“Olduğu yerde kalmış koşulları kendi şarkıları eşliğinde dans etmeye zorlamalıyız” (Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş) Türkiye’de siyaset algısı esas olarak bir söylem algısıdır ve bunun da anlamı politikayı, gündelik yaşamın sorunlarını siyasal sorunlar haline getiren pratik bir etkinlik üzerinden üretmek yerine uzun yıllardır varolan ve siyasetin üstdili içine kayıtlanmış bir temelsiz söylemler bütününden […]
“Olduğu yerde kalmış koşulları kendi şarkıları eşliğinde dans etmeye zorlamalıyız”
(Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş)
Türkiye’de siyaset algısı esas olarak bir söylem algısıdır ve bunun da anlamı politikayı, gündelik yaşamın sorunlarını siyasal sorunlar haline getiren pratik bir etkinlik üzerinden üretmek yerine uzun yıllardır varolan ve siyasetin üstdili içine kayıtlanmış bir temelsiz söylemler bütününden yola çıkarak tekrarlamaktır. Politikayı bu şekli ile kurgulamak sadece sağın siyaset yapma biçimine değil, kendini bütün olumsuzluklardan azad olmuş gören solun ve özellikle de sosyalist solun da siyaset yapma biçimine sirayet etmiştir. Dergi sayfalarında, mahalle aralarındaki bildirilerinde, boş bulduğumuz herhangi bir yere yapıştırılan bol kostikli afişlerde dünyaya depremler düşürdüğünü sanan bu tarz, maalesef rihter ölçeğinde kaydedilememektedir. Gündelik politikanın sorunlarını bütünlüklü bir siyasal programın parçası haline getiremeyen, çok zaman problem olarak ele aldığı sorunu günü kurtaran bir eyleme odaklayan ve sorun olarak ortaya koyduğunu takip etmeyen, güven vermeyen bir siyaset yap(ama)ma biçimi artık rahatsızlık veren bir hal alıyor. Diğer taraftan bunun yanında politikayı bir kimlikler sorununa indirgemiş, bütün enerjisini orta sınıf hassasiyetlerine odaklamış bir siyaset yapma tarzı da entelektüel söylemin en bayağı biçimiyle ülke insanlarına umut olmaya çalışıyor. İşte bu görüntü altında solun kendi içinde ikiye ayrılmışlığını anlatmak için kullanılan özgürlükçü / ortodoks, militarist / antimilitarist gibi sınıflamaların hiçbir anlamı kalmıyor. Her ikisi de aynı dertlerden muzdariptir; gerçek bir siyasal program eksikliği ve siyaset yapmayı bir üst-söylem belirleme uğraşı zannetmek.
Böyle bir durumun oluşmasında her ne kadar kitle tabanının güçsüzlüğü etkili olsa da çok daha köklü problemlerden biri de sosyalist solun, kendi kuramsal temelini oluşturan marksizmle kurduğu (kuramadığı) ilişkidir. Aslında daha çok bir ilgisizlik de denebilecek bu ilişkinin temelinde çok uzun yıllardır Marksizm’in ülke solunun ihtiyaçları etrafında şekillenmesinin etkisi büyük olsa gerek, zira daha çok siyaseti doğa biliminin kategorileri ve yasalılığı altında bir gelecek güvencesi olarak algılayan, diyalektiği bu noktada zorunluluk kavramı ile birlikte düşünerek sosyalizmin ve komünizmin garantörü biçimine dönüştüren, marksizmi idealist bir vaatler söylemine indirgeyen bu algılayış tarzından metodolojik bir tartışmayı yürütmesini beklemek çok da makul değil. Nasıl olsa önümüzdeki yapbozun boş kalan kısımlarını dolduracak bir sürü kategori ve kavramımız var; sermaye, diyalektik, ilkel birikim, meta, materyalizm, alt yapı, sivil toplum ve devlet ve daha bunun gibi bir çok kavramı yapbozumuzun boşluklarına koyup bir çok sorunu çözerek -yalan da olsa- mutluyuz.
Solu ve sosyalizmi daha çok duygusal motiflerle tanımış bir kuşak için onun üst-siyasal söylemini belirleyen marksizmi bir metod olarak tartışmak kolay değil biliyorum, ama şunu açıkça ifade etmek gerekir ki, marksizm sosyalizmin biçimlerinden bir tanesidir, onun sosyalizmler içinde bu kadar öne çıkmasını nedeni ise kendinden önceki sosyalistlere getirdiği eleştiri, çalışmasının muazzam kapsamlılığı ve eleştirisinin derinliğidir. Ve içinde bulunduğumuz çağda onun kapitalizme getirdiği eleştiriler kadar önem taşıyan bir diğer hatta daha önemli yanı bu eleştirinin metodolojik özgüllüğüdür. Bir metod olarak Marx’ın çalışmalarını algılayabilmek açısından 2006’nın son aylarında yayınlanmış olan Bertell Ollman’ın Diyalektiğin Dansı: Marx’ın Yönteminde Adımlar(1) kitabı bu konuda oldukça açıklayıcı olabilir. Düşünmenin diyalektiği göz önüne alındığında hiçbir açıklama tam açıklama olmasa da eserin siyaseti ya da belirli bir siyaset yapma biçimi anlamak açısından oldukça önemli olduğunu düşünüyorum.
Yukarıda kavramsal haznemizi oluşturan kimi kategorilerin ve kelimelerin sosyalist solun siyaset yapma biçiminde yalancı mutluluklar yarattığını söylemiştik işte Ollman’ın çabası da bu kolay ve yalancı mutluluğu bozarak, politika yapmanın ve özellikle de marksist bir siyaset yapma pratiğinin, şablonların dışına taşınması etrafında şekilleniyor. Diyalektiğin Dansı’nda Ollman Marx’ın yöntemini “soyutlama” kavramı üzerinden kurarak, “içsel ilişkiler felsefesini” marksizmin dünyayı görüleme biçimine dönüştürerek ve hepsinden önemlisi “diyalektiği” ontolojik olarak değil de epistemolojik olarak düşünerek bu karmakarışık dünyayı anlayabilmenin bir aracı olarak marksizmi bize geri vermeye çalışıyor. New York Üniversitesi siyaset bilimi profesörlerinden Bertell Ollman’ın Marksizm içinde diyalektiği bu şekilde konumlandırma çabası sadece 2003 yılında okura ulaşan Dance of the Dialectic: Steps in Marrx’s Method ile sınırlı değil. İlk defa 1976 yılında basılan Alienation‘da, 1979’da basılan Social and Sexual Revulation’da, 1993’te yayınladığı Dialectical Investigations‘da, yine 1998 yılında okurlarına sunduğu Market Socialism: The Debate Among Socialists kitabında, ve yayınladığı bir çok makalede Ollman ilgisini sürekli olarak bu konu üzerinde tutmuş. Marx’ın çalışmalarının ontoloji, epistemoloji, araştırma, düşünsel yeniden inşa, sergileme ve praksis olmak üzere 6 uğraktan oluştuğunu söyleyen Ollman ilgisinin neden daha çok epistemolojik uğrak üzerinde yoğunlaştığını diyalektik ile bağıntısında şu şekilde açıklıyor; “Marx’ın diyalektik yöntemi adı verilen şey, Marx’ın kendi araştırma nesnesini etkilemiş olan bu sorunu (kapitalizmin tarihsel ve organik hareketini) tam olarak kavramaya yönelik çabasıdır. Daha geniş bir ifade ile diyalektik, kapitalizmdeki (ve daha geniş dünyadaki) değişim ve etkileşimleri kavrarken ve bunları açıklarken Marx’ın izlediği yoldur ve diyalektik, araştırma ve sergileme amacıyla Marx’ın bu gerçekliği zihinde manipüle etmek için yaptığı her şeyi içerir”(s.238). Gerçekliği zihinde tekrardan inşa etmek için gösterilen bu çaba aslında açıktır ki ilk olarak bir ontoloji tartışmasını gerekli kılmaktadır, ama yine de Ollman epistemolojide ısrarlıdır. Bunun nedeni de diyalektiğin bir ontolojik savlar bütünü olarak algılanmasının önüne geçmek ve marksizme dair başka bir ontoloji ileri sürmek istemesidir. Ollman’ın bu istemesinin arkasında yatan kaygı ise marksizm içinde diyalektiğin ontolojik olarak konumlandırılmasına neden olan Hegelci ve pozitivist bir yöntem-ontoloji özdeşliğidir. Bu özdeşliğin marksizme getirdiği zararlı etkiler, Hegelcilik söz konusu olduğunda öznesiz bir tarihsel diyalektik, pozitivizm söz konusu olduğunda ise ampirist, yansıtmacı bir bilgi görüşüdür. Oysa Ollman’a göre Marx’ın bütün çalışmaları ve özelde de Kapital bu tarz bir bilgi görüşüne karşı çıkar ve yansıma olarak bilgi görüşü yerine üretim olarak bilgi görüşünü ortaya koyar ve işte diyalektik de bu bilgi görüşünün ürün verebilmesini sağlayan metod olarak ortaya çıkar. “Öncelikle diyalektik her şeyi açıklamaya gücü yeten katılaşmış bir tez-antitez-sentez üçlemesi değildir. Bir şeyi kanıtlamanın veya önceden tahmin etmenin formülünü sunan bir kılavuz olarak da görülemez. Onu tarihin motoru olarak düşünmek de yanlıştır. Diyalektik, sanılanın aksine, hiçbir şeyi kanıtlamaz, hiçbir şeyi önceden bildirmez ve hiçbir şeyin ortaya çıkmasına neden olm
az”(s.30). Diyalektiğin ne olmadığını söylemek, bu güne kadar Marksistler arasındaki tartışmalarda zaten olağan bir tavırdı, en azından Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan DİAMAT öğretisinin muhalifleri açısından diyalektiğin o olmadığını söyleyebilmek bile yeterince önemli bir kulvar açmıştı. Ama Korsch’tan Lukacs’a, Horkheimer’dan Adorno’ya kadar tutun da Marksist düşünürlerin bir çoğu bu olumsuzlamanın yerine çok genel ve belirsiz içerikler vererek diyalektiği bir ölüm sessizliğine ittiler. Ollman’ın bütün çabası da Marx’ın “olduğu yerde donup kalmış koşulları, kendi şarkıları eşliğinde dans etmeye zorlamalıyız” sözüne gönderme yaparak olduğu yerde donup kalmış ya da unutulmuş bu diyalektiği kendi dansına tekrar zorlamaktır. Ollman için diyalektik “hayatımızda ortaya çıkabilecek bütün olası değişim ve etkileşimleri gözümüzün önüne seren bir düşünme biçimidir. İncelemeye çalıştığımız gerçekliğe ait öğeleri nasıl düzene sokacağımızı, bu gerçekliğe ilişkin elde edilen çıkarımları genellikle diyalektik biçimde düşünmeyen diğer insanlara nasıl aktaracağımızı gösteren bir kılavuzdur” (s.30)
“Diyalektiğin akademi çevrelerinde gizli (aslında pek de gizli olmayan) bir ihmale veya daha kötü bir muameleye maruz bırakılmasının neredeyse gelenek haline geldiğini” (s.24) söyleyen Ollman kitabın giriş bölümü olan “Marksizm: İki Şehrin Hikayesi” başlığını verdiği sayfalarda Diyalektiğin Dansı ile işte bu ihmali önlemeye ve diyalektiği sadece Marksizm içinde değil genel olarak bütün bir sosyal bilimler alanında tekrardan kullanılan bir yöntem olarak önermeye çabaladığını ifade eder. Kapitalist modernleşme pratiğinde bilimlerin dünyaya dair bütünlük algısını kaybettiğini söyleyen yazar, bu bütünlüğün ikili bir hareketi olduğunu ve özellikle de kapitalizmin organik ve tarihsel bu hareketinin ancak diyalektik bir analizle kavranabileceğini iddia etmektedir. Bir yandan şimdiki kapitalizmi diğer yandan da gelecekteki bir komünizmi iki şehir benzetmesi ile sunan Ollman şimdi ve gelecekle ilgili bir çalışmanın mutlaka geçmişe de gönderme yapması gerektiğini söyleyerek kapitalizmin mekansal olarak şimdiki bir analizine tarihsel bir çözümlemeyi de ekleyerek ikili bir bütünlük algısı içinde diyalektiğini çalıştırdığını söylediği Marx’ın yöntemini okuyucuya aktarma amacındadır.
Girişten sonraki kitabın birinci bölümü Diyalektiğin Anlamı başlığını taşır. Ollman bu bölümde “diyalektiğin gerçekte olmayan bir şeyi düşünceye eklemediğini, diyalektiğin daha çok dünya üzerine düşünürken sınırların nasıl çizileceği ve birimlerin nasıl oluşturulacağı (ki diyalektikte buna ‘soyutlama’ denir) meselesini gündemine aldığını”(s.32) söylerken ontolojik savlar taşıyan bütün diyalektik kavrayışlarından uzak olduğunu okura sezdirir ve diyalektiğin yasaları olarak görülen şeyleri de birer analiz kategorisine dönüştürür. Bu kategorileri özdeşlik/farklılık, zıtların iç içe geçmişliği, nitelik/nicelik ve çelişki başlıklarıyla veren yazar bütün bunları kapitalizmin işleyişini anlamaya çalışırken Marx’ın kullandığı diyalektiğin metodolojik kategorileri olarak sunar. “Herhangi bir alanda diyalektiği benimsememiş düşünürlerin sürekli olarak ‘bir dış kışkırtıcının’, yani incelenen sorunun dışından gelen veya ortaya çıkan her neyse onun nedenini oluşturduğu düşünülen bir şeyin veya kimsenin izini sürerken, diyalektik düşünceye sahip olanların herhangi bir değişimin arkasında onun içinde bulunduğu sistemin veya sistemlerin iç ilişkilerini aradıklarını” (s.39) söyleyen yazar diyalektiğin yukarıdaki kategorileri sayesinde bu iç ilişkilerin ve bütünlüğün kurulabileceğini savlar. Böylece bu ilk bölüm yazarın okuyucularını nasıl bir diyalektik tartışması ile karşılaştırmak istediğinin genel çerçevesini çizer ve bütün bir metni diyalektiğin bu zamana kadarki klasik tartışma çerçevesinin dışına çıkarır. Diyalektiğin bu zamana kadarki kavranışlarını da birer yanılsama olarak sunduğu birkaç sayfalık bir tartışma sonrasında Ollman ince bir ustalıkla metod olarak marksizmi kavrama çabasını bir bütün olarak marksizmi anlama çabası ile örtüştürmüş olur. Tartışmanın geliştirilmek istendiği kulvar açılmıştır.
Diyalektiği çalıştırmak: Marx’ın yönteminde soyutlama süreci başlığını taşıyan kitabın ikinci, en uzun ve Ollman’a göre en önemli bölümü ise Marx’ın metodunda soyutlama kavramına odaklanıyor ve soyutlama pratiğinin içsel ilişkiler felsefesi ile olan bağının diyalektik yöntemi zorunlu kıldığını iddia ediyor. Soyut (abstract) sözcüğünün Latince’de “çekip almak” anlamına gelen abstrahere’den türediğini söyleyen Ollman, soyutlamanın da bir inceleme alanında “dışarıda bırakılanlar ve içeriye dahil edilecekler arasında bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde sınır çizmeye yönelik ussal etkinlik”(s.48) olduğunu söylerken Marx’ın bu süreci bilinçli bir etkinlik olarak kullandığının da dikkatle altını çiziyor. Marx’ın çalışmalarında yukarıda anlatılan şekildeki bir soyutlamanın sonucu olan şeye, hatalı biçimde tasarlanan ussal inşalara ve gerçek dünyada birbirinden ayrı düşünülemeyecek bazı şeyleri birbirinden yalıtık olarak konumlandırmaya da soyutlama kavramı ile yaklaştığını söyleyen yazar metodolojik bir soyutlamanın sadece ilk anlamı ifade ettiğini söylerken, Grundrisse’ye kadar Marx’ın metinlerinde soyut ve soyutlama kavramlarına karşı takınılan olumsuz tavrı bu ayrımlar sayesinde diyalektik bir soyutlama biçiminden ayrı tutmayı başarıyor.
Marx’ın diyalektik metodunun soyutlamaya ihtiyaç duymasının nedeni ise Marx’ın içsel ilişkiler felsefesinin genel savlarını kabul etmesidir. Bu felsefi konumun tarihteki görünümleri Leibniz, Spinoza ve Hegeldir. “Tüm bu filozofların ortak noktası bütünü oluşturan parçalar arasındaki ilişkilerin bu parçaların kendisinde de ifade edildiği düşüncesidir”(s.65) ve bunun da anlamı her bir parçanın bütünü oluşturan diğer parçalarla olan ilişkileri de bünyesinde taşıdığıdır. Her ne kadar Leibniz’de monad, Spinoza’da modes of nature ya da tanrı ve Hegel’de de fikirlere denk düşse de hepsi de bütün ve parça arasındaki ilişkiyi aynı mantıksal form altında düşünmüştür ve sonuçta ortaya çıkan bütünleşik bir dünya tasarımıdır. Marx için bu bütünleşik dünya tasarımının adı geçen düşünürlerce sadece felsefi kategorilerle sunulan bir görünümü yeterli olmadığından, birbirine dışsalmış gibi gözüken bütün ilişkileri tekrardan bütünleşik bir halde sunacak, “gerçek somuttan düşüncedeki somuta” dönüştürecek teorik bir çaba ancak soyutlama ile mümkündür. Bileşkesi olduğu bütünden ve onun tarihsel gelişiminden yalıtılarak nesne edinilen ilişkiler daha sonrada tekrar tekrar birleştirilip, genelleştirilerek tarihsel ve organik bütünlüğüne ancak soyutlama ile kavuşturulabilir ve kapitalizmin bu şekildeki bir analizi bizim karşımıza Kapital’i çıkarmıştır.
Soyutlama etkinliği sadece genel bir çekip çıkarma işlemi olarak algılanamaz. Ollman bunları üç başlık altında inceler: Kapsamın soyutlanması, genellik düzeyinin soyutlanması ve konumlanma noktasının soyutlanması. Kapsamın soyutlanması, soyutlanan parçanın “hem uzamsal hem de zamansal anlamda belirli bir kapsama yerleştirilmesidir. Uzamsal anlamda sınırları soyutlarken limitler belirli bir anda ortaya çıkan karşılıklı etkileşim uyarınca oluşturulur. Zamansal anlamda sınırları belirlerken ise limitler herhangi bir
parçanın kendine ait tarihi ve potansiyel gelişimi, yani bu parçanın önceden ne olduğu ve ileride ne olabileceği uyarınca konur” (s.72). İkinci soyutlama biçimi ise genellik düzeylerinin soyutlanmasıdır. Burada kapsam soyutlamasında olduğu gibi sadece parça değil parçanın ait olduğu bütün sistemi ele almaya yarayan bir soyutlama biçimi karşımıza çıkar. Mesela “Marx’ın kapitalist üretimden genel olarak üretime geçerken yaptığı soyutlama bir kapsam soyutlaması değil genellik düzeyi soyutlamasıdır. Bunu yaparken Marx daha özel bir üretim anlayışından, yani üretimin işlediği (ve bununla birlikte de tüm bunların varoluş kazandığı kapitalizm dönemini) aynı derecede özel niteliklerin oluşturduğu ağın tümünü mercek altına alan bir anlayıştan, daha genel bir üretim anlayışına, yani üretimin gerçekleştiği aynı oranda genel olan koşulları (ve bununla birlikte bu koşulların varolduğu dönem olarak insanlık tarihinin bütününü) mercek altına alan daha genel bir üretim anlayışına geçer”(s.93). Marx’ın diyalektik yönteminde bu şekilde 7 genellik düzeyi olduğun söyleyen Olman bu soyutlama biçiminin anlaşılmasının Marksizm tartışmalarındaki bir çok sorunu da çözebileceğini belirtir. Örneğin Marx’ın yabancılaşma teorisini zaman içinde terkettiğine dair savlar genellik düzeyi soyutlamaları bağlamında düşünüldüğünde farklı sonuçları ortaya çıkarır; genel olarak üretim tartışması bağlamında yer alan yabancılaşma kavramı genellik düzeyinin kapitalist üretim ilişkilerine yükseltilmesi sonucunda meta fetişizmi biçimini alır, yani yabancılaşma teorisi hala yürürlüktedir. Üçüncü soyutlama biçimi ise konumlanma noktasının soyutlanmasıdır. Bunu da bir örnekle açıklamak gerekirse “Devlet, Marx için hakim iktisadi sınıfın bir aracıdır fakat aynı zamanda Marx devleti ekonominin gereklerine yanıt veren nesnel yapılar kümesi olarak, yani üretim tarzının bir görünümü olarak da ele alabilmiştir”(s.114). Bu soyutlama düzeyi esas olarak Marx’ın ideoloji kavramını nasıl ele aldığını bize gösterir. “ideoloji, bir görüngüyü incelemek için gerekli araçların sayısı ve önemi ne kadar olursa olsun onu yalnızca tek bir açıdan görmekten kaynaklanır. Burada sadece bu açıdan öğrenilecek şeylerin ne kadar sınırlı olduğunun farına varılmaz. Hegel, (ideolojik anlamıyla) soyut biçimde düşünmek “tek bir yükleme bağlanmaktır” derken kafasında bu vardır”(s.118-119). Genel olarak herhangi bir nesneye yöneldiğimizde aynı düşünme biçimi bizde de harekete geçer, oysa “katiller, hizmetçiler, askerler bizim onları bu şekilde adlandırdığımız tek bir konumlama noktasından bakıldığında taşıdıklarını gördüğümüz şeylerden çok daha fazlasını içerirler”(s.119). Marx Ramsay’a ya da Ricardo’ya yönelik eleştirilerinde ‘yanlış’ olan ile ‘tek yönlü’ olanı eş tutarken de aynı şeyi açıklamak istemektedir. “Burada vurgulanması gereken şey Marx’ın ideolojiyi asla salt basit bir yalan olarak eleştirmemesi ve ideolojinin ileri sürdüğü şeylerin tamamıyla yanlış olduğunu iddia etmemesidir. Bunun yerine Marx ideolojiyi fazlasıyla dar, kısmi ve asıl odaklanılması gereken şeye odaklanmayan, tek yönlü nitelemeleriyle tarif eder”(s.119). Konumlanma noktasının soyutlanması da inceleme nesnesine ya da sürecine onlarca farklı perspektiften yaklaşarak onu bütün yönleri ile serilmeme anlamına gelir.
Bu üç soyutlama düzeyinin verilerinin bir araya getirilmesi ise diyalektik yöntemin dansını ifade eder. Veriler üzerindeki işlemler, bunların birbirine bağlanması ve bir bütünlük elde etme çabasının yöntemidir diyalektik. Bu diyalektik kavrayışı bizi Hegelci bir diyalektiğin özdeşlik savlarından çok Aristotelesçi ve Platoncu (kısmi olarak da Fichte’ye gönderme yapabilecek) bir yoklama ve araştırma metodu olarak diyalektiğe gönderir. “Marx’ın pek çok yorumcusu (buna Marksistler de girer Marksist olmayanlar da) diyalektik yöntemde soyutlamanın rolünü yeterince kavramayarak ve ihtiyaç duyulan kapsam, genellik düzeyi ve soyutlama noktası soyutlamalarında yeterince esneklik göstermeyerek Marx’ın teorilerinin, burjuva ideolojisinde rastlanabilecek ölüde katılıktan, uygun olmayan şeylere odaklanmaktan ve tek yönlülükten muzdarip versiyonlarını inşa etmişlerdir”(s.133). Ollman’ın bütün çabası da Marx’ı ve Marksizmi bu tür yanlış kurgulardan kurtarmaya odaklanır.
Diyalektiğin Dansı’nın üçüncü bölümü Tarihi Geriye Doğru İncelemek: Marx’ın Materyalist Tarih Anlayışının İhmal Edilen Bir Özelliği başlığını taşır. Leibnizci bir Marx okuması olarak da görülebilecek olan bu bölümde Ollman Marx’ın analizlerini toplumsal yapıların tarihsel ardı ardına gelişlerini açıklayan bir tarih felsefesine dönüştürme çabalarına karşı-savlar üretir. Marx’ın konumlanma noktası olarak şimdiyi seçmesinin ve buradan da geriye yönelik bir araştırma yapmasının anlamını sorgulayan Ollman Marx’ın Grundrisse’de yer alan “ekonomik kategorileri, tarihte belirleyici olmuş oldukları sırayla birbirini izlemeye terk etmek lüzumsuz ve yanlıştır”(2) cümlesine rağmen hala bu tür anlayışlar devam ettiğinden yine Marx’ın Grundrisse’de yer alan “daha basit bir kategori daha somut olanından önce varolmuşsa da tam gelişimine (hem içerik hem de yaygınlık bakımından) ancak karmaşık bir toplum biçiminde ulaşabilmektedir” (3)ve “kural olarak, en genel soyutlamalar ancak mümkün olan en zengin gelişmenin ortasında, bir şeyin bir çok şeyde, her şeyde ortak olarak belirdiği durumlarda ortaya çıkarlar”(4) ve yine “İnsanın anatomisi de maymunun anatomisinin bir anahtarıdır”(5) cümlelerindeki anlayışı Marx’ın metodunu serilmemek için analiz eder. Leibniz’in monad kavramına gönderme yapan bir kavramsal çözümleme burada Ollman’a yardımcı olur: “Marx’ın analizine dahil olan her bir öğe, etkileşim halinde olduğu ve ortaya çıkabilmesini ve işleyebilmesini sağlayan diğer tüm öğeleri kendisinin ne olduğunun birer görünümü olarak içerir. Bu bakımdan, örneğin emek ve sermaye birbirleriyle yoğun etkileşimleri bakımından birbirlerinin görünümü olarak kavranır. Emek gücü onu satın alacak kapitalistler olmadan ne satılabilir ne de işçilerin üzerinde bir denetime sahip olmadığı bir üründe somutlanabilir”(s.136). Bunu sonucunda ise Marx’ın emek ile sermayeyi, bir ve aynı ilişkinin zıt kutuplardan görülenin farklı ifadeleri olduğu yönlü cümlesi de anlamını kavramış olur. Bu zıt kutuplardan görülenin yani emek ve sermayenin “etkileşiminin zaman içinde gelişimi, yani gerçek tarihi, onun güncel biçimleri ile içsel ilişkili olarak görülür. Marx’ın sözleriyle şeyler ‘gerçekten de oldukları, gerçekten de cereyan ettikleri gibi’ ele alındığında bir şeyin oluş süreci, en az şu anda nasıl göründüğü ve işlediği ile ilişkili nitelikler kadar, bu şeyin ne olduğunun bir parçası haline gelir”(s.137). İşte şeylerin ne olduğunun kavranmasında onların oluş sürecinin de bu kavrayışın bir parçası haline gelmesi Marx’ın tarihe yöneliminin gerçek anlamını ortaya çıkarır. Ollman’ın bu bölümde vurgulamak istediği sonuç, Marx’ta tarihin Hegelyan bir biçimde tarihin amacını ve uğraklarını belirtmeye yarayan bir biçimde ele alınmadığıdır.
Marksizm ve Siyaset Bilimi: Marx’ın Yöntemi Üzerine Tartışmaya bir Başlangıç başlığını taşıyan dördüncü bölüm, başlığı itibarı ile vermek istediğini açıklamaktadır. Marx’ın “geçmişteki ve bugünkü ütopyacı sosyalistlerin aksine insanları dışsal bir ilkeye bağlı kalarak ulaşılabilecek ahlaki bir vaazla uyandırmaya uğraşmadığını, bunun yerine insanları, kendi açıklamasının yapısı konu
sunda ikna etmeye uğraşarak onları sosyalizme kazanmaya çalıştığını” söyleyen Ollman, Marksizmin siyaset ile ilgisini bir vaatler bütünü üzerinden değil de Marksizmin dünyayı algılamaya dair bir metod olduğundan hareketle “politikaya giriş” olarak kurgulamaktan yanadır. Politikaya giriş olarak da Marx’ın yöntemini “gerçekliği açıklama ve kavrama”(s.162) üzerinden kuran yazar burada beş ayrı düzeyi ayırt eder. Araştırmanın sırasıyla ontoloji, epistemoloji, araştırma, düşünsel yeniden inşa ve sergileme üzerinden yürüdüğünü söyleyen Ollman praxise doğru yol almanın ancak bu aşamaları teorik bir düzeyde yeniden üretmekle mümkün olduğunu söyleyerek Marksizmi vaatler veren bir reçete biçiminden kurtarma çabasındadır.
Yasa tıkıyor hapse erkeği veya kadını
Çaldığında ortak toprağın üstündeki tek bir kazı
Ama kazın altından çalanlar ortak toprağı
Büyük hain onlar ama; serbest elleri kolları(s.189)
Dizeleri ile başlayan Neden Diyalektik? Neden Şimdi? Veya Kapitalist Bugün İçinde Komünist Geleceği Nasıl Çalışmalı? adlı beşinci bölümde Ollman iki tartışmayı aynı anda yürütmeye çalışır. Bir yandan şiire uygun olarak popüler siyasal tartışmalar altındaki gerçek sorunu gösterme çabasındadır diğer yandan da gelecekle ilgili bir politik kurgunun en baştan olumsuz anlamda ütopyacılıkla yaftalanamayacağını söyler. “Gelecek üzerine yapılan her tartışma illa ki ‘ütopik’ mi olmak zorundadır? Rosa Luxemburg ve aynı minvalde düşünen diğerleri gibi ben de niteliksel anlamda daha iyi bir toplumun mümkün olduğunu düşünmenin ve bunun beklentisi içinde olmanın ütopik olduğu kanısında değilim” diyen Ollman ütopik olmak demenin “gelecekte arzu edilen toplumu salt ona yönelik umutlar üzerinden inşa etmek” olduğunu söylerken “böyle bir toplumun olanaklılığına herhangi bir neden veya kanıt olmadan inanmanın”(s.195) idealizmin düşünme biçimi olduğun ifade eder ve “eskinin eleştirisi ile yeni dünyayı bulmak istiyoruz” diyen Marx’ın ifadelerini kesinlikle bu biçimden ayırır. Bu noktada bu bölüme kadar diyalektiğin yönteminin köşe taşlarını vermiş olan Ollman gelecekle ilgili bir tasarımın şimdinin içindeki soyutlamalara bağlı olduğunu söylerken Marksizmi bir potansiyel araştırması olarak kurgular.
Marx’ın Soyutlama Süreci Işığında Eleştirel Gerçekçilik adındaki altıncı bölüm ise daha çok Roy Bhaskar’ın felsefi konumuna ilişkin bir eleştiri niteliği taşır. Her ne kadar Bhaskar’ın ve eleştirel realizmin metodolojik savlarını kabul etse de Ollman bu konumda belli bir yapısalcılık gördüğünü ifade ederek tarihsel kopukluklar yaratan bu bakış açısını kesintisiz ve bütünleşik bir dünya kurmanın yoluna doğru çağırır. Aynı şekilde daha çok Hegelci bir kavramsal diyalektiğin (ki Ollman bunu sistematik diyalektik olarak adlandırır) eleştirisine de Sistematik Diyalektik’in bir Eleştirisi adlı yedinci ve son bölümde veren Ollman Marx’ın amaçladıklarının Hegel’in kavramsal mantığı ile uyuşmayan sunuş stratejileri gerektirdiğini söyleyerek kitabı bitirir.
“Olduğu yerde kalmış koşulları kendi şarkıları eşliğinde dans etmeye zorlamalıyız” alıntısıyla başlayan kitap koşulların ‘derin’ ilişkilerinin izini sürerek bir bütünlük sağlayabilme çabasında Marx’ın diyalektiğinin nasıl verimli hale getirilebileceğinin anlatısı olarak karşımıza çıkar. Her ne kadar ontolojik diyalektik iddiaları ile hesaplaşmayı gündemine almasa da Ollman’ın kitabı Marksizmi ve siyaseti farklı yerlerden düşünmenin-düşünebilmemin önemli bir olanağı olarak Türkiye’deki konuyla ilgili insanlara yeni tartışma kulvarları açacaktır. Diyalektiğin Dansı düşünmenin ‘zayıflığı’ ile varolanın güçlülüğü arasında denge kurabilmenin önemli bir arayışıdır; gerçekliğin tınısına kulak vermenin arayışı.
Peki Ollman’ın bu kitabının 8-9-10 Haziran’da Ankara’da yaklaşık 2000 kişinin katılımı ile yapılan ve Halkevleri’nin düzenlediği Halkın Hakları Formu ile ilgisi nedir. Halkın Hakları Formu eğitim, sağlık, sosyal hizmetler, su, tarım ve beslenme, siyasal haklar, ulaşım, iletişim, enerji, barınma, çevre, çalışma hakkı gibi 13 atölye üzerinden yürüyen bir çalışma. Her bir atölye kendi konusu etrafında akademisyenlerden konunun mağdurlarına kadar geniş bir yelpaze içinde oluşturulmuş tartışmacı grubuna sahip. Konunun bire bir muhatapları ile konu hakkında kafa yoranların etkileşimleri ile oluşmuş, yani birbirine bir şeyler öğreten insanların karşılaşması ile oluşturulmuş atölye sonuç bildirgeleri var. Yani ülke insanlarının gerçek sorunlarına dair ve de siyasetin gerçek zeminine dair hak kavramı eşliğinde yeni bir siyasal program yaratma çabası, siyaseti temellendirilmemiş vaazlardan kurtarma çabası. Her bir konunun diğerlerinden soyutlanarak araştırılmasına ve daha sonra bu soyutlamaların politik bir bütünlük algısının çerçeveleri dahilinde birleştirilmesi çabası. Yani aslında sol siyasetin, marksizmi gerçekten verimli bir şekilde kullanmasına, siyaseti ve siyasetin taleplerini toprağı iğneyle kazıyarak bir bütünlük içinde sunabilmesine ve politikayı gerçek zeminine çağırma çabası. Uzun bir yol, zorlu ve de kimi zaman sabırsızlık yaratıcı ama sol bir politikanın ülke topraklarında inandırıcı bir biçimde tekrardan filiz verebilmesinin yolu. Teori ve pratiğin uzun süren ayrılığına dair tekrardan birleşebilmelerinin yolu. Halkın Hakları kendi içinde donup kalmış koşulları, farklılaşmış ve birbirinden ayrıymış gibi duran problemleri birleştirebilmenin ve buradan da gerçek siyasetin zeminini oluşturabilmenin yolu. Halkın Hakları aktivistleri gerçekliği kendi dansına zorluyor ve gerçekliğin tınısına kulak veriyorlar.
Dipnotlar:
(1) Ollman, Bertell Diyalektiğin Dansı, Yordam Kitap, Çev: Cenk Saraçoğlu, İstanbul, 2006
(2) Marx, Karl, Grundrisse, Birikim Yayınları (çev: Sevan Nişanyan), İstanbul, 1979, sf: 180
(3)a.g.e sf: 173
(4) a.g.e sf: 175
(5) a.g.e sf: 177