Dünya devrimci sürecinin 1980-90’lı yıllardaki gerilemesinin en önemli sonuçlarından birisi de, soldaki parçalanma, atomize olma eğilimlerinin güçlenmesi oldu. Zaten daha 1970’li yıllarda güçlü bir “fraksiyoncu”luğun (olur olmaz sebeplerle parçalanmayı savunma anlayışının) etkisi altına giren Türkiye solu, 1980 sonrasının birbirini izleyen yenilgi koşullarında bu olumsuz özelliğini daha da geliştirdi. “Birbirinin gözünü oyarak güç kazanma” anlayışı Türkiye […]
Dünya devrimci sürecinin 1980-90’lı yıllardaki gerilemesinin en önemli sonuçlarından birisi de, soldaki parçalanma, atomize olma eğilimlerinin güçlenmesi oldu. Zaten daha 1970’li yıllarda güçlü bir “fraksiyoncu”luğun (olur olmaz sebeplerle parçalanmayı savunma anlayışının) etkisi altına giren Türkiye solu, 1980 sonrasının birbirini izleyen yenilgi koşullarında bu olumsuz özelliğini daha da geliştirdi. “Birbirinin gözünü oyarak güç kazanma” anlayışı Türkiye solunda güçlü bir “gelenek” haline geldi. Birbirini anlamaya çalışmak ve yaşanmakta olan gerçek sorunların çözümü için ortak yaklaşımlar geliştirmeye çabalamak gereksiz bir “yumuşaklık” olarak görülmeye başlandı. Söylenilen her sözden bir “ayrılık gerekçesi” üretmek için gerçek sorunları görmezden gelmek ve olmadık suçlamalara girişmek ise en hakiki solculuk tarzı olarak benimsendi.
Bu saçma sapan davranış tarzının son örneklerinden biri de benim, Genelkurmayın “ırkçı refleks çağrısı”ndan vazife çıkararak “Teröre Lanet Mitingi” düzenleyen Necla Arat’a karşı yaptığım polemik vesilesiyle sergilendi.
Arat, düzenlemeye heveslendiği ırkçı kitle hareketini, liberal kamuoyu için olumlu çağrışım yapan “İspanya örneği” örtüsü altında yenilir yutulur hale getirmeye kalkıştı. Ben de Arat’ın bu örtünün altına gizlemeye çalıştığı ırkçılığını açığa çıkarmak için sendika.org’a “Genelkurmay ve Ermua Ruhu” başlıklı bir yazı yazdım. Yazımda, “İspanya örneği”nin gerçekte ne olduğunu kısaca gösterip, Arat’ın örgütlemeye giriştiği hareketin bu örnekle uzaktan yakından ilgisinin olmadığını açığa çıkarmaya çalıştım. İspanya’da Bask sorununun “de-terörize” edilmesi sürecindeki tıkanmanın aşılmasını sağlayan kitle hareketinin barışçı ve demokratik niteliğini vurguladım; Arat’a, mealen, “Sen Kürt sorununun barışçı ve demokratik çözümü için bütün kanalların açılmasını savunuyor musun ki, İspanya örneğini veriyorsun?” sorusunu sordum.
Ama bizim “solcularımız” benim verdiğim bu bilgilerden yararlanarak Arat’ın ipliğini pazara çıkarmayı bir kenara bıraktılar, bana söylemediğim şeyleri söyletmeye giriştiler.
Yürüyüş dergisinde benim “Necla Arat’a öneride bulunduğum” gibi tuhaf bir sonuca ulaşıp, “önerdiği slogan (‘Kürtler’e evet, PKK’ye hayır’) öyle bir slogandır ki, Necla Aratlar, onu hiç tereddütsüz kabul edebilirler.(abç) Peki o zaman ne yapacak? Gidip 24 Haziran ‘teröre karşı sessiz mitingi’ne katılacak mı?” diye yazıldı. Oysa ben Necla Arat’a bir öneride bulunmadım; onun “İspanya örneği”ndeki samimiyetsizliğini ortaya koymak için, mealen, “Sen İspanya’dakiler gibi sorunu kabul edip, çözümün de-terörize edilmesini sağlamaya çalışan bir hareket örgütleme niyetinde değilsin; ‘PKK’ye hayır’ dersin ama ‘Kürtlere evet’ diyemezsin” dedim. Yürüyüş yazarı ise sırf beni “açık düşürmek” için, Necla Arat’ın hiç tereddütsüz, “Kürtlere evet, PKK’ye hayır” diyebileceğini ileri sürüyor. Öyle yapmadım ama, diyelim ki ben Arat’a akıl verdim; ala, eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmeyeyim, akıl vermeyeyim… Peki Yürüyüş yazarına ne oluyor? Nasıl olup da Necla Arat’a kefil oluyor; nasıl olup da onun “hiç tereddütsüz” “Kürtlere evet” diyebileceğinden bu kadar emin olabiliyor? Oysa Arat da yardakçısı olduğu Genelkurmay da “Kürtlere evet, PKK’ye hayır” türünden bir yaklaşımı benimseyemez. Bu merkezden pompalanan “PKK’ye hayır, teröre hayır vb.” sloganlarının bugünkü koşullarda “Kürtlere evet” sloganıyla, yani Kürt sorununun barışçı ve demokratik çözümünü istiyoruz düşüncesiyle birleşebileceğini düşünmek bu kurum hakkında aşırı bir iyimserliktir.
Yürüyüş dergisinde kalem sallayan arkadaş Necla Arat’ın “geniş görüşlülüğü” karşısındaki bu “iyimserliğini” niye benim için de kullanmıyor? Benim İspanyol liberalleri ile Necla Arat’ın birbirinden ayırmam için İspanyol liberallerinin İspanya’da olumlu bir iş gören görüşlerini Türkiye’ye uygulamak gerektiğini savunmamın zorunlu olmadığını niçin bir ihtimal olarak dahi düşünemiyor?
Devrimci Hareket dergisinde ise bu yazının kendilerinde, halkevcilerin yakın bir gelecekte “terörü lanetleme” veya yeni bir cumhuriyet mitingine katılabilecekleri endişesini yarattığı ifade edildi. Benim herhangi bir konudaki bir yaklaşımımdan hareketle “Halkevci dostları” hakkında düştükleri bu endişenin ne kadar gerçekçi olduğunu, bu vehmi akıl terazisine vursalar ve pratiğin süzgecinden geçirseler daha iyi ederlerdi. Mesela Halkevciler, ilerici ve gerici güçler arasındaki ayrışmalarda bugüne kadar hiç gerici güçlerle aynı saflarda yer almışlar mı bir düşünselerdi bu kadar endişelenmelerine gerek kalmazdı. Ama belki de çuvaldızı Halkevcilere saplamadan önce, iğneyi kendilerine bir dokundurup, 1 Mayıs sabahı Saraçhane yerine Çağlayan yolunu tuttukları günleri hatırlamış ve bizi kendi hatalarına düşmememiz için uyarmışlardır, kim bilir…
***
Neyse ki Cumhuriyet mitinglerinin kitlesi ırkçı bir kitle hareketine etkili bir destek sunmadı ve mitingler fiyaskoyla sonuçlandı. Bunda, başka bir çok faktörün yanında Cumhuriyet mitinglerinde alanları dolduran orta sınıfların sağduyusunun, “terör endişesi” ile “iç savaş endişesi” arasında kurduğu dengenin bir rolü olduğu görülmeli.
Ama sorun orta yerde duruyor. Kürt sorununun bugünkü siyasi gelişme ekseni Türkiye’de sol hareketin gelişmesini köstekleyen ve ırkçı-gerici eğilimlere güç kazandıran bir etkide bulunuyor. Kürt ulusal hareketi, Kürtler içindeki gücünü ve etkinliğini artırıyor, ancak “Türkiye’nin Kürt-olmayan halkı” içerisindeki Kürt düşmanlığını da aynı ölçüde şiddetlendiriyor. “İç savaş endişesi”nin, orta sınıfların “terör endişesi”ni nereye kadar dengeleyeceğini kestirmek kolay değil. Yani Kürt sorunu bugünkü doğrultuda gelişmesini sürdürürse, Türkiye orta sınıflarının ırkçı bir kitle hareketine etkili bir temel sunması Türkiye sosyalist hareketi için “açık ve yakın bir tehlike”.
Türk-Kürt düşmanlığının gelişmesine dayanan veya en azından böylesi bir gelişmeyi sineye çekilmesi gereken bir maliyet olarak gören yaklaşımlar Kürt milliyetçiliği tarafından tercih edilebilir (Türkiye’nin faşist güçleri tarafından ise ateşli bir biçimde savunulduğunu biliyoruz). Ama Türkiye sosyalist hareketi, Türk-Kürt düşmanlığının derinleştiği koşullarda, Türkiye’nin Kürt olmayan nüfusu içinde ilerici politikaları örgütleyebilme şansına sahip değildir.
Bu nedenle Türk-Kürt düşmanlığının gelişme sürecini durdurmak ve Türkler’le Kürtler arasında yeni bir kardeşleşme sürecinin gelişmesini sağlayacak stratejiler oluşturmak, Türkiye sosyalist hareketinin bugünkü en acil görevlerindendir.
Türkler’le Kürtler arasında yeni bir kardeşleşme sürecinin yaratılmasını amaçlayan gerçekçi bir stratejinin üzerine kurulması gereken bazı unsurlara dikkat çekmek istiyorum.
“Kürtlere evet, PKK’ye hayır” gibi bir sloganı öne çıkararak bugünkü Türk-Kürt düşmanlığı yaratma siyasetinin önüne geçilemez. Yani, “İspanya modeli”, bugünün Türkiye’sinde Türk-Kürt kardeşleşmesini sağlamak için geçerli değildir. İspanya modelinde, Bask sorununun çözümü için barışçı ve demokratik çözüm kanallarının açıldığı ve giderek geliştiği bir süreç yaşanıyordu. Oysa Türkiye’de tam tersine, Kürt sorununda yeniden “Kürt yoktur” noktasına geri dönme siyaseti, devletin en yüksek kurumları tarafından edepsizce öne çıkarılmış
tır. Bu siyaset, üçlü bir özdeşleştirmeye gitmektedir; Kürt eşittir PKK o da eşittir düşman! Yani bu siyasete göre “Kürt düşmandır”. Bu koşullarda PKK’nin dışlanması çağrısı, Kürtlerin dışlanması politikalarına dolaylı destek sağlayacaktır.
“Kürtlere evet, teröre hayır” sloganı ise ancak merkezinde emek örgütleri ve sol politik örgütlerin geniş bir yelpazesinin bulunduğu, çok yönlü ve kapsamlı bir “yeniden kardeşleşme” projesinin bir parçası olarak savunulabilir; böyle bir projenin çıkış noktası olamaz. Böylesi bir projenin kalkış noktası, Kürt düşmanlığının Türkiye düşmanlığı ve emperyalist kuklalığı siyaseti olduğunu vurgulayan bir “Irkçılık karşıtı hareket”in Türkiye’nin Kürt olmayan nüfusu içinden örgütlenmesidir.
Öte yandan PKK’nin, bir “ezilen ulus hareketi” olarak sivil halkı hedefleyen şiddet eylemleri bütün sola zarar vermektedir. Sivil halkı hedefleyen şiddet eylemleri “askeri mücadele” sınıfından hareketler değildir, terörizmdir. Devrimciler, “devrimci şiddete” (eskilerin deyişiyle “devrimci teröre”) karşı değildir. Büyük Fransız ihtilalinden bu yana, halkın kendilerini ezen müstebitlere uyguladığı şiddet, halkı özgürleştiren bir siyasi araç olarak devrimcidir, olumlu bir siyasi hareket tarzıdır. Buna karşılık halkı dehşete düşürmeyi ve yıldırmayı siyasi bir egemenlik yöntemi olarak kullanan “terörizm”, “devrimci şiddet” ile taban tabana zıt bir anlayıştır. Baskıcı güçleri değil, bir bütün olarak halkı yıldırmayı hedefleyen terör eylemleri, amacı ne olursa olsun, devrimci şiddetten açık bir biçimde ayrılmalı ve lanetlenmelidir. Türk-Kürt kardeşleşmesi için bugünkü en temel şart, Türkiye halkının Kürt ulusal hareketinden korkmamasının sağlanmasıdır. Bunun için Kürt ulusal hareketinin terörizmle arasına açık, kesin ve inandırıcı bir çizgi çekmesi zorunludur.
Devletin terörizmi, ezilen sınıf ve halklar adına başvurulan terörizmin mazereti olamaz. Çünkü terörizm devleti değil, halkı yıldırmayı temel alır; halk içindeki devlet otoritesine destek verme eğilimini güçlendirir; dolayısıyla devletin terörizmini de pekiştirir.
Psikolojik savaş örgütlenmesinin, asker ölümlerini halk içerisinde ırkçılığı teşvik için kullanma çabası özellikle son yıllarda daha başarılı olmaktadır.
Türkiye solu ve Kürt ulusal hareketi, Türkiye halkının bu eğilimini yalnızca “devlet imalatı” olarak görmemelidir. Bu sonucun doğmasında Kürt ulusal hareketinin Ortadoğu’daki çatışmalar içinde sürüklendiği ABD yanlısı konumun ve neo-liberal sömürgecilik politikalarından yarar uman yaklaşımının önemli bir payı vardır. Bir diğer etken, tarımın yıkımı ve güvenceli işçiliğin çözülmesi sürecinde orta köylülük ve yüksek ücretli kesimler içerisinde “Kürt düşmanlığı”nın geliştirilmesine zemin sunan geleneksel sendikacılık ve meslek örgütçülüğü anlayışıdır.
ABD’nin Irak Arap halkını esarete, Filistin halkını İsrail’in dizginsiz terörünün kucağına sürükleyen işgali Kürt milliyetçiliği hareketi tarafından bir “fırsat” olarak görülüyor. Türkiye’yi Dünya Ticaret Örgütü anlaşmalarına entegre etmenin ana kanalı olan Avrupa Birliği üyeliğine uyum süreci Kürt milliyetçiliği hareketinin “özgürlük ve demokrasi umudu”nun başlıca kaynağı olarak karşılanıyor. Kamusal hizmetlerin yıkımında ilk adım olan “yerelleştirme”ye, eğitim ve sağlık hizmetlerinin yerelleştirilerek “yönetişim” mekanizmalarına devredilmesine Kürt milliyetçiliği hareketi “özerklik imkanı” olarak bakıyor. Çözülmekte olan orta sınıftan Türk, sınıfsal istikrarsızlığının sorumluluğunu Kürt amelenin ve ırgatın sırtına yıkıyor.
Türkiye’de ilerici toplumsal hareketin karşıtlık içinde geliştiği unsurların büyük bir çoğunluğu, Kürt hareketinin müttefik algısı içinde. Ama Türkiye’de gelişen “Kürt düşmanlığı” aynı zamanda orta sınıfların proletaryaya duyduğu “sınıf nefretinin” de bir ifadesi.
Bu çelişkili konumlanış içinde yoksul Türk, Kürdü, “ulusal çıkarları”, “sosyal hakları” için bir tehlike olarak görebilmektedir; çözülmekte olan orta sınıftan Türk, sınıfsal istikrarsızlığının sorumluluğunu Kürdün sırtına yıkabilmektedir. Ve yoksul Türkler, proletarya nefreti içindeki Türk orta sınıflarının kuyruğuna takılabilmektedir.
Devlet, yakaladığı bu “olumlu” ortamı kullanmayı öğrenmiş ve çok yönlü bir kurumsal kuşatma ağını yaratmıştır. Anadolu’nun köylerine, kasabalarına inen asker cenazeleri, devlet politikasına yönelik bir sorgulamaya vesile olmamakta buna karşılık, Kürtlere yönelik kin ve garazın birikmesine neden olmaktadır.
Bir Türk-Kürt kardeşliği projesinin gerçekten etkili olabilmesi için bu çelişkiyi çözen bir yaklaşımla üretilmesi zorunludur.
İlerici toplumsal hareketin gelişmesinin önündeki engellerin öznellikten çok “nesnellik” olduğunun ve bu engelleri aşmak için önerdiğim hareket noktalarının, üzerinde konuştuğumuz kitlelerin “doğal” eğilimleri olmadığının farkındayım. Ama zaten “doğal” durum bizi her geçen gün daha kötü bir siyasi ortama sürüklemiyor mu? Yapmamız gereken bu “doğal” durumun zayıf yönlerini yakalayıp bunlardan olumlu, ilerici güçler üretmemizi sağlayacak pratik politikaları bulmak değil mi?