24 Ocak kararları, basit bir ekonomik istikrar programı olmanın ötesinde, 12 Eylül darbesiyle birlikte bir toplumsal mühendislik projesinin, yani “toplumun özelleştirilmesi”nin ayaklarından biri olarak görülmelidir ve bu nedenle 1980 Türkiye için bir milattır. Ekonomik alandaki sınırsız liberalleşmeye, önce darbecilerin sonra ANAP iktidarının siyasal gericiliği ve muhafazakârlığı damgasını vurmuştur. Darbeciler 12 Eylül’le birlikte, sola karşı yürütülen […]
24 Ocak kararları, basit bir ekonomik istikrar programı olmanın ötesinde, 12 Eylül darbesiyle birlikte bir toplumsal mühendislik projesinin, yani “toplumun özelleştirilmesi”nin ayaklarından biri olarak görülmelidir ve bu nedenle 1980 Türkiye için bir milattır.
Ekonomik alandaki sınırsız liberalleşmeye, önce darbecilerin sonra ANAP iktidarının siyasal gericiliği ve muhafazakârlığı damgasını vurmuştur. Darbeciler 12 Eylül’le birlikte, sola karşı yürütülen iç savaşın askeri alandaki zaferini ilan ederken, ANAP iktidarı, bireyciliğin, çıkarcılığın, çürümenin, sürüleşmenin ve dincileşmenin ideolojik hegemonyasını kurmuş, toplumun özelleştirilmesi için gereken toplumsal ve siyasal alt yapıyı yaratmıştır.
Toplumun özelleştirilmesi, kamusal varlıkların sermayeye devri anlamındaki özelleştirmeden daha geniş bir kavram olarak, toplumsal bütün ilişki biçimlerinin kapitalist üretim mekanizmalarına dâhil edilmesi ve bu dâhil etme sürecinin meşruiyetinin sağlanması anlamına gelmektedir.
Toplum özelleştirilirken, yalnızca kamu iktisadi teşekkülleri özelleştirilmez, kamusal hizmetlerde kamunun ve sermayenin bir arada faaliyet göstermesi sağlanır; eğitim, sağlık ve sosyal güvenlikteki bu ikili yapı, kamunun aleyhine ve sermayenin lehine olmak üzere sürekli genişletilir. Üstelik bu ikiLİ yapı her zaman farklı kurumsal kimliklerle sürdürülmez; devlet üniversitelerinin paralı bölümlerinin açılması, devlet hastanelerinin özel sağlık hizmetleri vermesi gibi uygulamalar da toplumun özelleştirilmesinin bir parçasıdır, Buna kamusal hizmetlerin hızla taşeronlaştırılması ve taşeron firmalar aracılığıyla hem sermayeye rant aktarılması, hem de örgütlü bir emek hareketinin ortaya çıkmasının engellenmesi ile güvenliğin özelleştirilmesi de eklenmelidir.
Özel güvenlikçiler tarafından korunan ve yoksulluğun sızmasına izin verilmeyen alışveriş merkezleri, şehirlerin dışındaki güvenlikli uydu kentler ve hatta güvenliğini özel firmaların sağladığı kamu kurumları toplumun özelleştirilmesine ait olgular olarak görülmelidir.
Toplumun özelleştirilmesinin ideolojik boyutunda, kamusal olanın karsız, verimsiz ve irrasyonel olarak çalıştığına dair inancın, geniş kitleler nezdinde hâkim kılınması bulunmaktadır. “Bürokratik tahakküm”den çokça çekmiş Türkiye toplumu, özelleştirmeyi bu tahakküme tercih etmiş ve çoğunlukla onaylamıştır. Üstelik yalnızca bu da değil; toplum, özelleştirilen kurum ve kuruluşları, bir “kamu malı” olarak değil, “devlet malı” olarak görmüş ve kendisine ait olmadığına inandığı için, bu kurum ve kuruluşlarda çalışan emekçiler de dâhil, sahip çıkmamış, bu nedenle de özelleştirme karşıtı bir sınıf hareketi kendisini var etmeyi başaramamıştır.
Toplumun özelleştirilmesi sürecinde, ekonomi, siyasal karar alma süreçlerinden ve siyaset ekonomiden kovulmuş; ekonomi, kendi doğal yasaları olan, müdahale edilmez ve dönüştürülemez bir mekanizma olarak sunulmuştur. Ekonomi, bölüşüm süreçlerini anlatmamakta, kızan, öfkelenen, endişelenen ve isimleri döviz, faiz, borsa olan tanrılara sahip ve tapınılması gereken bir din haline dönüştürülmüştür.
22 Temmuz seçimleri, ekonominin politikadan ve politikanın ekonominden kovulmuşluğunun açık bir kanıtıdır. Düzen partilerinin hiçbiri, söylemsel düzeyde bile, serbest piyasa ekonomisine, IMF programlarına ve neo-liberalizme açıkça karşı çıkmamış, bunu miting meydanlarında bir popülizm unsuru olarak dahi kullanmamışlardır. Mazot Bir YTL Olacak” demagojisi dışında ekonomi, siyasetin dilinden tamamen çıkarılmış ve seçim sonuçlarına bakarak da görülebileceği üzere Türkiye toplumunun buna bir itirazı olmamış, borç rakamlarındaki ve cari açıktaki artışa, “dostlar alışverişte görsün” mantığıyla yapılan vurgu da toplumsal bir karşılık bulmamıştır.
Ekonominin kovulduğu bir politika anlayışı, politikanın bizatihi kendisinin apolitikleşmesi anlamına gelmektedir. Türkiye solunun genelindeki yaygın kanının aksine, toplumsal depolitizasyon dönemi çoktan kapanmış, toplum hızla politikleşmiştir. Ancak, ekonominin olmadığı ve dolayısıyla sisteme herhangi bir alternatifin getirilmediği, ütopyanın dışlandığı ve devrimin adının dahi telaffuz edilmediği bir dönemde politika da apolitik olmaya mahkûmdur ve nüanslar, ritüeller, semboller ya da kimlikler üzerinden icra edilmektedir.
ÖSS üzerinden, urgan üzerinden, laiklik üzerinden yapılan politika, apolitik bir politikadır ve burada “değerlerin dağıtımı”na, burada “ortak iyi”ye, burada politikanın tanımına içkin hiçbir unsura yer yoktur.
Toplumun özelleştirilmesi, kamusal varlıkların özelleştirilmesi yoluyla devletin sözde ekonomik alanın dışına çıkarılmasını sağlamakla kalmamış, toplumun bizzat kendisini ekonomik karar alma mekanizmalarının dışına çıkarmış, politikayı, içerisinde ekonomin olmadığı “saf” bir veçheye kavuşturmuş ve üstelik bunu sorgulanamaz bir meşruiyetle taçlandırmayı başarmıştır da.
Solun, ekonomiyi politikaya, politikayı da ekonomiye yeniden dâhil etmesi ve böylelikle politikayı yeniden politikleştirerek, toplumun özelleştirilmesinde bir kısa devre yaratması gerekmektedir.