22 Temmuz seçimlerinin ardından AKP’nin yakaladığı muazzam oy oranını gören sol seçmenin ilk tepkisi “bu millet adam olmaz” şeklindeydi. Seçimlerden bugüne kadar gelen süreçte AKP’nin uyguladığı yıkım politikalarına rağmen halkın neredeyse yarısının bu partiye oy vermesi kamuoyunda bir şaşkınlık havası yarattı. Halkın yarısı gayet “bilinçli” bir biçimde AKP’ye oy verdiğine göre bu seçim başarısına şaşıran […]
22 Temmuz seçimlerinin ardından AKP’nin yakaladığı muazzam oy oranını gören sol seçmenin ilk tepkisi “bu millet adam olmaz” şeklindeydi. Seçimlerden bugüne kadar gelen süreçte AKP’nin uyguladığı yıkım politikalarına rağmen halkın neredeyse yarısının bu partiye oy vermesi kamuoyunda bir şaşkınlık havası yarattı. Halkın yarısı gayet “bilinçli” bir biçimde AKP’ye oy verdiğine göre bu seçim başarısına şaşıran kamuoyu kimdi acaba? Aslında AKP’nin seçim başarısı, hatta CHP’nin yaşadığı hayal kırıklığı da bu sorunun içerisindeki muazzam ironide gizli.
CHP’nin yüzde 20’lik seçmen kitlesini Cumhuriyet mitinglerinde sokağa dökülebilen, gazetelerde “kamuoyu” olarak adlandırılan bir kesim oluştururken, AKP, düşünsel olarak memleket siyasetine rengini veremeyen, ekonomik olarak da devletten bir şey alamayan bir kitlenin oylarını topladı. Tahran Erdem’in seçim anketine cümle “kamuoyu” katıla katıla gülerken, verdikleri oylarla “kamuoyunu” şaşkına çevirenler onlardı. Özetle, “kim okuyor bu dandik gazeteleri”, “kim dinler ki bu saçma müziği”, “kim izliyor bu saçma programları” sorularının cevabı olan ülkenin büyük çoğunluğu, uzun zaman sonra biraz da bıyık altından gülerek “ben” dedi. Ve AKP’yi siyaset sahnesine eşi görülmedik bir yükselişle tek başına iktidar olarak taşıdı.
Peki, bu seçmeni AKP’nin siyasi çizgisine çeken ve aynı anda iten şey neydi? AKP’nin 4.5 yıllık iktidarı döneminde, sosyal güvence konusunda son derece yıkıcı adımlar attığı, özelleştirmeler ve taşeronlaştırma uygulamaları nedeniyle birçok güvenceli işçiyi işsiz bıraktığı, eşi görülmedik bir kadrolaşma politikası uyguladığı, eğitim ve sağlık hizmetlerinde neo-liberal saldırı programlarını acımasızca uyguladığı bilinen bir gerçek. AKP’nin iktidarı boyunca nereye saldırdığı, nasıl ve hangi siyasi kodlarla saldırdığının ortaya konulması seçim başarısının ardında yatan gerçekleri görmemize yardımcı olacak.
AKP’nin uyguladığı neo-liberal yıkım programları 85 yıllık Cumhuriyet tarihi içerisinde görece bir konum kazanmış, güvenceli ve göreceli olarak yüksek maaş alan bir kesim açısından son derece yıkıcı sonuçlara neden oldu. Genel anlamıyla CHP’nin seçmen kitlesi olarak vücut bulan bu kesim, Cumhuriyet mitinglerinde kendisine böylesi bir yaşam standardı sağladığını düşündüğü geleneksel devlet mekanizmasına duyduğu minneti ve AKP iktidarı döneminde yaşadığı konum kaybetme korkusunu dile getirdi. Türkiye devletini (CHP ve Genelkurmayın siyasi müdahalesiyle) kırmızı çizgilerden ve değiştirilemez anayasa maddelerinden oluşan yekpare bir bütün olarak algılayan bu kesim, Cumhuriyet mitinglerinde neo-liberalizme ve gericiliğe karşı duyduğu öfkeyi devleti savunarak ifade etti. Geleneksel devlet yapısını oluşturan “laiklik”, “ülkenin bölünmez bütünlüğü”, “orduya sahip çıkma” gibi kodlar Cumhuriyet mitinglerinin devleti savunma refleksinin birer yansıması oldular. Bu görece güvenceli kesim, belli bir yaşam standardına ve alışageldiği bir “Cumhuriyet kültürü”ne sahip kitlelerden oluşuyordu ve gerek özelleştirmeler gerek güvencesizleştirme uygulamaları gerekse AKP kadrolaşması hep bu kesimin devletten dışlanmasına neden oluyordu.
Bu geniş kalabalığın oluşturduğu kamuoyunun ardında ise seçimlerde kendisini AKP seçmeni olarak ifade etmiş olan Cumhuriyet rejiminin dışladığı kesimler bulunuyor. Yıllar boyunca “gecekondusu kentin görünümünü bozuyor” diye eleştirilen, “şivesi bozuk” olduğu için medyada karikatürleştirilen, dinlediği müzik dalga konusu edilen milyonlarca kişilik dev bir orduyu oluşturan bu kesimler, kendisini devleti oluşturan toplam içerisinde ifade edemediği için AKP’nin geleneksel devlet yapısını parçalamasından paylarına düşebilecek bir yaşam bekliyorlar. Güvenceli istihdamdan açılan boşluğa taşeron işçi olarak sızan, AKP’nin kadrolaşma çalışmalarıyla bir işe yerleşebilme umudu taşıyan geniş kitleler açısından devletin geleneksel düşünce yapısının ve kurumlarının dağılması olumlu bir gelişme olarak algılanıyor.
Şu durumda laikliğin yıkılacağı endişesi, geleneksel kamu çalışanları ve görece güvenceli kesimler için kendisini içinde ifade ettiği kamunun (yani devletin!) yıkılması anlamına gelirken, güvencesiz kesimler açısından bir umut ışığı olarak görünüyor.
AKP’nin en önemli “başarılarından” biri de güvenceli kesimler ve diğerleri arasındaki konum farkından kaynaklanan gerilimleri kendi çıkarları açısından son derece iyi yönetmesi oldu. Sağlık paralılaştırılırken, yukarıdan “sadece bazılarına değil herkese güvence sağlayacağız” propagandası, sağlıkta dönüşüme karşı çıkan kesimlerin kendi çıkarları peşinden koşanlar biçiminde algılatılmasına yardımcı oldu. Eğitim paralılaştırılırken, Milli Eğitim Bakanı’nın “kayıtlarda para toplanmayacak” uyarısı, bütün paralılaştırma uygulamalarının sorumluluğunu öğretmenlerin sırtına attı. Doktorların ve eczacıların halkın gözünde “iyi para kazanan” kesimler olarak görülmesi, AKP tarafından son derece iyi kullanıldı. AKP bu süreçte zenginden (doktor, eczacı, kamu işçisi vs.) alıp yoksula dağıtan yalancı Robin Hood rolünü son derece başarılı bir biçimde oynadı.
Yoksul seçmen kitlesinin çok geniş bir biçimde AKP’ye oy vermesinin önemli nedenlerinden biri de AKP’li belediyelerin de yoksul mahallelerde dağıttığı yardımlar olarak görünüyor. AKP, iktidarı döneminde yoksullara 1 milyar 61 milyon YTL (1 katrilyon 61 trilyon TL) yardım dağıtmış, buna ek olarak 1.5 milyon aileye 2 milyon ton kömür, 1 milyon 100 aileye ise gıda yadımı yapılmış. Bu yardımların sadece “yardımı al oyu ver” biçiminde bir rüşvet ilişkisi oluşturduğunu söylemek yanlış olacaktır. Çünkü rüşvet ne olursa olsun, sandık başında seçmen yine kendi vicdanıyla baş başadır. Yardımların AKP’ye oy olarak dönmesinin temel nedeni yardımın sürekliliğinin tek garantisinin AKP iktidarının sürekliliği olarak algılanmasıdır. Nasıl ki güvenceli kamu çalışanları, kendi çıkarlarını geleneksel devlet iktidarının sürekliliğinde görüyorsa, AKP seçmeni de yardımların devam etmesi için AKP’nin iktidarda kalmasının gerekliliğine inanmaktadır. Kaldı ki bu durum bir gerçekliğe de dikkat çekiyor.
Genel olarak sol çevrelerin “dilencileştirme politikası” olarak adlandırdığı, AKP’ninse “doğrudan gelir desteği” dediği, sadaka dağıtma siyaseti özü itibariyle karşı konulabilecek bir siyaset değildir. Günümüz Türkiye’sinin gerçekliklerine bakıldığında, “sosyalizm bugün iktidara gelse” önüne koyması gereken siyasi projelerden belki de en acili doğrudan gelir desteği uygulaması olmak durumundadır. Burada eleştirilmesi gereken şey doğrudan gelir desteğinin hiçbir kurala ve kaideye tabi olmaksızın tümüyle siyasi bir partinin inisiyatifinde yapılıyor olmasıdır.
Doğrudan gelir desteği “belirli bir yaşam standardının altında olan herkes” için geçerli bir hak olmalıdır. Bu koşullar sağlanmadığı sürece yardım dağıtımının seçim sonuçlarını dolaysız olarak etkilemesi kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkmaya devam edecek. Mevcut koşullarda bu yardımların devam etmesinin tek koşulu AKP iktidarının sürekliliği, hatta yardım alan kişinin AKP’li olması biçiminde karşılık buluyor. Hiçbir sosyal güvencesi bulunmayan ve yaşam standardı belediyeden aldığı yardımlarla belirlenen insanlara bu kadar pragmatizmi çok görmek haksızlık olacaktır. Burada kritik olan, toplumu “dilencileşme!” diyerek uyarmak yerine kurumsal bir destekleme projesinin bir h
ak talebi haline getirilmesidir.
AKP’nin dağıttığı yardımlar sadece yoksulları AKP’ye bağımlılaştırmakla kalmayarak aynı zamanda bu ihalelerle geçinen asalak bir zengin kesim de yarattı. Dolayısıyla bu yardımların AKP’nin cepten verdiği hibeler olarak görülmesi yanlıştır. Devlet kasasından çıkan para yoksulun evine kömür veya gıda olarak gitmeden önce AKP’li bir şirketin kasasına nakit olarak giriyor. Bu şekilde belediye ihaleleriyle zenginleşen bir kesim de AKP’ye dolaysız bir biçimde bağımlı hale getirildi.
AKP’nin “devlet rejimini bürokrasiden kurtarmak”, “bürokrasinin devlet kademesindeki etkilerini azaltmak” biçiminde kodladığı anti-bürokratik çizgi bu noktada yeni bir yorumlamayla savunulması gereken bir devlet rejimi haline geliyor. AKP’nin bürokrat kadrolar olarak devletin kanını emmekle suçladığı kişiler, alt kademe bir memurdan genelkurmay başkanına kadar geniş bir yelpazeyi temsil ediyor. Ancak AKP’nin bu bürokrasi karşıtı tutumu, bu kesimin egemenliğini yıkarak yerine halka kucak açan bir sistem kurmayı amaçlamıyor. Aksine AKP’li belediyelerin inisiyatifinde gerçekleşen yardım dağıtımı burada AKP’nin bürokrasi karşıtı tutumunun ne anlama geldiğini göz önüne seriyor.
Öncelikle ilk olarak Max Weber’in ortaya attığı anlamıyla “nedir bürokrasi ve ne işe yarar” sorusunu cevaplayalım. Burjuva demokrasisinin ve gelişmiş kapitalist devletlerin temel idare biçimi olan bürokraside; “a-Hiyerarşinin her kademesinde yetki ve görevler önceden belirlenmiş kanun, kaide ve idari kurallarla biçimsel olarak belirlenmiştir. b- İşler bölümlere ayrılarak, uzmanlaşmış kişiler tarafından, belirli kural ve standartlara uygun olarak; kişisel olmayan, formel bir şekilde yürütülür. c- İşlemler ve iletişim yazılı olarak yapılmakta, iş görenler emirlere yasal yetkiye dayandığı için uymaktadırlar”. Bu kurallar toplamı kapitalist devlet aygıtının kağıt üzerinde sunduğu demokrasinin değişmezleridir. Bu kurallar yazıldığı biçimiyle uygulandığında, hiç kimse mensup olduğu aile, toplumsal konum yahut siyasi görüşleri nedeniyle devlet içerisinde konum elde edemez. Devlet yetkilisi kağıt üzerinde yazan kuralı uygulamakla görevlidir. Ve bu kurallar herkes için eşit biçimlerde geçerlidir. Dolayısıyla bürokraside işlemleri kağıtlar ve belgeler yürütür.
Gelelim bu kaidenin Türkiye’deki uygulanış biçimine, bürokrat kadrolar yani kurala kaideye uymakla yükümlü olanlar, artık kuralın kaideyi yapanlar ve onu istediği kişiye istediği gibi uygulamaya sahip olanlar haline gelmişlerdir (YÖK, Genelkurmay, yargı organları vs). AKP ise bu iktidar haline gelmiş “memurlukların” toplumun yoksul kesimlerinde yarattığı antipatiyi bürokrasiye karşı çıkmak biçimde kodluyor. Bu sayede yoksul kesimler, yardım dağıtma uygulamalarında olduğu gibi bu bürokrat kesimin arkasından dolanabilme olanağı kazanıyor. Ve kendilerini içermeyen bu rejim karşısında AKP’nin arkasında saflaşarak geniş bir manevra alanı bulabiliyor.
Ancak AKP’nin anti-bürokratlığının pratikteki karşılığı, bürokrasi öncesine geri dönüş biçiminde gerçekleşiyor. Bunun anlamı bir nevi imparatorluğa geri dönüştür aslında. Ve bu dönüş bugün karşılığını padişaha ve saray çevresine değil ama AKP’ye yakın olanların devlet kademesinde kuralsız kaidesiz yer edinebilmesi, yardım alabilmesi, karşılığında da kendisine bunları lütfeden iktidara bağlılığını bir biçimde ifade etmesi biçiminde buluyor. Diğer yandan sıradan bir memurla, Genelkurmay başmanını aynı potada eleştiren bu yaklaşım biçimi, orta sınıflarla, en alttakiler arasındaki düşünsel uçurumu daha da genişletiyor.
Seçim sonuçları devlet bütçesinden iyi veya kötü bir şekilde nemalanan emekçi kesimlerle, sistemin tümüyle dışına itilen büyük bir kesimin arasındaki gerilimin seçim sonuçlarına doğrudan yansıdığını gösteriyor. Bu gerilim sol siyaset yapmak açısından sürdürülebilir yahut içerisinden ilerici bir uç çıkartılabilir durum değildir. CHP seçmeninin “bu millet adam olmaz” kırgınlığıyla AKP seçmeninin kamunun yıkımından fayda bekleyen tutumu hiçbir şekilde ilerici biçimlerde kışkırtılamaz. Hali hazırda her iki partinin de bu tepkileri mümkün olan en gerici biçimlerde (şeriatçı-laik, bölücü-ırkçı, orducu-İslamcı) kışkırtması boşa değildir. Burada sol siyasetin en temel kuralını yeniden hatırlatalım “sol siyaset her zaman en dışarıdakinin, en çok ezilenin; yani en alttakinin çıkarlarını temel alır” ve geri kalan tüm siyaset yapma biçimleri en alttakinin çıkarlarına tabidir. Şu durumda ülkemizde son yıllarda meydana gelen tepki eylemlerinin genel olarak güvenceli kesimden geldiği düşünülürse bu noktada yeni bir siyasi içerik oluşturmanın zorunluluğu görülecektir. Kadrolu işçinin talebi, taşeron işçininkiyle, doktorun talebi, hastanınkiyle, öğretmenin talebi velininkiyle tam bir uyum içerisinde harmanlanıp ortak bir siyasi hat haline getirilmediği sürece ilerici bir açılım sağlamak mümkün değildir.