2007 ILO Konferansı’nın sonuçlarıyla ilgili bazı platformlarda yükseltilen iddialar ve özellikle de DİSK Genel Başkanı tarafından yapılan açıklamalara yönelik ağır suçlamalar, özellikle Türkiye işçi sınıfı ve sınıfın örgütleri açısından oldukça düşündürücü ve bir o kadar da kaygı verici. Bu suçlamalardan birincisi, sayın Çelebi’nin 18 Haziran’da yaptığı bir konuşmada ‘İLO’dan en üst düzeyde heyetin Türkiye’ye gelerek […]
2007 ILO Konferansı’nın sonuçlarıyla ilgili bazı platformlarda yükseltilen iddialar ve özellikle de DİSK Genel Başkanı tarafından yapılan açıklamalara yönelik ağır suçlamalar, özellikle Türkiye işçi sınıfı ve sınıfın örgütleri açısından oldukça düşündürücü ve bir o kadar da kaygı verici. Bu suçlamalardan birincisi, sayın Çelebi’nin 18 Haziran’da yaptığı bir konuşmada ‘İLO’dan en üst düzeyde heyetin Türkiye’ye gelerek çalışma yapması kararlaştırıldı’ demesi. Öncelikle bunun bir yalan değil, belki de bazı kişilerce kabul edilmesi hayli güç olan bir gerçek olduğunun altını çizmeliyiz. Zira, İLO aplikasyon komitesi Türkiye’ye bir heyet göndermeyi kararlaştırmış; ancak bunun Türkiye Hükümeti tarafından kabul edilmediği taktirde gerçekleşemeyeceğini bildiği için Hükümetten bu talebini kabul etmesini istemiştir. Yine de bu durum, Türkiye’yi bu yılki ILO konferansında hiçbir heyetin gönderilmesi yönünde karar alınmayan onlarca ülkeden farklılaştırır ve heyet gönderme eyleminin Komitenin kendi içinde aldığı, uygulaması karşı tarafa bağlı bir karar olduğu gerçekliğini değiştirmez. Doğrudur, Hükümet bu heyeti de – geçmişte yaptığı gibi- reddedebilir, kuşkusuz sonuçlarına katlanarak. Bu sonuçların neler olabileceği konusuna gelince, bir kere ILO tarafından işçilerin en temel hak ve özgürlükleri kapsamında sayılmış olan standartlar en alt düzeydeki normlardır ve böyle oldukları için de yabancı sermayeyi yatırımdan caydıran bir etkiye sahip değildir. Aksi söz konusu olsaydı dünyadaki en büyük yabancı yatırım akışlarının OECD’nin güçlü ülkeleri arasında yaşanıyor olması mümkün olmazdı; zira bu ülkelerin önemli bir çoğunluğunda söz konusu temel hak ve özgürlükleri ihlal eden değil, olası ihlalleri engelleyen yasalar uygulanmaktadır. Diğer yandan, sermaye birikiminin emek sömürüsü üzerinden sağlanması ve yasalarla baskı altında tutulan emekten soğurulacak değerin görece daha yüksek olacağı doğru olsa da, yabancı sermayenin yatırım yapacağı ülkeyi seçerken emek uyuşmazlıklarının en alt düzeyde ve yasal düzenlemelerle yönetilebilir olması tercihinin oldukça önemli olduğu yine OECD örneğinden anlaşılmaktadır. Bu gerçekliklere karşın, kapitalizme uluslar arası ölçekte eklemlenme ve bunun için her türlü fedakarlığı yaparak yabancı sermayeyi ülkeye çekme çabası içindeki Türkiye Hükümetlerinin ILO uyarılarına daha ne kadar tepkisiz kalabileceği gerçekten merak konusudur. Türkiye’deki iktidarların en temel çelişkisi, bir yandan ülkeyi demokratikleştirdiklerini iddia edip, uluslararası toplumda özellikle de AB nezdinde saygınlık kazanmaya çalışırken diğer yandan ILO’nun müteaddit defalar Türkiye aleyhine aldığı olumsuz ve uyarıcı nitelikteki kararlara yanıt üretmeye çalışmalarıdır. Bu bağlamda yukarıda değinilen ‘sonuçlar’ ile herhangi bir cezai yaptırım değil; uluslar arası toplum nezdinde itibar kaybı, yatırım çekememe gibi durumlar kast edilmektedir. Kuşkusuz yatırım çekememe olgusunun tek nedeni temel hak ve özgürlüklere uygulanan kısıtlamalar değildir, ama sermayenin yatırım yaptığı ülkede emek üretkenliğini olumsuz etkileyen, toplumsal muhalefeti arttıran sürekli bir çatışma ortamı yerine, görece istikrarlı ve çatışmasız ortamları tercih edeceğine de şüphe yoktur. Çünkü en alt düzeydeki hak ve özgürlüklerin tanınmasının sermaye sınıfına getireceği maliyet, çatışmalı ortamların olası bedelinden her şekilde daha düşüktür. Bu nedenle, bugün Çin’de bile çalışma yasalarının görece insani bir reforma kavuşturulması tartışmaları yaşanmakta, hazırlanan taslak üzerinde müzakereler devam etmektedir. Ama daha önemlisi, Türkiye’ye bir ILO delegasyonu gönderme kararıyla ilgili olarak ileri sürülen iddialarda ‘Bu tür talepler geçmiş yıllarda da olmuş ve kabul edilmemiştir’ demek suretiyle, bu yıl ortaya çıkan durumun her yıl yaşanan, bundan sonra da sürekli yaşanacak, olağan bir durum olmadığını, böylece, örtük olarak söylenmiş olmasıdır. Bu anlamda, iddia sahipleri örneğin ‘Türkiye’ye, ILO kurulduğundan beri her yıl heyet gönderilmesi kararlaştırılır, bu ILO’nun işleyişinden kaynaklanan bir prosedürdür’ diyemediğine göre, 2007 yılı ILO Konferansında örneği geçmişte de görülmekle birlikte bir farklılığın olduğunu kabul etmektedir.
Anlaşılan odur ki bu iddiaları ileri sürenler için asıl zor olan, konferans sonucunun sindirilmesidir. Bu tespitimizi en net şekilde ortaya koyan şey ise, söz konusu kişilerin, pek çok teknik detayla süsleyip, inandırıcılık katmaya çalıştıkları ‘ortada bir kara liste olmadığı’ yönündeki iddiadır. Öncelikle ortada bir liste olduğunu; bu listenin Komite’nin 30 Mayıs-1 Haziran tarihlerindeki oturumlarında yaşanan son derece çatışmalı geçen tartışmalar sonucunda kesinleştiğini söylememiz gerek. Hatta tersini iddia edenlere, bu tartışmalarda en yoğun müzakere edilen ülkenin Kolombiya olduğunu ve sonuçta, söz konusu listeye bu ülkenin dahil edilmediğini hatırlatmakta ve içinde Türkiye’nin de 25 ILO üyesi ülkenin 190’yi aşkın toplam üyeden hangi kriterlere göre, neden ve nasıl ayrıldığını sormakta yarar vardır. Eğer ortada bir liste yok ise, iddia sahiplerinin bu soruya bir yanıt verebilmesi gerekir, özellikle de kara liste ile ‘özel paragrafı’ özdeşleştirerek (bu ikisinin aynı şey olmadığını belirtmek gerek) Türkiye’nin ‘özel paragrafa alınmadığını’ söyleme gereği duyan iddia sahiplerinin, konferansın sonucu itibarıyla Türkiye ile Kolombiya arasındaki farkın nereden kaynaklandığını açıklayabilmesi gerekir. Söz konusu 25 ülke, ILO standartlarının en fazla ihlal edildiği ülkeler olmaları dolayısıyla üzerinde görüşme yapmak için belirlenen ülkelerdir. Sonuç olarak ortada 25 ülkeden oluşan bir liste vardır ve ILO’nun üye ülke sayısı 190’nin üzerinde olduğuna göre bu 25 ülkenin bir farklılığı olduğunun kabul edilmesi gerekir. Bu listenin, rengi, ya da kara mı yoksa beyaz mı olduğu elbette nerede durduğunuza, kimden taraf olduğunuza bağlıdır. Örneğin sayın Salim Uslu aynı liste için ‘Utanç Listesi’ demeyi uygun görmüş; Kamu-Sen’in basın açıklamasında ise ‘Kara liste’ terimi kullanılmıştır. Türkiye’deki hak ihlallerini ülke sermayesinin bir başarısı olarak görenlerin, mevcut mevzuatın yardımıyla sömürüyü arttıran ve birikimini hızlandıranların aynı listeye ‘gurur listesi’ demesi elbette mümkündür. Şaşırtıcı olan ise bu listenin mevcudiyetiyle ya da rengiyle ilgili olarak başlatılan demagojinin yıllardan beri işçi örgütlerinde hem de üst düzey görevler yapmış ve yapmakta olan kişiler tarafından yürütülüyor olmasıdır. Bu iddiaların sahipleri, ILO prosedürlerini Türkiye’de iyi bilen kişilerden olabilir ve buna hiç itirazımız olmaz, hatta kendilerinden öğreneceğimiz şeyler olabileceğini de kabul ederiz. Ancak, işçi örgütlerinde uzmanlık yapanların sahip oldukları teknik bilgiyi işçi sınıfı yararına kullanmak yerine, bu teknik detayları kafaları bulandırmak, ya da üzüm yemek yerine bağcı dövmek gibi bir amaçla kullanma lükslerinin olmadığını hatırlatmak isteriz. Örneğin sendika uzmanlarının görevi işçilerin en temel hak ve özgürlükleri üzerine yazdıkları bir yazıda ’87 no.lu İLO Sözleşmesi’ deyip geçmek ve meseleyi teknik bir detaymış gibi ele almak değil; bu sözleşmenin neye dair olduğunu anlatmak, işçilere bütün bu teknik detayların gerçekte doğrudan onların yaşamları ve çalışma koşulları ile alakalı olduğunu açıklamaktır. 87 sayılı ILO Sözleşmesi “Sendika Özgürlüğü ve Örgütlenme Hakkının Korunması”na; 98 sayılı sözleşme ise “Örgütlenme ve Toplu
Pazarlık Hakkının Korunması”na dairdir. Bu bağlamda DİSK Genel Başkanı sayın Çelebi, yalan söylememiş, üstelik tam da gerekeni yapmıştır. DİSK Genel Başkanı iddia sahiplerinin referans ve alıntılarla aktardıkları son derece teknik ve bir o kadar da anlaşılması güç metin ve kararlar ile toplumsal gerçeklik arasındaki bağları kurmuş ve bunları, toplumun geniş kesimlerinin anlayacağı şekilde aktarmıştır.
İddialar arasında bizce son derece ilginç olan bir diğer husus ise, ILO’da bir ülkenin özel paragrafa alınması için işçi ve işveren grupları arasında sağlanması gereken mutabakata yapılan vurgudur. İşçi örgütlerinde çalışan kişilerin ‘böyle bir anlaşma nasıl olsa kolay sağlanmaz’ deyip; ülkemiz işçi sınıfının hak ve özgürlükleri üzerindeki kısıtlamaların bu mutabakatsızlık üzerinden devam etmesine bel bağlamasını anlamak gerçekten mümkün değildir. Bu bağlamda iddia sahiplerine DİSK’in gücünü, -muhtemelen bazı işçi örgütlerinden farklı olarak- sağlanması mümkün olmayan mutabakatlardan değil, hiçbir ayrım gözetmediği ülkemiz emekçilerinden aldığını hatırlatmak isteriz. Önemli olan her türlü imkansızlığa rağmen bu tip platformlarda gerçekleri söylemek ve sonuna kadar mücadele etmektir. Ayrıca DİSK’in sadece ILO’ya bel bağlamadığı, örgütün üçlü temsiliyet yapısı(1) yüzünden çok nadir olarak elde ettiği konuşma fırsatlarında bile Türkiye’nin tartışıldığı sözleşmelerin çok ötesine geçen, ülkedeki bütün emekçileri kapsayan sunuşlar yapmasından; ILO konferanslarına diğer konfederasyonlar gibi onlarca kişilik değil; sadece birkaç kişilik delegasyonlarla katılmasından; konferansın sadece standartların uygulanmasıyla ilgili bölümlerine katılarak, 15 günlük konferans süresinin tamamında Cenevre’de kalmak yerine birkaç günde Türkiye’ye dönmesinden anlaşılmalıdır.
2004 yılı Mayıs ayında yapılan anayasa (90. madde) değişikliği sonrasında ILO sözleşmelerinin doğrudan uygulanır hale geldiğini ileri süren iddia sahiplerine bir diğer sorumuz,: Buna rağmen Türk-İş, Kamu-Sen ve diğer sendikaların 2006 yılında ILO’ya ilettikleri sözleşme ihlallerini neden uygulamayla aşmaya çalışmak yerine ILO’ya başvurmak zorunda kaldıklarıdır? Eğer bugün Türkiye’de uygulanması mümkün olmayan ILO sözleşmesi kalmadıysa Türk-İş neden 2007 ILO konferansına 20 kişiyi aşan kalabalık bir delegasyonla katılma gereği duymuş; komite toplantısında yaptığı sunuşta neden belli hak ihlallerinin devam ettiğinden yakınmıştır? Bu sorular başka bir soruyu gerekli hale getirmektedir: İddia sahiplerinin ‘ulusal yargıya bel bağlama’ tavsiyesi acaba sadece DİSK için; ya da daha açık bir ifadeyle şimdiye kadar yalnızca DİSK tarafından gündeme getirilen ihlaller için mi geçerlidir? Muhtemelen bu iddiaları ileri sürenler, DİSK’e üye olmak isteyen on binlerin 27 yıldır bu en temel haklarından yararlanamamasının nedeninin bizzat ‘ulusal yargı’nın kendisi olduğunu çok iyi bilmekte ve bu durumun devamını arzu etmektedirler.
Gaye Yılmaz
Birleşik Metal İş, Uluslararası İlişkiler Uzmanı
(1) ILO’da temsiliyet her üye ülkenin işçi, işveren ve hükümet delegasyonları üzerinden sağlanır. Ancak, işçi ve işveren örgütlerinden en fazla temsiliyet yüzdesine sahip olanlara delege olma hakkı tanındığı için, bir’den fazla sayıda işçi ve işveren örgütünün bulunduğu ülkelerde bu hak sadece üye sayısı en yüksek olan örgütlerin uhdesindedir