Kemalist iktidar tarafından -1925 yılında- tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla kendi iç kabuğuna çekilen tarikatlar, sınırlı ilişkiler içerisinde kalarak örgütlenmeye özen gösterdiler. 27 yıllık tek parti diktatörlüğünün baskıları nedeniyle kendi kabuğunu yırtarak dışa açılma ‘cesaretini’ gösteremediler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hem uluslararası konjonktürel durumun etkisi hem de kapitalist gelişme sürecinin bir sonucu olarak sistem kendisini yeniden […]
Kemalist iktidar tarafından -1925 yılında- tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla kendi iç kabuğuna çekilen tarikatlar, sınırlı ilişkiler içerisinde kalarak örgütlenmeye özen gösterdiler. 27 yıllık tek parti diktatörlüğünün baskıları nedeniyle kendi kabuğunu yırtarak dışa açılma ‘cesaretini’ gösteremediler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hem uluslararası konjonktürel durumun etkisi hem de kapitalist gelişme sürecinin bir sonucu olarak sistem kendisini yeniden dizayn etti. Tek partili iktidar dönemi kapandı ve ‘çok partili’ bir sürece girildi. Bu ‘yeni’ tarihsel dönemde İslami akımlar toplumsal ilişkilerde yeniden aktifleşmeye ve örgütlenmeye başladılar.
Kemalist iktidar hiç şüphesiz ki, İslam’a karşı değildi. Sadece sisteme muhalif olanlara karşı baskılar uygulanırken, sistemle uyumlu olan İslamcı güçler de devletin en üst kurumlarında görevlendiriliyorlardı. Kemalistler bakımından önemli iki tarihsel örnek sürekli ön planda tutuldu. Birincisi 1925’te, tarihe Kürt ayaklanması olarak tarihe geçen Şeyh Sait İsyanı. İkincisi 30 Mart 1926’da İzmir ili Menemen ilçesinde “radikal İslamcıların cumhuriyete karşı ayaklandıkları” iddiası. İslamcı olarak gösterilen Kürt ayaklanmasının bastırılmasından sonra ‘binlerce Kürt’ vatan haini oldukları iddiasıyla katledildi. İzmir-Menemen olayı sırasında ise 28 kişi ‘şeriatçı’ oldukları ve cumhuriyet rejimine karşı ayaklandıkları gerekçesiyle idam edildiler. Buna karşılık devletçi ama aynı zamanda İslamcı olarak Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, çok uzun yıllar Türkiye Cumhuriyeti’nin Genelkurmay Başkanlığını yaptı. İstiklal Marşı yazarı M. Akif Ersoy’un İslamcı olduğunu hemen herkes bilir. İslamcı görüşleriyle tanınan N. Fazıl Kısakürek, Türk edebiyatının önden gelen isimlerinden biriydi.
Ancak İslami hareketin kendi siyasal kimliğini konuşturması ve politik bir güç olarak ortaya çıkması, daha çok İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki süreçtir. Bu gelişme süreci Türkiye’de kaçınılmaz olarak ortaya çıkan siyasal konjonktürel durumla ilişkilidir. İdeolojik ve politik gerçeklikleri bakımından sağ kimlikle ön plana çıkan tarikatlar, hemen her dönem sistem içerisindeki gerici, faşist ve İslamcı partilere çok destek verdiler.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra politik sürece daha aktif katılmaya başlayan İslamcı güçler, özellikle programlarında İslami söylemlerin ağırlıkta olduğu partilere yöneldiler. Örneğin 1945 yılında kurulan “Milli Kalkınma Partisi”nin programında, ‘İslam Birliği-Şark Federasyonu’ projesi vardır. 1946’da kurulan “Sosyal Adalet Partisi’nin programında, ‘dünya Müslümanları birliğini desteklemek’ maddesi yer alır. 1947’de kurulan “Türk Muhafazakar Partisi” ile 1949’da kurulan, “Toprak-Emlak ve Serbest Teşebbüs Partisi” İslami söylemleri ağırlıkta olan partilerdir.[1]
Politik İslamın gelişmesinin temelleri devlet partisi olarak algılanan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tarafından atıldı. CHP’ye gelen eleştirileri değerlendiren dönemin Başbakanı Günaltay şunları söylüyordu; “İlkokullarda din dersleri okutturmaya başlayan hükümetin başkanıyım. Bu memlekette Müslümanlara namazlarını öğretmek, ölülerini yıkamak için imam-hatip kurslarını açan bir hükümetin Başkanıyım. Bu memlekette, Müslümanlığın yüksek esaslarını öğretmek için İlahiyat Fakültesi açan bir hükümetin Başkanıyım…”[2]
Ancak İslami çevreler, Kemalist gelenekten gelen cumhuriyet kadrolarının kurduğu Demokrat Parti’yi (DP) tercih ettiler. DP genellikle gerici-sağ ve İslamcı kadrolardan oluşan ve bu nedenle sağ politik çizgi ekseninde ABD’ci anti-komünist çizgiyi temsil etmekteydi. Ayrıca, halk, CHP’nin 23 yıllık tek parti iktidarında uygulanan baskılara tepki olarak DP’ye yöneldi. İslamcıların politik iktidara verdikleri aktif desteğin karşılığı olarak, İslamcıların örgütlenmelerine gerekli devlet desteği sunuldu. Bu aynı zamanda devlet-tarikat ilişkisi bakımından da önemliydi.
Tarikat ya da cemaat tipi örgütler, 1950’lerden bu yana, politik tercihlerini daha çok dönemin siyasal koşullarına ve özgün ihtiyaçlarına bağlı olarak kullanmaktadırlar. Sistem partileriyle iç içe geçen tarikatlar, sağ kulvarda bulunan partilerle birlikte çalışmaktadırlar. Bazen, bir tarikat bölgesel özelliklere göre değişik partilerin adaylarını ya da bu partiler içerisindeki kendi adaylarını desteklemektedir.
Said-i Nursi, 14 Mayıs 1950’de DP’nin iktidara gelmesinin hemen adında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a telgraf çeker ve desteklediğini açıklar; “… Zatınızı tebrik ederiz. Cenab-ı Hak sizi İslamiyet vatan ve millet hizmetinde muvaffak eylesin. Nur talebelerinden ve onların namına Said-i Nursi…”[3] DP’ye duyduğu yakınlık, Kore Savaşı’na Türk askerinin gönderilmesini destekleyecek kadar ileridir. “… Hükümetin Kore Savaşı’na katılma kararını, en yakın öğrencilerinden Bayram Yüksel’i cepheye yollayacak ölçüde desteklemiştir…”[4] Said-i Nursi, 1900’lerden beri İslami hareketin öncülerinden biri olarak görüşlerinden dolayı birçok kez tutuklanmış, yıllarca cezaevinde kalmış biri. Kendisine özgü belirlediği İslami çizgi ekseninde, adını Nur talebeleri koyduğu yüz binlerce mürit yetiştirdi. Kemalist sisteme karşı olan Said-i Nursi, bu sistemin kurucularından olan ve devletin uyguladığı baskılara bir devlet yöneticisi olarak ortak olan Celal Bayar’a kutlama telgrafı gönderebiliyor. Daha vahim olanı ise, İslam’ın “en büyük düşman”larından olan ABD’nin Kore Savaşı’na Türk devletinden asker talep etmesi karşısında, daha sert bir tepki göstermesi gereken Said-i Nursi, Kore Savaşı’na en yakın öğrencilerinden ‘Bayrak Yüksel’i göndererek desteklediğini ortaya koyuyor. Tabii ki, bunun bir karşılığı ve bedeli olacaktı. DP, İslami cemaatlerin oylarını almak için bu güçlere çok büyük olanaklar sundu. İslami hareketin gelişmesi için yasalarda çok önemli değişiklikler yaptı.
DP’nin lideri Celal Bayar’ın ve daha sonra da Adnan Menderes’in söylemleri ve uygulamaları İslami harekete çok açık bir destekti. Celal Bayar, “Türk milleti Müslüman’dır ve Müslüman olarak Allah’ına kavuşacaktır …” dedikten sonra Kuran’ın Arapça okunmasını yasaklayan TCK’nın 526. maddesi yürürlükten kaldırıldı. Ocak 1949’da Ankara Üniversitesi’ne bağlı İlahiyat Fakültesi açıldı. 1935’te kapatılan tekke ve zaviyelerin tekrar açılması için TBMM’ye önerge verildi. Bu siyasal gelişmelerden güç alan politik İslamcı hareketin bir grubu partileşmek için somut adımlar attı. Ağustos 1951’de İslam Demokrat Parti’si (İDP) kuruldu; “İDP, Türk milletinin bütün tarih boyunca canla başla bağlı kaldığı bilumum kutsi, ahlaki, harsi ve içtimai (bütün kutsal, ahlaksal, kültürel ve toplumsal) prensip ve akidelerin ve yine milletin ananelerine, milliyetine ve mukaddesatına olan bağlılığın her türlü görünür görünmez tecavüz ve müdahalelerden uzak kalmaya çalışacaktır..”[5] Ancak bu parti Ekim 1952’de kapatılır. İkinci İslamcı Parti olarak kurulan Millet Partisi (MP), İstanbul İl Kongresini ‘fatiha’ ile açar ve laikliği eleştirir. İzmir kongresinde ise amaçlarını şu sözlerle ifade ederler: “iktidara gelirsek, dine ilişkin bütün kısıtlayıcı yasaları kaldıracağız…”
Kasım 1955’te, İslamcılara yönelik yaptığı bir konuşmada, “Siz, isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz…”[6] diyen Menderes, İslami çevrelerin oylarını alabilmek için, “Milli İman Cephesi/Vatan Cephesi”ni kurdu. Eyüp Sultan Türbesinin DP tarafından tekrar açtırılması ile ‘İslam’ı kurtaran parti’ olarak lanse edildi. Nurcuların egemen oldu