Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz “müjde”yi verdi: ”Bugün gelinen noktada IMF ile kredili bir anlaşma yapmamıza gerek yok, buna ihtiyacımız yok”. Medyamız bu sözleri “IMF ile anlaşmaya gerek yok” diye manşete çekti. Anlaşılan o ki, “kredili bir anlaşma” vurgusunu görmezden gelerek anlamı ‘kısmen’ saptırmışlar. Yılmaz’ın ‘gerek olmadığına’ kani olduğu şey, kredilerin bir icraat takvimine bağlandığı […]
Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz “müjde”yi verdi: ”Bugün gelinen noktada IMF ile kredili bir anlaşma yapmamıza gerek yok, buna ihtiyacımız yok”. Medyamız bu sözleri “IMF ile anlaşmaya gerek yok” diye manşete çekti. Anlaşılan o ki, “kredili bir anlaşma” vurgusunu görmezden gelerek anlamı ‘kısmen’ saptırmışlar. Yılmaz’ın ‘gerek olmadığına’ kani olduğu şey, kredilerin bir icraat takvimine bağlandığı yeni bir stand-by anlaşması. Yani bu sözlerden çıkarılacak ilk anlam, mevcut stand-by anlaşması tamamlandıktan sonra, IMF ile krediye bağlı olmayan bir “Yakın İzleme Anlaşması” imzalanabileceği olmalı. Ancak Merkez Bankası Başkanı’nın sözlerinin devamı, yola tamamen IMF’siz de devam edebileceğine dair sinyaller de içeriyor. “Kendi iç dinamiklerimizle IMF’nin son 4-5 yılda bize sağladığı çabayı kendimiz sağlayabilirsek bu çok güzel olur ama buradan biz ders aldık mı, bu çabayı sağlayabilecek miyiz?” diyen Yılmaz’ın ortaya attığı soru oldukça önemli bir dönüşüme işaret ediyor. Aslında bu sözlerin gerçek anlamı da bu dönüşümde gizli.
Türkiye, neoliberal yapısal uyum programlarının ilk kuşağıyla 80’li yıllarda tanıştı. Dünya çapında yürütülen operasyonlar ile kuralsızlaştırılan, liberalleşen ulusal piyasalar, küresel bir piyasa sistemine yeniden entegre edilmiş, azalan kamu harcamaları ve özelleştirmelerle piyasanın alanı genişletilmiş ve eski tip “kalkınmacı” devlet modeli tasfiye edilmeye başlamıştı. IMF-Dünya Bankası gibi Bretton Woods kurumları da, bu faaliyetleri yöneten, denetleyen “sömürge şefleri” olarak toplumların belleklerine o dönemde kazınmıştı.
Bugün ise bu belleği kaybetmeden 2000’li yıllarda dünya çapında daha fazla görünür hale gelen yeni süreci anlamakta fayda var. Bu yıllara damgasını vuran ikinci kuşak yapısal reformların temel amacı, kuralsızlaştırılan piyasalar yeniden düzenlenirken (reregülasyon), küresel piyasanın hukukunun/kurumlarının ve buna uygun yerel kurumların yaratılarak kurumsal/politik düzenlemelerin hayata geçirilmesi olarak tanımlanmıştır. Yani ikinci kuşak reformların temel hedeflerinden biri, IMF ve Dünya Bankası’nın birinci kuşak reformlar sürecinde oynadığı rolü ülkeler içerisinde yürütecek kurumlar yaratmak ve “işi” bunlara transfer etmektir. Türkiye’de Kemal Derviş ile beraber tanıştığımız bu kurumlara artık her yerde: Enerji Piyasası Kurulu, Tütün Kurulu, Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurulu, Rekabet Kurulu, Yatırım Danışma Konseyi, Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu gibi “yönetişim kurumları”; bunların içinde fink atan ve kurumların tüm kararlarına rengini veren Yabancı Sermaye Derneği, TÜSİAD, MÜSİAD gibi sermaye örgütleri; bazı sendikaların da dahil olduğu piyasacı STK’lar ve dev şirketlerin temsilcileri “iş”leri doğrudan ellerine almaya başladı. Bu kurumlar yasa hazırlamak, uygulamaları düzenlemek ve denetimi gerçekleştirmek gibi bir çok yetkiyle kuşanmış durumda. Ancak bu kurumların mutlak egemenliğinin sağlanması da öyle kolay iş değil ve Türkiye gibi bir çok ülkede bunun yolu yine IMF ve Dünya Bankası’nın zorlamalarıyla ve AKP gibi has piyasacı iktidarlarca açılmaya devam ediyor.
İşte Merkez Bankası Başkanı’nın “Kendi iç dinamiklerimizle IMF’nin bize sağladığı çabayı kendimiz sağlayabilme” hedefini bu veriler ışığında değerlendirmek gerekiyor. Kendi ‘çıpa’sını kendi çakan ve neoliberal yeni sömürgecilik ilişkilerini tam anlamıyla içselleştiren bir ülke yaratabildiklerine inanırlarsa IMF ile ilişkileri kesebilirler. Zaten Başkan da bu pozisyonu gayet açık ifade etmiş: “IMF ile ilişkiye girdiğimiz dönemde aldığımız kararları, IMF’siz dönemde alabilecek miyiz? Bütün mesele bu”. Yani onların tüm meselesi kamusal değerlerin ve hizmetlerin özelleştirilmesini ve özel mülkiyet egemenliğinin pekiştirilmesini hedefleyen tüm neoliberal dönüşümlerin güvence altına alınması.
Peki ya bizim meselemiz? “Neoliberalizme karşı insanca yaşam mücadelesi”nin sadece “Kahrolsun IMF” ile yetinemeyeceği açık. Kimilerimiz IMF çıpasının işlevini üstlenmesi öngörülen neoliberal yönetişim kurumlarını “demokratik sivil toplum”un bir parçası sayıp “içeriden” mücadele önerirken; kimilerimiz ise neoliberal sömürgecilik ilişkilerinin ne kadar içselleştiğini görmezden gelip “tehlikeyi ıraksarken”, biraz aklımızı başımıza almamız gerekiyor. Yerli/yabancı sermaye organları, yönetişim kurumları, üst kurullar, IMF, Dünya Bankası, AB, DTÖ anlaşmaları gibi neoliberal sömürgeciliğin tüm çıpalarına karşı politik bir bayrak açacak mıyız yoksa “lobicilik, kulisçilik, projecilik, ulusalcılık” gibi oyuncaklarla mı oynayacağız. Bütün mesele bu…