Çok kapsamlı ve her biri başlı başına irdelenebilecek bu üç temayı, bir makale çerçevesinde birleştirmek, belki Türkiye’nin başka dönemlerinde pek açık halde, anlaşılabilir kılmak bakımından akıl kârı olmayabilirdi. Ancak “22 Temmuz Seçimleri”, geniş kitleler açısından duyduğumuz bu kaygıyı ortadan kaldıracak denli somut veriler sunmaktadır. Çok özlü ve hızlı biçimde bu üç başlığı besleyen ekonomik, sosyal, […]
Çok kapsamlı ve her biri başlı başına irdelenebilecek bu üç temayı, bir makale çerçevesinde birleştirmek, belki Türkiye’nin başka dönemlerinde pek açık halde, anlaşılabilir kılmak bakımından akıl kârı olmayabilirdi. Ancak “22 Temmuz Seçimleri”, geniş kitleler açısından duyduğumuz bu kaygıyı ortadan kaldıracak denli somut veriler sunmaktadır.
Çok özlü ve hızlı biçimde bu üç başlığı besleyen ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal süreçleri, verileri belirtmek istiyorum. “Sanayi devrimi” olarak adlandırılan ve Avrupa’da kapitalizmin gelişim sürecini betimleyen olgu, aslında insanlık tarihinde köleci toplumla başlayan sömüren-sömürülen ilişkisinde sömürülenlerin “ücretli köle” haline getirilmesi sonucunu doğurdu. Daha çok kâr hırsıyla dünyaya hükmetme karakteri nedeniyle, gelişmişliği ve ülkelere göre aldığı biçim ne olursa olsun kapitalizm, sonuçta bir sömürü metabolizması olarak, 20.yüzyıl başlarından itibaren insanlığın başına “numaralandırılan dünya savaşları”, “nükleer savaş tehlikesi”, “çevre kirlenmeleri”, “doğanın tahribatı ve küresel ısınma”, “postmodern kültür” gibi ciddi belalar açtı. Bunlardan “postmodern kültür”ü, tarihin hiçbir döneminde görülmeyen ve insanlığın en ciddi biçimde “vicdanından vurgun yediği” bir saldırı biçimi olarak, insan aklının sağlığı bakımından en ciddi bela olarak değerlendirdiğimi vurgulayarak, daha sonra açımlamak üzere, özete devam ediyorum.
Türkiye kapitalizminin ana karakterinin de bir sömürü metabolizması olduğu, 1950’lere kadar “devlet kapitalizmi” olarak biçimlendiği, dışa bağımlılık ilişkilerinin ise Osmanlı’dan devralınan bağlantılarla sürdüğünü, 1946 sonrası özellikle ABD güdümünde emperyalizme bağımlı bir ülke haline geldiğini akıl süzgecine sahip herkes bilmektedir. 1960’a kadar ciddi bir sermaye birikimi sağlayan Türkiye burjuvazisinin, temerküz sürecinin bir sonucu olarak ve toplumsal dinamiklerin de “kısmi burjuva demokrasisi” içinde kontrolünü sağlamak amacıyla dışa bağımlı yeni bir “kalkınma” dönemi yaşadığı da görülmektedir. Türkiye işçi sınıfının, devrimci ve sosyalist hareketin, nicel ve nitel bakımdan geliştiği bir dönemdir aynı zamanda.
1990’lara kadar kapitalist ve sosyalist sistemlerin güç dengelerinden de yararlanarak bölgesel konumunu değerlendirmeye çalışan Türkiye burjuvazisi, sömürü metabolizmasının varlığını tehdit eden işçi-emekçi, devrimci ve sosyalist hareketin yarattığı örgütlülüğe ve toplumsal belleğe 12 Mart’ta kısmi ve 12 Eylül’de ağır darbeler vurarak krizlerini yönetebilmiştir. Bu “yönetme becerisi”nde ABD emperyalizminin desteği yanında binlerce yılda biçimlenmiş olan “devlet-ordu-millet” anlayışının toplumsal bellekteki izdüşümünün güçlülüğü de etkili olmuştur. Bu “izdüşüm”ün etkisinden kurtulamayan, doğrudan işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlü gücüyle iktidarı almaya yönelik siyasal odaklanmayı gerçekleştiremeyen devrimci ve sosyalist hareketlerin zaafları da önemlidir. Bugünü anlamak ve “toplumsal kurtuluş”a giden yoldaki parke taşlarını sağlamak döşemek bakımından, bu zaafları gidermek bizim esas konumuz olmalıdır.
1980 ve sonrası
1990 sonrasını en özlü biçimde sadeleştirmek gerekirse;
Bir: Türkiye kapitalizmi, uluslar arası sermayenin “dereceli dağılımı”na paralel olarak 1980’lerde “dışa açılan kapitalizm” sürecinin sınırlarına dayanmıştır.
İki: Sovyetler’in çözülüşüyle birlikte ABD ve Avrupa Birliği emperyalistlerinin stratejilerinde meydana gelen değişmelerin bir sonucu olarak Türkiye’nin “konjoktür”den yararlanma manevraları sınırlanmıştır.
Üç: 1970’lerin ortalarından itibaren Türkiye sol hareketinden kopma eğilimi gösteren Kürt hareketleri, 1980’li yıllarda hem kendi içlerinde PKK’nin baskın hale gelmesi sürecini yaşamış hem de Türkiye burjuvazisini AB ve ABD emperyalistlerinin daha çok bağımlı hale getirmelerinin bir askeri-siyasi gücü olarak değerlendirmelerine ortam hazırlamıştır.
Dört: Türkiye devrimci ve sosyalist hareketinin güçsüzlüğü, yetersizliği nedeniyle, süreci emperyalizmden kopuş, Türk ve Kürt halklarının ortak kurtuluşunu örgütlemeye dönüştürememesi belirginleşmiştir.
Beş: 1989 Bahar Eylemleri ve 1990’ların ilk yarısındaki kamu emekçilerinin “grevli-toplusözleşmeli sendika” mücadelesi, “sınıfa karşı sınıf” siyasetinin dışındaki öznelerin egemenliğiyle sönümlenmiştir.
Altı: Emperyalist sermaye, İMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü vb. yapılanmalar aracılığıyla kapitalizmin mali politikalarını yönlendirirken, Çin-Hindistan-Rusya başta olmak üzere başta ABD’li uluslar arası şirketler olmak üzere büyük tröstlerin oralarda yatırım yaparak ucuz işgücünden, hammadde kaynaklarından daha çok yararlanmaya çalışmışlardır. Türkiye gibi bağımlı ülkelerde ise, önemli sanayi tesislerini, bankaları, madenleri “özelleştirme” yoluyla ellerine geçirmişlerdir. Döviz bazında sıcak para girdisiyle “sanal bir istikrar” görünümü verilen bu ülkelerdeki titrek burjuva iktidarları, “krizlerle terbiye” edilmektedir. Bu gerçekliğe Türkiye açısından bakacak olursak, 90 milyar dolar sıcak parayla titrek hale getirilen Türkiye kapitalizmi, 400 milyar doları aşkın borç tuzağıyla da emperyalist ülkelere daha çok kaynak aktaran bir sömürge ülke konumundadır. Uluslar arası tekellere satacak fabrikası kalmayan Türkiye kapitalizmi, artık akarsuları, ormanları, dağı-taşı satmaya kalkışmaktadır.
Yedi: Emperyalizme bağımlılığın bu kadar ayyuka çıktığı, Türkiye’nin geleceğini tehdit eden gücün ABD olduğuna halkının %77’sinin vurgu yaptığı bir ülkede, emperyalizmin BOP eşbaşkanlığına seçtiği Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı yapmayı becerecek sonucu doğuran “22 Temmuz Seçimleri”nin değerlendirmesine geçebiliriz.
22 Temmuz seçimleri
Daha önce yayınlanan “Seçim Oyunu” başlıklı değerlendirmemizi de dayanak yaparak, 22 Temmuz’un, aslında Türkiye kapitalizmiyle emperyalist ülkeler arasındaki ilişkilerin, Ortadoğu ölçeğinde yeniden düzenlenmesine yönelik ciddi bir makas değişikliği anlamına geldiğini vurgulamakta hiçbir tereddüt görmüyorum. Peki, bunu neye dayanarak rahatlıkla söylediğime gelince, hızla şunların altını çizmek gerekiyor.
Bir: “Seçim oyunu”ndaki burjuva siyasi partilerinin ve bağımsız adayların belirgin rolleri öğreticidir. Bir tarafta emperyalizmin doğrudan politikalarını “ılımlı İslam”, daha doğrusu BOP çerçevesinde dillendiren AKP’yle emperyalizmle ilişkileri milliyetçi çizgide sürdürmeyi dillendiren CHP-MHP’nin yarattığı “gerilim ortamı”nda “ölümü gösterip sıtmaya razı edilen” yoksul Türk ve Kürt kitlelerinin AKP’ye yönlendirilmesi sağlanmıştır. Bunun gerçekleşmesinde Kürtler açısından DTP’nin rolü de küçümsenemeyecek kadar önemlidir. Bunun nedenleri konusunda bizzat bu partinin seçim değerlendirmesindeki ifadelere bakmak yeterlidir.
Orada yer almayan, ancak “Bağımsız Adayları Belirleme Komitesi”nde bulunanların içinden bildiği, seçim sonuçlarına göre de kör olmayanların açıktan okuduğu bir gerçek var ki, DTP, kazanma olasılığının bulunmadığı bütün illerde tabanını, AKP’ye oy vermesi için yönlendirmiştir. Bu duruma bağlı öğretici olmakla birlikte özellikle EMEP tarafından seçim değerlendirme raporundan okunmayan bir gerçeğin daha belirtilmesinde yarar var. EMEP’te örgütsel bünyeyle, ÖDP’de çalkantılı biçimde gerçekleşen genel başkanların bağımsız aday olarak seçimlere girmesi ve seçim sonucunda orta
ya çıkan tabloyu şöyle okumak mümkündür. İstanbul’da ÖDP’nin 15-16 bin civarında kendi oy desteği dışındaki Ufuk Uras’a çıkan 50 bini aşkın oy, EMEP ve DTP’lilerin çabasının bir sonucudur. Ancak, aynı çalışma İzmir’de Levent Tüzel için gerçekleşmemiştir. Her ne kadar DTP’lilerin Levent Tüzel’i rahat seçilebileceği Batman ya da Tunceli’den aday göstermeyi önerdikleri, ancak EMEP’in işçilerin yoğun olduğu İzmir’den seçilmeyi tercih ettiği belirtilse de, sonuç itibariyle AKP üzerinden yürütülecek AB’ci politikalara daha yakın olan Ufuk Uras liberal-sol çizgi çerçevesinde yoğun bir çalışmayla seçilirken, bu çizgiye en uzak konumdaki Levent Tüzel yalnız bırakılmıştır. Üst soyutlama böyle okunabilir. Bunun başka biçimlerde teorileştirilmesini anlamlı bulmadığımı belirtmeliyim.
İki: TBMM’deki yemin töreni, Ahmet Türk-Devlet Bahçeli tokalaşması, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı için yaptığı görüşmelerdeki açıklamalar, Abdullah Öcalan’ın bu gelişmelere yönelik tepkileri, CHP ve DSP’nin durumu bir bütün olarak değerlendirildiğinde ABD ve AB emperyalizminin sonuçtan oldukça memnun olduğu görülmektedir. Türkiye kapitalizminin bütün örgütlerinin açıklamaları (TÜSİAD başta olmak üzere) emperyalizmin memnuniyetiyle paraleldir. Üst soyutlamayla Türkiye’de “Birinci Cumhuriyet” süreci noktalanmış, BOP çerçevesinde biçimlendirilen “İkinci Cumhuriyet” raylarına geçilmiştir. Bu “raylar”ın krizlerle olabildiğince titrekleşmiş olan Türkiye kapitalizmi tarafından ne ölçüde döşenebileceği ayrı bir konudur ve bizim “toplumsal kurtuluş” mücadelemiz çerçevesinde çok derinden değerlendirilmelidir. Şimdilik ve öncelikle dikkate alınması gereken tehlike ise Türk ve Kürt halklarının “yollarını birleştirmek” çabamızda Kürt ve Türk sosyalistlerin, onların devrimci örgütlerinin önünü kesecek biçimde Türkiye’de emperyalist politikalara bağımlı körüklenen milliyetçiliğin, Kürtler açısından Barzaniciliğin kemikleşmesidir. Türk ve Kürt işçi, emekçi ve yoksullarının yollarını bu emperyalist politikalardan, işbirlikçi sömürücülerden ayırıp “birlikte toplumsal kurtuluş”a dönüştürmek için çok hızlı ve “sosyalist akıl” yüklü stratejiyi toplumun gözünde belirgin kılmak, bunu sağlayacak devrimci taktikleri örgütsel kolektifin inisiyatifinde geliştirmek…
Üç: “22 Temmuz seçim Oyunu”nu bozmaya yönelik ilkeli sosyalist siyaset yapan TKP ve diğer devrimci örgütler ise, nicel bakımdan başarısız olmuşlardır. İşçi sınıfı emekçilerin kurtuluşunun partili siyasetle ancak mümkün olacağına yönelik ısrarlı duruş bakımından ise önemli bir kazanım sağlamışlardır. İstatistiki veriler dikkatle okunduğunda, işçi sınıfı ve emekçilerin yoğun olduğu kent ve bölgelerde bir gelişme kaydedilmezken, yoksulluk ve baskıların yoğunlaştığı Kürt coğrafyasında, Karadeniz bölgesinde belli bir gelişme sağlandığı dikkati çekmektedir. Ardahan (%1.4), Van, Muş, Mardin vb. illerde TKP’ye verilen oylardaki artışı, Kürt burjuva ve feodal güçlerin AKP ve DTP çizgisinde izlediği uzlaşmacı politikalara tepki duyan Kürt kökenli sosyalistlerin bir yönelişi olarak değerlendirmek mümkün görünmektedir. Trabzon’un Of ve Hayrat ilçelerinde jandarmanın soruşturmasına vesile olan TKP oylarındaki artış ise, bölgedeki yoksullaşma ve işbirlikçiliğe karşı bir tepkinin yansımasıdır.
Burjuva basınında “çerez” konusu haline getirilen Manisa’ya bağlı Develi köylülerinin TKP’nin iki yıl süren desteğiyle gerçekleştirdikleri çöplükten kurtulma başarılarına karşın bu partiye oy vermemelerini ise, kitle içinde parti çalışmasının yapılmamasına, “destek kıtası” konumuna bağlamak gerekiyor. Ancak burada bir başka saptamayı daha dillendirmekte yarar var. “Kentli sosyalist hareket olma, sanayi işçisini merkeze alan bir sınıf partisi oluşturma” kararlılığıyla çalışma yapan TKP geleneğinin, Yurtsever Cephe açılımıyla birlikte kent ve kır yoksulları”na yönelik bir açılım yaptığı, mücadele geliştiren köylülerle bağ kurduğu ortada. “2004 seçimleri”nde Hatay Altınözü’ne bağlı Tokaçlı köyünde 2. parti, “22 Temmuz seçimleri”nde Trabzon Hayrat’a bağlı Balaban’da 3. parti konumunda olması, bu konuda başarılı çalışma yürütüldüğünde verim alındığını göstermektedir. Bu istatistiki verilerin nitel bakımından değerlendirilmesi bir yana, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı, kültür tabakalaşmaları dikkate alındığında “işçi sınıfı kültürü”nün kökleşmediği sanayi kentlerinde bile sınıfın davranışını etkileyen en önemli faktörlerin feodal, köy kültürü kaynaklı olduğu görülmektedir. Dolayısıyla işçi sınıfıyla organik bağ kurmanın, onu siyasal güç haline getirmenin yolu, bu kültürü devrimci tarzda dönüştürmenin araçlarını yaratmaktan geçiyor. Bu bakımdan TKP’deki bu yönelimi önemsemek ve geliştirmek gerekiyor.
Bu saptamayı, başka örgütleri çok yakından takip etmediğim için TKP’yle sınırlı tutuyorum. Partili bir örgüt tarzına yatkın olmayan, ancak “halk”la bağ kurma konusunda çok daha zengin deneyimi bulunan Halkevci hareketin, temel kent ve kır sorunları çerçevesinde geliştirdiği mücadele tarzının da partili mücadeleyi geliştirmek isteyenlere veriler sunduğunu belirtmeliyim.
Dört: Bağımsız aday çalışmasının, TBMM’ye açılan bir tünel olduğu söyleniyor. Bunun ne ölçüde doğru olduğunu zamanla daha iyi anlayacağız ama erken bir saptamada olsa, bunun bir plan çerçevesinde gerçekleştiğini söylemek gerekiyor. “İki”nci maddede altını çizdiğimiz saptamanın bir sonucu olarak DTP’ye, BOP’ta Kürtlere verilmek istenen rol bakımından sınırlı bir olanak sunulmuştur. Türkiye ve Ortadoğu’yu daha çok savaş alanına dönüştürmek için ABD silah tekellerinin büyük satışlar yaptığı biliniyor. Diğer yandan Türkiye ve Ortadoğu’nun başka ülkelerinden yoğun kaynak aktarımını, önümüzdeki dönemin en önemli kaynakları olan enerji ve suyu kontrol altına alacak biçimde genişletmeye çalışan emperyalist ülkelerin, kendi aralarındaki güç çatışmaları yanında Ortadoğu’nun haritasını BOP’a göre yeniden çizmeye çalıştıklarını herkes biliyor. Bu çerçevede DTP’nin AKP’ye yedeklenerek BOP’a katkıda bulunması hedeflenmektedir. Şu ana kadar verilen izlenim de bunun mümkün olabileceğini göstermektedir.
Beş: “22 Temmuz Seçim Oyunu”nda Hatay’da ortaya çıkan tablo öğreticidir. Hatay, Türkiye’nin hem Ortadoğu hem de Akdeniz ülkeleriyle ilişkileri bakımından önemli bir coğrafyada yer almakla birlikte, farklı inançlardan, kültürlerden, etnik gruplardan insanların “bir arada yaşama” istencinin “en iyi gerçekleştiği” bir ildir. Burada son yıllara kadar sosyaldemokrat ve liberal-sol eğilimler daha baskın iken, 2000’den bu yana adım adım BOP’a uygun bir tablo ağırlık kazanmaya başlamaktadır. “İnançlar Buluşması/ Medeniyetler Buluşması” adı altında yürütülen çalışmalar meyvesini bu seçimde AKP’nin birinci parti haline gelmesiyle vermiştir. Diğer yandan, Türk ve Kürt halklarının, Antakya’da Arap kökenli halkla da yollarını birleştirerek toplumsal kurtuluşa yürümek konusunda atılan adımların önemli oranda darbe yediği anlaşılmaktadır. Birincisi DTP-EMEP ve yerel sol gruplarca desteklenen bağımsız adayın 11.500 civarında oy alması düşündürücüdür. “1995 seçimleri”nde Emek Barış ve Özgürlük Bloğu adına seçime giren HADEP’e 17 bin civarında oy çıktığı dikkate alındığında, bu büyük oy kaybında ideolojik ve siyasal nedenlerin belirleyici olduğu görülmektedir.
1995 seçimlerini yakından bildiğim için rahatlıkla dile getirmem gereken saptama şudur: O zaman d
a Kürtlerin yoğun yaşadığı İskenderun, Payas, Dörtyol ve Erzin bölgesinden HADEP’e verilen oylar çok az, Refah Partisi’ne verilen oylar ise fazlaydı. Şimdi de AKP’ye verilen oyların fazla olduğunu görebiliyoruz. Bu gerçek, daha önceki değerlendirmemizi teyit etmektedir. Hatay’da “2004 seçimleri”nde 2000 civarında olan TKP oylarının 1340’lara düşmesi, ÖDP’nin oylarının 750’lere gerilemesi, sol hareketin taban kaybetmesi bakımından ciddiyetle değerlendirilmelidir.
Toplumsal kurtuluş mücadelesi
Gelelim “toplumsal kurtuluş” mücadelemizin bu özlü ve hızlı değerlendirme ve saptamalarımız ışığında nasıl biçimleneceği, bunun için hangi araç ve taktiklerin geliştirileceği, sınıflar mücadelesinin kırılma noktalarına nasıl yüklenileceği, emperyalist-kapitalist sistemin “kriz yönetme” becerisi çanına nasıl ot tıkanacağı konularına. Bu yazı çerçevesinde yine özlü ve hızlı değerlendirme ve önerileri sıralamak istiyorum.
Bir: Dünya kapitalizminin başat ekonomileri olan ABD, AB ve Japonya sermayesi, sıcak para trafiğinin yürütüldüğü borsalar üzerinden sürekli kırılganlık arz etmektedir. En son olarak ABD’de 10 trilyon dolar hacme sahip olan emlak sektöründeki kredilerin önemli bölümünün batık hale gelmesi, Asya piyasası başta olmak üzere birçok borsa da ciddi kırılmalara neden oldu. Türkiye’de mortgage sistemi ile daha da geliştirilmeye çalışılan emlak piyasasının bundan ciddi biçimde etkileneceği ortadadır. %47’si doğalgazla çevrilen enerji sektörünün dışa bağımlı hale gelmesi, “yap-işlet” modeliyle ENKA başta olmak üzere tekellere devredilen enerji piyasası, Türkiye’nin yavaş yavaş elektrik kesintileriyle başlayan karanlığa gömülme dönemini erkenleştirecektir. Tarımsal üretimin, tohum başta olmak üzere tümüyle uluslar arası tekellerin kontrolüne geçtiği, orta ve küçük köylülüğün önemli oranda yoksullaşarak çözüldüğü, böylece işsizler ordusunun % 20’leri geçtiği bilinmektedir. Bu “yönetilebilir yoksulluk sınırı”nın giderek zorlanması anlamına gelmektedir.
İki: Uyuşturulmuş, köleliğe alıştırılmış, “sadaka”ya bağlanmış yoksulların, işsizlerin artması, örgütsüz oldukları sürece Türkiye kapitalizmi için bir tehlike teşkil etmeyecektir. Dünya Bankası, dünyanın en pahalı elektriğinin satıldığı Türkiye’de hükümete elektriğe zam yapması için baskı uygulamaktadır. Çünkü sıcaklığı yavaş yavaş artan suya alıştırılan ve sonunda yanan kurbağa misali, eğer bu halkı devrimciler, sosyalistler ayağa kaldırıp emperyalizme-kapitalizme karşı örgütlü mücadeleye yönlendirmezse, hem Türkiye’nin Irak’a benzemesi kaçınılmaz olacak hem de Türk ve Kürt halklarının yollarını sosyalizmde birleştirmek olanaksız hale gelecektir. “Yolları birleştirerek toplumsal kurtuluş”a ulaşmak için, son zamanlarda giderek körüklenen bağımsız bireyler, aydın ve sanatçılar olarak açıklama yapma, bir etkinliğe, greve, eyleme destek verme eğilimini tersine çevirerek, devrimci, sosyalist örgütlerimizi güçlendirme, işçi ve emekçilerin içinde kök salma siyasetine ağırlık vermeliyiz.
Örgütlü mücadeleden kaçışa neden olan ya da insanların bunları gerekçe yapmalarına fırsat sunan partilerimizdeki zaaflardan, örgütsel yetersizliklerden, sekterlikten ve kitleden kopukluktan bir an önce sıyrılmamız gerekmektedir. İlkeli, programlı ve partili siyasetin, işçi ve emekçilerin daha yoğunlaştığı parti kadrolarıyla güçlendirildiği, yöre ve bölgelerin öznel durumlarını dikkate alan bir siyaset tarzıyla zenginleştirildiği önümüzdeki süreçte çubuğu bizden yana bükmek, daha olanaklı hale gelecektir.
Üç: Bu mücadelenin estetize edilmesi, mücadele estetiğinin kültür-sanat ve edebiyat insanlarının gündemini belirlediği bir süreç, üretici-yaratıcı bir sosyalist sanatın güçlenmesini, kitlelerle buluşmasını sağlayacaktır.
Dört: Her dibe vuruş yeni bir yükseliş sağlamaz. Ancak her devrimci yükseliş, emperyalist-kapitalist sistemi sarsar. Bu morali güçlü kılacağımız hem tarihsel birikim hem de nesnel durum mevcuttur. Sorun “adam gibi özne” olabilmektedir.
17 Ağustos 2007