Türkiye siyasetinde 2000’li yılları 1990’lardan farklı kılanın, siyasal kutuplaşmanın niteliği olduğu söylenebilir. Türkiye’de siyasetin kutup başlarını artık liberal/muhafazakâr demokratlarla ulusalcılar/milliyetçiler oluşturmakta ve siyaset bu iki kutbun egemenlik mücadelesi ekseninde icra edilmektedir. Liberal/muhafazakâr demokrat kanat “Yeter söz milletindir” sloganında ifadesini bulan yaklaşık 60 yıllık merkez sağ geleneğin popülizminden beslenmekte ve kendini rejimin esas sahibi olarak gören […]
Türkiye siyasetinde 2000’li yılları 1990’lardan farklı kılanın, siyasal kutuplaşmanın niteliği olduğu söylenebilir. Türkiye’de siyasetin kutup başlarını artık liberal/muhafazakâr demokratlarla ulusalcılar/milliyetçiler oluşturmakta ve siyaset bu iki kutbun egemenlik mücadelesi ekseninde icra edilmektedir.
Liberal/muhafazakâr demokrat kanat “Yeter söz milletindir” sloganında ifadesini bulan yaklaşık 60 yıllık merkez sağ geleneğin popülizminden beslenmekte ve kendini rejimin esas sahibi olarak gören Kemalist bürokratik elite karşı, yıllarca “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözünün içinin boşaltılmasıyla verilen mücadelenin günümüzdeki bayraktarlığını yapmaktadır.
Son cumhurbaşkanlığı süreci ve sonrasında yaşananlar, milliyetçi/ulusalcı kanadın halen gücünü koruduğuna, ancak ideoloji alanında muhafazakâr demokrat bir hegemonyanın kurulmakta olduğuna işaret etmektedir. Bu hegemonyanın kuruluşunda AKP ve çeperindeki Gülen cemaati gibi tarikatların sahip olduğu muazzam ekonomik güç, bundan kaynaklanan geniş propaganda araçları, hem de bu propaganda araçlarında kendilerine sayfaların ve ekranların tahsis edildiği liberal/ sol liberal akademisyen ve entelektüeller önemli bir rol oynamaktadır.
Muazzam ekonomik güç, Anadolu sermayesinin AKP’ye ve muhafazakâr demokrat düşünceye verdiği kayıtsız şartsız destek ile bağlantılıdır. Ancak mesele bununla sınırlı değildir, büyük kentlerdeki ve taşradaki küçük esnaf da muhafazakâr demokrat ağa dâhil edilmiş durumdadır. Bir esnafın işlerini yürütebilmesinin ve para kazanabilmesinin yolu bu ağa dâhil olmaktan geçmektedir. Zaman, Yeni Şafak ve Vakit gazeteleri, sonuncunun “radikal” kimliği göz önünde tutulmak kaydıyla, hegemonyanın kuruluşunda büyük rol oynamaktadırlar, Samanyolu TV, Kanal 7 gibi kanallara eklenecek sayısız yerel kanal da aynı işlevi görmektedir. Bu gazete ve televizyonlar, büyük kentlerin yoksul mahallerinde ve taşra kentlerinin neredeyse tamamında okunmakta ve izlenmektedir. Ayrıca, eğitim alanına aktarılan sınırsız para ile özellikle alt-orta sınıf ailelerin çocukları daha liseden itibaren cemaat ilişkilerine dâhil edilip kendilerine yurtlar ya da evler tahsis edilmekte ve dershanelerde ücretsiz olarak okumaları sağlanmaktadır. Üniversiteli olduklarında ise maddi destek artarak devam etmektedir.
Hegemonyanın kuruluşunda kullanılan dil, yani muhafazakâr demokrat söylem, farklı toplumsal katmanlara, farklı şekillerde seslenmektedir. Yine cumhurbaşkanlığı seçim süreci üzerinden gidersek, alt sınıflara ve köylülere, bir yandan “dindar cumhurbaşkanı seçtirmediler” denilerek din eksenli bir propaganda, bir yandan da “bir halk çocuğunun köşke çıkmasına izin vermediler” denilerek sınıf eksenli propaganda yapılmaktadır.
Ancak, orta sınıflara ve okuryazar kitleye seslenilirken kullanılan dil bambaşkadır. Yeni Şafak ve Zaman gazetelerinin çoğu eski solcu olan köşe yazarları ve yorum sayfalarında yazan akademisyen/entelektüeller, mütemadiyen, demokrasi, hukuk, insan hakları gibi kavramları kullanmakta ve statükoya yönelttikleri saldırıyı “liberal demokrat” bir söyleme başvurarak sürdürmektedirler. Liberal demokrat söylem öylesine etkili olmaktadır ki, kendisini halen solda sayan Murat Belge, Perihan Mağden gibi köşe yazarları ve kimi Radikal 2 yazarları da kendilerini bu söylemin etkisinden kurtaramamaktadır.
Böylesi bir söylemi dillendirmenin, liberal solcu entelektüeller açısından bir tür muhaliflik işlevi gördüğünü ve böylelikle “entelektüel namus”a halel getirilmemiş olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki, statükoya, bürokrasiye, seçkinlerin iktidarına ve nihayetinde devlete karşı eleştirel bir tutumu, -kimlerin safında yer aldığını ve neye hizmet ettiğini göz ardı etmeksizin- benimsemek liberal sol aydınları, muhalif, özgürlükçü, eleştirel gibi payelere kavuşturmakta ve “gerçek” birer entelektüel olarak görülmelerini sağlamaktadır.
Eski solcu, yeni liberal ve de liberal sol entelektüellerin kuruluşunda büyük rol oynadığı muhafazakâr demokrat hegemonya, kendisini her türlü sınıf ilişkilerinden bağımsız olarak addedilen “ceberut devlet” imgesine saldırarak var edebilmektedir. Liberal solculuğun büyük yanılgısı ise tam da burada başlamaktadır. Böylesi bir devlet tahayyülü, devleti kapitalist ve emperyalist ilişkilerden bağımsız “kendi için” bir varlık gibi algılayıp ona sınıflar üzeri bir nitelik atfetmekte, müttefik olarak seçtiği muhafazakâr demokrasinin ise küresel kapitalizmin ve emperyalizmin ülke içerisindeki bir uzantısı olduğunu bilinçli bir şekilde reddetmektedir. Göz ardı edilen başka bir olgu ise, muhafazakâr demokrasinin sahip olduğu gerici potansiyeldir. Laikçi bir “şeriat geliyor” propagandasının ötesinde değerlendirilmesi gereken ve toplumsal yaşayışın her alanını hızla dinselleştiren bir potansiyeldir bu.
Statükoyla gericilik, ulusalcılık/milliyetçilikle liberal/muhafazakâr demokrasi arasındaki kutuplaşmanın ötesindeki üçüncü bir kutbu, emekçileri siyaset sahnesine taşıyarak yaratmak isteyen bir sol hareketin, yitirdiği düşünsel hegemonyayı yeniden tesis etmekle işe başlaması, Türkiye’nin kurutulmuş sol aydın damarını yeniden diriltmesi gerekmektedir. Aksi takdirde, siyasetin dışardan izlenmesine devam edilecektir.
Fatih Yaşlı