En başta vurgulanmalı ki, genel seçimde seçmenin isabetli, rasyonel ve etik bir tercih yapıp yapamadığını nedenleriyle birlikte sorgulamak herkesin hakkı ve görevidir. Kınanma ve yalnız kalma endişesiyle susmak ya da halkı pohpohlamak dürüstlükle bağdaşmaz. Seçimler AKP’nin tartışılmaz üstünlüğüyle sonuçlandı. Anlaşıldı ki Türkiye’de her iki kişiden biri AKP’lidir. Anlaşıldı ki, işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, gelir dağılımında ve […]
En başta vurgulanmalı ki, genel seçimde seçmenin isabetli, rasyonel ve etik bir tercih yapıp yapamadığını nedenleriyle birlikte sorgulamak herkesin hakkı ve görevidir. Kınanma ve yalnız kalma endişesiyle susmak ya da halkı pohpohlamak dürüstlükle bağdaşmaz.
Seçimler AKP’nin tartışılmaz üstünlüğüyle sonuçlandı. Anlaşıldı ki Türkiye’de her iki kişiden biri AKP’lidir.
Anlaşıldı ki, işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, gelir dağılımında ve vergi yükünün paylaşımında adaletsizlik, kamusal iş yerlerine personel alımında ayrımcılık, dış politika yenilgileri, seçmenin yarısı için sorun değildir. Seçmenlerin yarıya yakını, ülkenin gidişinden memnundur! Ya da en iyimser deyişle, halkın yarısı AKP’yi ehveni şer saymıştır.
Bu yönüyle seçim gerçekten sürpriz oldu. Seçim sonucunun sürpriz etkisi yaratması ve dünya çapında yankılanması doğal.
Sonuç, AKP’de bile sürpriz etkisi yarattı. Çünkü, kendileri de beklemiyorlardı böyle bir sonucu. AKP için özel olarak yapılan anketlerde sonucun yüzde 38-39’larda tahmin edildiği söyleniyordu. Nitekim Başbakan Erdoğan, seçimden bir hafta önce Samanyolu TV’de soruları yanıtlarken, “Yüzde 40’ı yakaladık, 310 milletvekili ile yeniden iktidara geliyoruz” diyordu.
Aile içi sohbetlerde de aynı rakamlar telaffuz ediliyordu. Aileden Fehmi Koru, Taha Kıvanç imzasıyla kaleme aldığı yazısında, kampanya döneminde Rize’deki evinde Başbakan Erdoğan’a nasıl bir sonuç beklediğini sorduğunu anlatıyor: “Sorum üzerine bir an düşündü, ‘Herhalde yüzde 40’ın üzerinde bir şey olur; öyle görünüyor’ dedi… Seçim sonuçlarını görüştüğü meslektaşlara, ‘Bu kadarını ummuyorduk’ anlamına gelen cevaplar vermiş. Ummuyordu, doğru. Türkiye’deki yaklaşık her iki kişiden birinin Ak Parti’ye oy vermesi anlamına gelecek bir sonuç beklemiyordu Başbakan Erdoğan.” (Yeni Şafak, 24 Temmuz 2007)
Yüzde 40’ın üzerini temenni edip ummadığı bir seçim zaferi kazanan Tayyip Erdoğan, sonucu demokrasinin olgunlaştığının göstergesi sayıyor. Yerli medyadaki alkışçılarına göre de sonuç, sivil demokratik devrim! Halk siyasette istikrara, ekonomide büyümeye sahip çıktı! AKP ciddi bir hata yapmazsa 2012 seçimini de kazanır!..
Yabancı medyadaki kimi alkışçıları yerlilerden daha da endazesizler. “Toprak kayması gibi zafer”, “Türkiye’de ılımlı İslam kazandı”, “Sonuçlar kurulu düzene tokat”, “Laiklere ve orduya darbe” yorumlarının yanı sıra Tayyip Erdoğan’ı “Türkiye’nin 21’inci asırdaki Atatürk’ü” ilan edeni bile çıktı.
Yabancıların alkışının elbette bir nedeni var. “Türkiye’yi pazarlıyorum. Bizim için verilecek para önemlidir” siyaseti güden Erdoğan için az bile söylemişler.
* * *
Sivil demokratik devrim!
Yerli yabancı alkışçılar “sivil demokratik devrim” söyleminde ağız birliği ederken, AKP’nin kimliğinin gözlerden saklanmasına, demokrasi kavramının içinin bu denli boşaltılmasına isyan etmemek elde değil.
Öteki düzen partilerinin sivil ve demokrat olmadıkları zaten biliniyor. AKP’nin sivil ve demokrat parti olmadığı da beş yıllık iktidar döneminde yeterince anlaşılmadıysa ortada bir algılama, anlamlandırma sorunu var demektir. Daha acısı, kanaat esnafı eliyle bilinçli bir yanıltma çabasından da söz edilebilir. Anayasa’yı değiştirecek çoğunluğa sahip olmasına karşın beş yıl boyunca ülkeyi darbe anayasası ile yönetti; sınırlı bir anayasa değişikliğini Cumhurbaşkanı seçiminde tökezlediğinde ancak akıl edebildi. Ne seçim yasasını demokratikleştirdi ne ceza yasasını.
AKP’nin demokratikleşme adına icraatı, siyasete AB-D zorlamasıyla demokrasi makyajı çekmekten ibaret kaldı. Dilenci yerine koyduğu seçmene verdiği sadaka ölçüsünde demokrasi sadakası yani. Beş yıllık iktidar pratiği, AKP’nin halkı siyasete katmanın, siyaseti demokratikleştirmenin ve sivilleştirmenin partisi değil, Türkiye’yi neo-liberal/emperyal yeni dünya düzenine pazarlamanın en gözü kara partisi olduğunun yeterli kanıtıdır.
Her kesimden ve her iki kişiden birinin oyunu almayı demokratlığın kanıtı saymak da AKP lehine üretilmiş “demokratik” kafa karışıklığıdır. Siyasal sosyal sürece emek gözlüğüyle değil sermaye gözlüğüyle bakmanın ürettiği bir kafa karışıklığı ya da karıştırması. Bir siyasi akımın doğruluğunu yanlışlığını, demokratlığını ya da faşistliğini sandıktan çıkan oyla değerlendirme yanlışlığı. Almanya’yı felakete sürükleyen, dünyayı kana bulayan Hitler de çoğunluğun oylarıyla iktidara gelmişti. Tayyip Erdoğan’ın yakın dostu küresel faşist Bush da çoğunluğun oyuyla iktidara geldi. Türkiye’nin sırtına geçirilen deli gömleği Anayasa da yüzde 92,5 oranında oyla kabul edilmişti. Oysa Uruguay’da darbe anayasası halk tarafından reddedilmişti.
Her iki kişiden birinin oy verdiği listesini ehlileştirmiş gözükse de AKP’yi kökten dinci geçmişi ve özlemleri bilinen “tramvay demokratı” liderliğindeki radikal troyka yönetiyor. Bütün ülkeyi ilgilendiren en hayati kararlar troyka tarafından alınıyor. Cumhurbaşkanı adayının kim olacağını ise son güne kadar sadece bir kişi biliyordu. Kendi içinde demokrat olmayan, modern hukuk yerine modernizm öncesi kültürel-dinsel değerlere vurgu yapan, kadın-erkek ilişkilerinin referansını dinde arayan partinin siyaseti demokratlaştıracağı iddiası, oportünist aydın fantezisi olmanın ötesinde bir anlam taşımıyor.
Burjuva demokrasinin mantıki temeli serbest piyasadır; ama, en gözü karasından serbest piyasacı olması da AKP’nin demokrat bir parti olduğunu göstermiyor. Tapınırcasına piyasayı benimsemek demokratlığın göstergesi ise Pinochet’den daha demokratı gösterilemez herhalde.
Serbest piyasa demokrasinin olmazsa olmazı değil, göstergesi hiç değil. Serbest piyasanın demokrasiye zemin olduğu günler tarihte kaldı. Esasen burjuva demokrasisi emekçilerin sahip çıkması ve zorlamasıyla olgunlaştı ve zaten artık serbest piyasa değil, küresel tekelci piyasa devrindeyiz. Küresel tekelci piyasanın temel siyasal içgüdüsü, demokrasi değil tekelci zorbalık ve faşizmdir. Burjuva demokrasisi emekçiler sahip çıkabildiği ölçüde nefes alıp verebilmektedir.
Sömürge ve yeni sömürge ülkelerde ise, futbola benzetmek uygun düşerse, serbest piyasa ve onun demokrasisi, emekçilerin yarı sahasında oynanan tek kale maçtan ibarettir. Burjuva sınıfı sürekli penaltı çekerken, emek kalesindeki file bekçisinin elleri ayakları bağlıdır. Türkiye’de de önceki iktidarlar döneminde olduğu gibi AKP iktidarı döneminde de emek takımının oyuncuları, seyircileri Hülya’nın selülitleriyle, Bülent’in Armağan’ıyla, İbo’nun ayartacağı 18’lik çıtırlarla oyalanırken goller hep emek kalesine dolmaktadır. Tek kale maçın, neo-liberal/emperyal yeni dünya düzeni aktörlerinin hakemliğinde gerçekleşiyor olması da cabası.
Oylarını yağdırmakla halkın AKP’ye militarist-bürokratik vesayeti tasfiye görevi verdiği, böylece siyasetin sivilleşip demokratlaşacağı iddiası da en hafif deyişle aldatmacadır. Halk böyle bir görev vermedi. Halkın merkezci ve tepeden inmeci tarihsel siyasal mirası genlerinden silip sivil demokratik refleks geliştirdiğinin işareti yoktur. Olsa, siyaset istikrarlı şekilde sağa kaymazdı. Seçimde olan biten, militarist-bürokratik vesayetin daha sinsi tarikat ve cemaat vesayetiyle harmanlanarak tahkim edileceğinin halk tarafından bilinçli ya da bilinçsiz onaylanmasıdır.
Malum, Türkiye’de siyasetin toplanma bölgesinin koordinatları “kışla-cami”
eksenlerince işaretlenmektedir. Topluma vesayet ve halkın vasi tercihi de öyle. Kışla merkezli vesayet apoletli otoritarizm, cami merkezli vesayet imkân bulduğu ölçüde takkeli totalitarizm olarak vücut bulmaktadır. Ne ki, halkın bu seçimde cami merkezli vesayeti tercih etmesinin ardından medya eliyle pompalanan egemen söylemde, yarım yamalak laik ve cumhuriyetçi kışlanın vesayeti otoriterlik sayılırken, ılımlı olduğu varsayılan tarikat ve cemaat vesayeti sivillik ve demokratlık diye propaganda ediliyor. Kamu bilincini iğfal operasyonunun en rafine en oportünist bir versiyonu. Yerli vesayet çatışmasının ve beklenen uzlaşmasının neo-liberal/emperyal yeni dünya düzeni aktörlerinin vesayetinde gerçekleşiyor olması da cabası.
* * *
Seçimin rasyonalitesi
Yerli yabancı alkışçılar “sivil demokratik devrim” retoriğinde ağız birliği ederken, demokrasi kavramının içinin bu denli boşaltılmasına isyan etmemek elde değil. Demokrasi seçim sandığından mı ibarettir? Halk neylerse güzel mi eyler?
Bir siyasetçi (CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen), partisinin uğradığı yenilgi üzerine, her iki kişiden birinin AKP’ye oy vermesinin akılcılıktan uzak olduğunu savundu:
“Vatandaşlarımızın geniş kesimlerinin bu kadar sıkıntı çektiği bir dönemde bu iktidar partisi oylarını artırabiliyorsa bunda rasyonel olmayan bazı sebepler aramak gerekir. Eğer siz sıkıntı, açlık çekmenize rağmen hayatınızdan hiç memnun olmamanıza rağmen, sabahtan akşama kadar her gün hükümeti eleştirmenize rağmen gidip de hükümet partisine oy veriyorsanız, bu işte mantıkla açıklanmayacak bir şey var demektir.”
Bu sözlerin sahibinin AKP’ye neden bu denli oy verildiğini sorgulamaya hakkı yoktu. Seçim gecesi ekranlarda bir vatandaş, “Meclis’e bir merkez sağ parti, iki de aşırı sağ parti girdi” diyordu. CHP’li Öymen illa bir irrasyonalite sorgulaması yapmak istiyorsa, sol politikaları terk ederek sosyal demokrat kalma kurnazlığındaki irrasyonaliteyi sorgulamalıydı. Dürüstçe bir irrasyonalite sorgulaması yapmak istiyorsa, seçmenin AKP’ye desteğindeki irrasyonaliteden daha çarpıcı ve derin bir irrasyonaliteyi, yani ırkçı-milliyetçi partiyle aynı kulvara düşen kendi partisine nasıl olup da halkın hâlâ yüzde 20’nin üzerinde oy verebildiğini, partisinin ırkçı-milliyetçi söylemine sol kitlenin nasıl olup da oy verebildiğini, partisinin neden daha çok orta ve üst gelir gruplarından oy alabildiğini sorgulamalıydı.
Burjuva siyasetçisinin AKP’ye oy veren kitleyi rasyonalite sorgusuna çekmeye hakkı yoktu. Ne ki, siyasetçinin şahsında mahkûm edilen Türk aydını oldu. Başbakan Erdoğan’ın halka düpedüz hakaretlerini tek sözcükle olsun eleştirmeyen, eleştirmek şöyle dursun halktan biri gibi davranmak diye alkışlayan kanaat esnafları, Öymen’in şahsında “Halka tepeden bakan, halktan kopuk, halkın değerlerine yabancılaşmış, halkı küçümseyip tahkir eden, mütekebbir, zavallı ve yalnız bir aydın” portresi çizdiler ve “Türk aydını” diye genellediler.
Bu genellemeyi yapanlar medyanın köşe başlarındalar ve bir gün olsun, medya işletmelerindeki emekçilerin parya gibi çalıştırılmalarına, işsizlik tehdidiyle baskı altında tutulmalarına, örgütlenme haklarının engellenmesine eleştiri getirmediler. Ağzı bozuk Başbakan’ın aslında halktan bir “Kasımpaşalı” olduğunu savlarken, Başbakan’ın çocuklarının düğünlerinde takılan takılarla açıklamaya çalıştığı servetiyle, bileğindeki on bin dolarlık saatle nasıl olup da halktan biri olabildiğini sorgulamadılar. “Emekçiden kopuk, emekçiyi küçümseyip tahkir eden, emeğin değerlerine yabancılaşmış, zavallı ve yalnız bir aydın” tanımını namusluca yapacaklarsa, önce aynada kendilerine bakmalıdırlar. Öymen’in AKP’ye oy verenleri akılsızlıkla suçlamaya hakkı olmadığı gibi, sermayeden ulufeli kanaat esnafının da Öymen’i “Türk aydını” diye genelleyerek aydınlara hakaret etmeye hakkı yoktur.
Seçmenin rasyonel, isabetli ve etik bir tercih yapıp yapamadığını nedenleriyle birlikte sorgulamak aydının hakkı ve görevidir. Kınanma ve yalnız kalma endişesiyle susmak ya da halkı pohpohlamak, halkın AKP’ye oy vermekle korkuyu yendiğini, militer vesayet prangasını kırdığını ve AKP’ye sivilleşme misyonu yüklediğini savunmak aydın dürüstlüğüyle bağdaşmaz. Küresel hegemonyanın desteğini almış olmanın verdiği güvenle yerli hegemonya odaklarına kabadayılık taslamayı cesaret diye propaganda etmek de öyle.
“Halk yanılmaz, hep isabetli tercihte bulunur” sanısı doğru değildir. Tersine, çoğunlukla rastlanan, halkların yanıl(tıl)dığıdır. Halk hiç yanılmıyorsa, neylerse hep güzel eyliyorsa bunca sömürü, baskı, zulüm ve savaşlar niyedir? Amerikan halkı, 700 bin kişinin öldürüldüğü Irak işgaline onay vermekle güzel mi eylemiştir? Şimdi halk şakşakçılığı yapan Türk kanaat esnafı, tarihin bu en kanlı lokal işgaline niçin sessiz kalmaktadır? Sessiz kalmak bir yana, “demokratik emperyalizm” masalı anlatarak Türkiye’nin emekçilerini bu işgalin suç ortağı olmaya niçin teşvik etmişti? Apoletli vesayet yerine takkeli vesayetin tercih edilmesi çok mu matah bir şeydir?
* * *
Seçmenin isabetli bir tercih yapıp yapamadığını nedenleriyle birlikte sorgulamak aydının hakkı ve görevidir. Bu sorgulama öncelikle, siyasal iletişim ve halkla ilişkiler alanına girer.
Üniversitelerde siyasal iletişim ve halkla ilişkiler dersi veren hocalar halkın gönlünü, rızasını ve desteğini kazanmak için halka tepeden bakmayan, saygılı ve samimi yaklaşımın, halkla iç içeliğin, kararlılık ve özgüvene dayalı karizmanın şart olduğunu anlatıp durmaktadırlar. Ama galiba biraz boşa nefes tüketmektedirler.
Üniversite hocaları nasihat vere dursunlar, Başbakan Erdoğan Erzurum’da, halinden şikâyet eden çiftçiyi, “Yahu bu millet, yatıp kalkıp size mi çalışacak? Gözünüzü toprak doyursun!” diye azarladı. Sandıklar açıldığında görüldü ki, Başbakan’ın partisi Erzurum’da birinci partidir. O azarı işiten çiftçinin de oyunu Erdoğan’a vermiş olması muhtemeldir. Bunda bir tuhaflık yok mu? Akıl, mantık, tercihte isabet, siyasette sivilleşme ve demokratlaşma bunun neresinde? Başbakan “Gözünüzü toprak doyursun!” diye beddua ederken halktan biri gibi davranmakla iyi mi etmişti?
Başbakan Balıkesir’de, “Çocuklarımız şehit olmasın!” diye ağlaşan vatandaşı da “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir!” diye azarladı. Sandıklar açıldığında görüldü ki Balıkesir’de de birinci partidir. Bunda bir tuhaflık yok mu? Tercihte isabet bunun neresinde? Başbakan, “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir!” diye azarlarken halktan biri gibi mi davranmıştı?
Birikimlerini yeşil sermayeye kaptıran mağdurlar, Almanya gezisi sırasında Başbakan’ı çok kızdırmışlardı. Başbakan dayanamamış, mağdurlara basmıştı azarı: “Bana mı sorup verdiniz paralarınızı…” Bu kadarla kalmamış, soru sormak isteyen bir vatandaşı işaret ederek, “Söyleyin şu sahtekâra ne istiyormuş?” diye hakaret etmişti. Toplantıda hazır bulunan Büyükelçi’yi rencide etmesi ve yabancı ülkelerdeki vatandaşları bulundukları yerde oy kullanma hakkından yoksun bırakması da cabası. Gümrük kapılarındaki sandıklar açıldığında görüldü ki, Türkiye ortalamasının çok çok üzerinde bir oy oranıyla birinci partidir. Bunda bir tuhaflık yok mu? Akıl, mantık, tercihte isabet, siyasette sivilleşme ve demokratlaşma bunun neresinde? Başbakan “Bana mı sorup verdiniz paralarınızı…” diye azarlarken hakaret etmiş o
lmuyor da, halkın tercihini sorgulayan aydınlar mı halkı tahkir etmiş oluyorlar?
Mersin’de ekonominin genel gidişinden yakınan üreticiye “Ulan terbiyesizlik yapma! Artistlik yapma ulan! Hadi ananı da al git buradan!” diye açıkça hakaret etmişti, Mersin’de eskisinden de fazla oy aldı. Bunda bir tuhaflık yok mu? Tercihte isabet bunun neresinde? Başbakan, “Hadi ananı da al git buradan!” diye kovarken hakaret etmiş olmuyor da halkın tercihini sorgulayan aydınlar mı halkı tahkir etmiş oluyorlar?
Beş yıl boyunca ürettiğini yok pahasına elden çıkarmak zorunda kalan, bu yüzden hükümeti protesto mitingleri düzenleyen fındık üreticisi, seçimden hemen önceki rüşvet sadakasını yüzde 50’nin üzerinde oy artışıyla ödüllendirdi. Bunda bir tuhaflık yok mu? Seçim öncesi sadaka bu kadar tatlı mı? Siyasette sivilleşme ve demokratlaşma bunun neresinde?
Yolsuzluk bir süredir gayri resmi düzlemde “Çalıyorlar ama iş de yapıyorlar” söylemiyle meşrulaştırılsa da resmi düzlemde hâlâ yüz kızartıcı kabul ediliyor. AKP’li belediye başkanları ve il yöneticilerinin karıştığı yolsuzluk ve usulsüzlük iddiaları “Ali Dibo düzeni” yakıştırmasıyla toplumsal belleğe kazındı. Kamu ihalelerinin partililer arasında paylaştırılması anlamında Ali Dibo düzeni ilk olarak Hatay’da patlak verdiğinde Başbakan Erdoğan “Tamamen yalan!” diye kükremişti. Kamu İhale Kurumu, AKP iktidarının ilk üç yılında Hatay’da verilen 186 ihaleyi inceledi ve neredeyse tamamı AKP yöneticilerine ve partiye yakın işadamlarına verilen ihalelerin 145’inde yolsuzluk ve usulsüzlük tespit etti. Resmi Gazete’de yayımlanan rapora göre sadece AKP Gençlik Kolları Hatay İl Başkanı’nın şirketine 33 ihale verilmişti.
Ali Dibo düzeni sonraları Türkiye’nin hemen her yerinde ortaya çıktı. Kimi AKP milletvekilleri bile olayın üzerine gittiler. Ne ki, yolsuzluğa isyan eden AKP’li vekiller yeniden aday gösterilmediler ve 22 Temmuz’da sandıklar açıldığında görüldü ki, nerede Ali Dibo skandalı çıktıysa, AKP orada birinci partidir. Örneğin Hatay’da 2002’de yüzde 29 olan oy oranı yüzde 40’ı geçti. Ağrı’da yargılanıp cezası ertelenen Milletvekili Cemal Kaya ise yeniden milletvekili seçilirken, AKP’nin daha önce yüzde 17 olan oy oranını yüzde 63’e taşıdı. Bir tek İSKİ skandalı sosyal demokratları halkın gönlünden silmeye yeterken binlerce Ali Dibo vakası nasıl oldu da oy patlamasıyla ödüllendirildi? Bunda bir tuhaflık yok mu? Akıl, mantık, tercihte isabet, siyasette sivilleşme ve demokratlaşma bunun neresinde?
* * *
Yoksulların oyu AKP’ye
Araştırmalar gösteriyor ki, seçmen davranışını belirleyen etmenlerin başında yüzde 75 ile ekonomik durum ve beklentiler geliyor, laikliğe yönelik kaygılar ise yüzde 10,3’le en altta yer alıyor. Yani halk, demokrasi tutkunu değildir, “homo politikus” kimliğiyle değil “homo ekonomikus” kimliğiyle tercih yapmaktadır. Türkiye’de gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet döneminin merkezci ve yukarıdan aşağı siyasal pratiği demokratik refleks sahibi yurttaş kimliğinin ve bilincinin olgunlaşmasına izin vermemiştir.
Günlük ekonomik kaygılara odaklı “homo ekonomikus” kimliğinin demokratik kaygılara odaklı “homo politikus” kimliğine üstün geldiği, bu bağlamda halkın yarısının AKP’yi seçmekle realiteye uygun bir tercihte bulunduğu kabul edilmelidir. Çünkü, ekonomide deprem etkisi yaratan 2001 krizi toplumsal bellekten silinmemiştir ve seçmen bu kaygıyla 2002’de yaptığı tercihi 2007’de daha da güçlendirerek yinelemiştir. Daha doğrusu AKP’yi ehveni şer saymıştır.
Avrupa Birliği’nin (AB) resmi araştırma kurumu olan Eurobarometre‘nin geçen baharda gerçekleştirdiği “Mevcut ekonomik durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?” anketinde Türklerin yüzde 39’u ekonomik durumu iyi bulduğunu söylemiş. Seçmen davranışı dörtte üç oranında ekonomik durum algısıyla belirlendiğine göre, AKP için yapılan özel seçim anketlerinde yüzde 39 olarak saptanan oy oranıyla çakışan bir ekonomik durum tespiti.
Pew Araştırma Merkezi adlı Amerikan kuruluşunun dünya çapında gerçekleştirdiği ve 22 Temmuz seçimlerinden sonra sonuçları yayımlanan “küresel eğilimler”anketi de Türklerin yüzde 46’sının ekonomik durumu iyi gördüğü sonucunu vermiş. Seçmen davranışı dörtte üç oranında ekonomik durum algısıyla belirlendiğine göre, seçimlerde AKP’ye verilen yüzde 46,5 oy oranıyla çakışan bir ekonomik durum tespiti.
Yabancı araştırma kuruluşlarının anketleri, ekonomik durum algılamasıyla sandık sonucunun çakıştığını doğruluyor; ama, mantıksızlık bu noktada başlıyor. Çünkü, AKP’ye verilen yüzde 46,5 oyun ezici çoğunluğu yoksullardan geliyor.
500 lira aylıklı SSK emeklisi, artık koltuk değnekleri ve yardımla yürüyebiliyor. Çocukları bakmasa gerçekten perişan, sefalet içinde. Üstelik evine erzak paketi ve kömür torbası da gönderilmedi. Ama, seçim günü torunu ve damadının yardımıyla sandığa giderek oyunu AKP’ye attı. Nice işsiz ve yoksul da aynı şekilde oyunu AKP’ye verdi. Tarihin acı ironisi olarak, nice hali vakti yerinde olan eğitimli ve demokrat kitle ise “homopolitikus” kaygıyla, faşist partiyle aynı kulvarda yarışan CHP’yi seçti. Sol seçmenin faşizm kulvarına düşen partiye, işsizlerin ve yoksulların ise kendilerini sefil bırakan düzenin iktidar partisine oy yağdırmalarında bir tuhaflık yok mu? Hani ekonomik durum algılaması seçmen davranışının belirleyici etmeniydi? Akıl, mantık bunun neresinde? Hali vakti yerinde olan kitlenin iktidar partisine, yoksulların herhangi bir sol partiye destek vermesi gerekmez miydi?
Yoksulluk ve işsizlik, kader ya da yanlış ekonomi politikalarının sonucu değil, sermaye düzeninde kârı azamileştirmenin en vahşi bir yasası ve yöntemidir.
Başbakan Erdoğan “Türkiye’yi pazarlıyorum. Bizim için verilecek para önemlidir. Her şeyi pazarlar satarız, parayı veren düdüğü çalar!” siyasetinin aktörlüğüne soyundu. Dediğini de yaptı, Türkiye’yi pazarladı. Alan yabancı istihdam artırıcı yatırım yapmış olsa gene iyi. Onun yerine borsanın yüzde 72’sini, bankacılık sektörünün yüzde 42’sini ele geçirdi, kamu malı KİT’leri neredeyse bedava kapattı. Türkiye sıcak para cenneti oldu. 2001 krizinde sadece 5 milyar doları Türkiye’yi nefessiz bırakmaya yeten sıcak para şimdi 88 milyar doları bulmuş. Sıcak para ekonomisinin halka yansıyan yüzü sahte cennet bile değil. İşsizlik ve yoksulluk azalmadı. Dolar milyarderi sayısı bakımından Türkiye dünya altıncısı oldu. İşsizlere ve yoksullar düşen pay ise, sadaka ekonomisi. Resmi rakama göre 2007 yılının Mart-Temmuz döneminde 1 milyon 884 bin 539 aileye (her aileden 2 kişi hesabıyla, yaklaşık 3 milyon 800 bin seçmen, yani toplam seçmenin yüzde 10’u) erzak ve kömür paketi dağıtılmış. Yani karnını doyuracağı bir iş vermek yerine sadaka vermek, hep sadakaya muhtaç tutmak. Sonuçta sandıkta yüzde 46,5 oy desteği. Bunda bir tuhaflık yok mu? Sadaka ekonomisine sadaka demokrasisini “sivilleşme-demokratlaşma” diye alkışlamak aydın haysiyetiyle bağdaşır mı?
Ekranlarda ABD’nin, AB’nin ve dünya medyasının da seçim sonucu üzerinde belirleyici rol oynadığı, sonuca en çok bu çevrelerin sevindiği yorumları birbirini izledi, “demokrasinin zaferi” söyleminde ağız birliği edildi. Oysa ABD karşıtlığı bakımından Türkiye halkının dünyada ilk sırada olduğu söyleniyordu. Pew Araştırma Merkezi adlı Amerikan kuruluşunun 22 Temmuz seçimlerinden sonra açıklanan raporunda da aynı sonuç çıktı. Türkiye’de halkın sadece yüzde 9’u
ABD’ye olumlu gözle bakıyor, ülkeye yönelik tehdit kaynaklarının en başında ABD’yi görüyor. Halkın yüzde 77’si de ABD’yi dünya için en tehlikeli askeri tehdit olarak görüyor.
İki yıl önce Ankara’yı ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı da Türkiye’deki ABD karşıtlığından yakınmış ve AKP liderliğini suçlamıştı. ABD karşıtlığına AB karşıtlığı da eklenmişti. Nasıl bir karşıtlıktır ki, Müslüman halk, AB ile imam nikâhı da değil Katolik nikâhı isteyen, çağdaş Haçlı Savaşı’nda ABD ile birlikte Müslüman Irak’a çullanacak derecede fütursuz, bir de Müslüman geçinen partiyi ezici çoğunlukla yeniden iktidara getirdi. Halk neylerse güzel mi eyler? Demokrasi seçim sandığından mı ibarettir?
Seçim sandığından AKP yerine CHP- MHP koalisyonu çıksa, halk isabetli bir seçim mi yapmış olurdu? Olmazdı. İşsizliğin yoksulluğun, yolsuzluğun ve rüşvetin, ekonomide küresel sermayeye teslimiyetin, vergi ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin, dış politikada uşaklığın tartışılmadığı bir seçimde sandıktan AKP yerine CHP-MHP çoğunluğu çıksaydı bile değişen bir şey olmazdı. Aday listeleri arasında, parti politbürolarına mensup isimler dışında bir fark yoktu. Hatta, radikal troyka dışında AKP’nin listesi daha bir CHP listesiydi. Listeler arasındaki tek fark, AKP’nin listesinde meslek hanesinde ‘işçi’ yazan bir tek aday yokken CHP ve MHP’nin listelerinde birer ‘işçi’ aday vardı. Halk, AKP’nin listesini seçti. Kanaat esnafına göre halkın seçimi demokrasinin zaferi oldu. Demokrasi seçim sandığından mı ibarettir, halk neylerse güzel mi eyler?
* * *
Siyasetin rasyonalitesi
Demokrasi seçim sandığından ibaret değil. Halk neylerse güzel eylemiyor.
Halk geçmişte de siyasetin dışındaydı, “gönüllü kulluk” pratiğinin nesnesiydi. Geçmişte “saray-cami” ittifakıyla gerçekleştirilen “gönüllü kulluk” üretimi küreselleşme evresinde, “siyasal iletişim ve pazarlama”, “propaganda” ve “halkla ilişkiler” adıyla daha da profesyonelleşti.
Karl Marks, ünlü eseri Kapital’de “Nesnelerin dış görünüşü ile özü doğrudan örtüşseydi, tüm bilim gereksiz olurdu” diyordu. Bu saptama, iletişim biliminin de anahtarıdır. Ayrıntısına girmeden söylemek gerekirse, kelimeler gerçeğin beceriksiz avcılarıdır ve iletişim pazarında dolaşıma sokulan mesajlar sadece mesaj değildir. Her haber ve mesaj, verili toplum düzeninin sınıfçı, cinsiyetçi, ırkçı vs her türlü eşitsizliğini yeniden üretir. Yine Mark ve Engels’in deyişiyle, “Egemen sınıfın fikirleri her dönemde egemen fikirlerdir. Yani toplumdaki maddi gücü yöneten sınıf, aynı zamanda entelektüel gücü de yönetmektedir. Maddi üretim araçlarını kendi tasarrufunda tutan sınıf aynı zamanda zihinsel üretim araçları üzerinde de kontrole sahiptir. Bu nedenle genel olarak konuşursak, zihinsel üretim araçlarından mahrum kalanların fikirleri, egemen sınıfın fikirlerinin etkisi altında kalırlar.”
Siyasal iletişim pazarının temel metası imajdır. Günlük konuşma dilinde imaj denildiğinde sadece görüntü akla gelir. Bu görüntü genellikle inanılmaması gereken görüntü olarak algılanır. İletişimde Anahtar Kavramlar‘ın yazarı Fiske’ye göre imaj, gerçekliğin resimdeki gibi görsel ya da edebiyattaki gibi imgesel olarak yeniden temsil edilmesidir. İmaj-gerçek ilişkisi kurulurken, gerçek reddedilmez, teknoloji sayesinde yeniden tanımlanır. Özetle, imaj, “gerçeğin zihinsel resimlerle yeniden üretilmesi”dir. Ve elbette “Zihinsel üretim araçlarından mahrum kalanların fikirleri, egemen sınıfın fikirlerinin etkisi altında kalırlar” yasası hükmünü icra eder, maddi gücü elinde bulunduran sınıf adına üretilen her imaj, sınıfçı, cinsiyetçi, ırkçı vs her türlü eşitsizliği meşrulaştıran mesajları zihinlere şırınga eder.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra teknolojik devrimin elvermesiyle siyaset halktan daha da koptu, siyaset yapanlarla söylem ve imaj üretip pazarlayanlar iyice ayrıştı. Siyaset, reklam, propaganda, halkla ilişkiler ve pazarlama birbirine eklemlendi; politik söylem ve imaj üretimi başlı başına bir sektör oldu. Söylem ve imaj yapıcılar siyaseti kurgulamaya ve “satmaya” başladılar. Küreselleşme döneminde ekonomik ve sosyal hayatın tümüyle kapitalize olmasına uygun şekilde artık siyasetçi, “imaj” ve “ürün” olarak paketlenip siyaset pazarına arz edilmekte; siyaset pazarının müşterisi seçmen de “tüketici” rolünü oynamaktadır. Türkiye pratiğinde ise sadaka ekonomisinin dilencisi, sadaka demokrasisinde seçmen rolünü oynamakta; oy karşılığında imaj satın alırken, üste sadaka almaktadır.
22 Temmuz seçiminde olan biten bundan ibarettir. AKP lideri, “Sivilleşmenin ve demokratikleşmenin mimarı Kasımpaşalı” imajıyla, kankası da “Dindar Cumhurbaşkanı adayı” imajıyla kurgulanarak siyaset pazarına sunulmuş, etkili bir reklam, propaganda, pazarlama ve halkla ilişkiler kampanyasıyla “tüketici” seçmen tarafından satın alınmıştır. Seçmenin yüzde 10’una üste sadaka verilmiştir.
Sonrasında kanaat esnafı eliyle, halkın korkuyu yenerek, militer vesayeti reddedip sivilleşme ve demokratikleşme sürecini başlattığı propagandası…
Oysa Türkiye’de siyaset, bilinen tarih boyunca “kışla-cami” parantezindedir. Kışla ve cami personeli, hem çatışarak hem de kritik zamanlarda omuz omuza vererek, halkı hep vesayet altında tutmuşlar, büyüyüp olgunlaşmasını engellemişlerdir. Şimdi de ipleri koparmak yerine omuz omuza vermeye hazırlanmaktadırlar. Çünkü, bilinir ki, kendi haline bırakılan halk, el yordamıyla da olsa muhakeme yeteneğini geliştirip olgunlaşır, zihnine vurulmuş prangaları parçalayarak gönüllü kulluğu bırakır, bir daha bırakmamak üzere kaderini kendisi çizmeye başlar.
22 Temmuz’da halkın tercihi ve siyaset, gerçekten “kışla-cami” parantezi dışına çıktı mı?
Halk gerçekten korkuyu yenip, siyaseti kendisi için demokratikleştirmeyi mi seçti?
Yoksa, küresel/emperyal sermaye düzenine eklemlenmiş ekonominin kaynaklarını sermaye sınıfı içinde paylaştırıp, seçmene de sadaka dağıtacak sadaka demokrasisi aktörlerini mi?
Demokrasi seçim sandığından mı ibarettir?
Halk neylerse güzel mi eylemiştir?
Rahmi Yıldırım
4 Ağustos 2007