liberalizminin esas çalışma biçimi haline getirmeye çalıştığı ve epeyce yol aldığı “esnek çalışma” ve “taşeronlaştırma” uygulamaları bu süreci nasıl etkilemektedir?
Kendi emeğiyle “hayati” bir ilişki kurmayan işçi veya işçilerin beyninde oluşan “kendiliğinden bilinç” nasıl bir şeydir? Ne zaman çalışıp ne zaman işsiz kalacağı belli olmayan, hangi patronun işçisi olduğunu bilemeyen, her üç ayda bir ihale ile yeniden yeniden işe başlatılan, aynı çatı altında kırk ayrı şirket ve statü olarak kırk parçaya bölünmüş, (olabilirse) emekli olduğunda kıdem tazminatı hakkından kuşku duyan işçi veya işçiler…
Eğer bilinç soyut değil yani gerçeklikle sıkı bağı olan bir düzlemse üretim sürecindeki bu kırılmanın işçilerin bilincinde ciddi tahribatlar yarattığını/yaratacağını görmek zorundayız. Bu durum iki sorunun sorulmasını zorunlu kılıyor. Birincisi bu “yeni” durumda kendiliğinden bilinç oluşur mu, oluşursa somut dışa vurumları nelerdir? İkincisi; oluşmadığı durumda işçi sınıfının sendikal örgütlenmesi ve siyasal sınıf bilinci bundan nasıl etkilenecektir?
Özetle iki temel sorun ortaya koymuş durumdayız: Birincisi; artık işçi sınıfını gönül rahatlığıyla üretim araçları karşısındaki mülksüzlük haliyle tanımlamakta güçlük çekeceğiz. Zira o aynı zamanda aynı işyerinde farklı statülerde çalışan sınıfdaşlarına karşı da konumlanmış durumda. Ve sadece çalışan diğer işçilere karşı değil, her an içine düşebileceği bir işsiz emek deposuna karşı da gardını almış halde. Yani üretim araçlarının sahibi olan sermaye sınıfının karşısında topluca duran bir işçi sınıfı yok görün
üyor. Buradaki “topluca” tanımlamasının abartılı olduğunun farkındayım. İşçi sınıfı zaten hiçbir zaman homojen olmamıştı itirazlarını duyar gibiyim. Ancak yaşadığımız sorunu basitçe “işçi aristokrasisi” meselesiyle özdeş bir sorun gibi göremeyiz sanırım.
İkincisi ise; bu durumdaki işçilerin sendikal örgütlenme süreci nasıl işleyecektir. Somut örneklerle konuşalım: Petrol-İş Sendikası’nın Lever’in taşeronu olarak Rinso adlı deterjanı üreten fabrikada üye yaptığı işçiler işten atılınca Omo’yu üreten fabrikadaki sendika üyesi işçilerin kılı bile kıpırdamamıştı. Dev-Sağlık-İş’in Diyarbakır’daki örgütlenmesinde taşeron işçilerin neredeyse hepsi (600’e yakın işçi) iş bırakmışken bir tane bile SES üyesi kadrolu işçi destek vermedi, birkaç yıl önce Prelli Lastik Fabrikasında çalışan taşeronları Nakliyat İş örgütlediğinde Lastik İş’e bağlı aynı işyerinde çalışan kadrolu işçiler işten atılan işçilerin direnişini kırmak için ellerinden geleni yaptılar. Bu örneklerde suçu sendika yönetimine atarak cevap verme kolaycılığına kaçmayacağımızı umuyorum.
Konuyu tartışmak için iki soru soruyorum:
Soru 1) Sınıf içi bölünmenin bu kadar derinleştiği ve yaygınlaştığı bir üretim sürecinde işçilerin sendikal örgütlenmesi nasıl bir stratejiye sahip olmalıdır? Bölünmüş işçileri tek bir sendikal program ve/veya sendikal çatı altında toplamak mümkün müdür?
Soru2) Kendiliğinden bilincin oluşma zeminin tahrip olduğunu kabul ettiğimizde siyasal sınıf bilinci neyin üzerinde yükselecektir? Bu durum emek merkezli bir sınıf bilinci yerine daha genel siyasal içeriğe sahip bir siyasal programın (emekçi kimliğiyle değil) bir vatandaş ya da yoksul-ezilen halk kesimi mensubu olarak kabulüne yol açabilir mi? Bu haliyle oluşan bir bilinç sınıf bilinci olarak tanımlanabilir mi?