Sokağa Giriş Sanat tarihçileri için modernliğin değilse de modern sanatın yüz yüzeliğinin ortaya çıkması, hayatın saygınlık ve görünürlük kazanması açısından Hieronymus Bosh ve Pieter Brughel’e geri gitmek gerekir. Her iki üstat da resimlerinde kilisenin ifadesiz ve bakışımsız güzelliklerle dolu resimlerine karşı gündelik hayatın kendi mekanında insanları en yalın haliyle göstermeyi denerler. Adeta bu resimler, ortaçağ […]
Sokağa Giriş
Sanat tarihçileri için modernliğin değilse de modern sanatın yüz yüzeliğinin ortaya çıkması, hayatın saygınlık ve görünürlük kazanması açısından Hieronymus Bosh ve Pieter Brughel’e geri gitmek gerekir. Her iki üstat da resimlerinde kilisenin ifadesiz ve bakışımsız güzelliklerle dolu resimlerine karşı gündelik hayatın kendi mekanında insanları en yalın haliyle göstermeyi denerler. Adeta bu resimler, ortaçağ insanının karnavalesk yaşamını yeniden canlandırır. Dünyada artık insan olarak varolan bir takım canlılar aynı zamanda kutsal olanın yanında görünürlük elde eder. Bir başka açıdan aynı çaba modern çağın başlangıcını belirlemeye çalışan düşünce tarihçilerini de meşgul eder. Onlarda Francis Bacon’ın Novum Organon’u ile ya da Rene Descartes’ın Yöntem Üzerine Düşünceler’ini mihenk taşı olarak alırlar, insanın görünürlük kazanması açısından. Nedeni, her iki çalışmanın da farklı metodolojiler ileri sürseler de dogmatizme karşı gelen, ben’i merkeze alan ve ben’den hareketle varoluşu anlamlı kılmaya çalışan görüşleri temsil etmeleridir. Bir başka açıdan sanatın insana verdiği görünürlük yetmez ve daha çoğu düşünce tarafından istenir. Yollar bir kere açılmış ve Rönesans ile elde edilen özgüven pekişmiştir. Ben artık kurucu olmak ister hem de eski metafiziğin araçlarıyla…
Ancak bu haleti ruhiye insanda hem yaratmanın ve yaşamanın heyecanını hem de yok etmenin kaygısını, tam anlamıyla huzursuzluğunu yaratır. Bu iki farklı uç insanı arzuların pençesinde savurur, artık bir kez daha arzuların sınırsızlığı ile varolmanın sınırlılığı tekrar cenk etmek zorundadır. Bu bağlamda Slovaj Zizek, Marquze de Sade’ın ve Immanuel Kant’ın iki ayrı kutbun bekçileri olarak aynı şeyi temsil ettiğini düşünür. Birisi arzulara diğeri akla, biri sınırsız ve fütursuz olana diğeri sınırlı ve füturlu olana, biri hedonizme diğeri ahlak yasasına sığınır… Ancak her ikisi de aynı haleti ruhiye içindedir, artık dünyada insan ben olarak görünürlük kazanmıştır, o halde dogmatik kendilikler kadar dünya üzerinde ve kendi üzerinde hak sahibidir. Böyle farklı yollardan da olsa onu bu hakkın nasıl gerçekleştirileceğinin aranmasından kimse alıkoyamaz…
İşte sokak bir kez daha dünya tarihinde, üzerine düşünülen şeylerden birine dönüşürken bunlar olup biter. Antik Yunan sitelerindeki sokaklarda, bütün kamusal mekanlarda sanki Sokrates’in ya da halk meclisinin tartışmaları yankılanıyor gibidir. Sokaklar düşünsel olarak değerli bir mekan olarak kabul edilmesi, sahne ya da drama merkezi olarak öznelliklerin yaratıldığı yer olarak görülmesi şüphesiz Antikitenin demokrasisinin bir yansımasıdır. Oysa Hıristiyanlık Ortaçağı boyunca bu miras giderek silikleşir. Sonrası işin gerçeği görünürlük kazanmasına rağmen sokak, çok uzun zaman sonra gerçek bir saygınlık kazanır. Ama artık eşitlerin tartışma mekanı olarak değil eşit olmayanların karşılaşma mekanı olarak! Bunu sanırım en iyi Baudelaire’in Paris şiirleri ya da Rus yazarların Petesburg hikayeleri anlatır. Sokaklar hem evsizlere, mülksüzlere, düşkünlere, kaybolmuşlara hem de askerlere, yeni palazlanan sınıfa, fahişelere… gösteri mekanı olur. Özellikle de akşamları sokak lambaları yakıldıktan sonra geceye adım adım girilmeye başlandığında kentin bütün kesimlerinden insanlar gecenin örtüsünden yararlanmak ve gölgeler içinde kaybolmak hazzıyla kendi yoluna gider.
Gündüzlerin acımasız karşılaşmaları böylece gecelerin sahte buluşmaları içinde kayıtsızlık olarak kendini yok eder. Bu yok oluş sokağın yarattığı sahte bir eşitlik doğurur. Dünya sokakta sözde eşitlenir. Peki Antikitede durum aynı mıdır? Antikitede sokak eşitsizliğin değildir, çünkü sokakta gece ve gündüz karşılaşmalar arasında, gündüz görülen bir köle ile gece görülen köle açısından ya da gündüz görülen özgür yurttaş ile gece görüleni arasında bir fark yoktur. Çünkü sokak sadece varolmanın değil, varolmanın bir parçası olarak müzakere etmenin, kendini var etmenin bir biçim taşıyıcısı olarak vardır. Oysa modern kentin sokaklarında eşitlik ne gece ne gündüz vardır. Gece duyulan eşitlik duygusu, aç tavuğun kendini darı ambarında hissetmesinin ötesinde değildir. Sokak böylece biz modern insanların içinde gelişir, mağdur olan büyük yığınların gerilimli isyanına denk eşitsizliğin mekanı olmaya devam eder. 1789’dan 1848’e 1871’den 1917’ye 1968’den 1999’a kadar sokaklar barikatlarda örgütlenmeden şenlenmez. Tam da bu yüzden modern sokağa duyulan hayranlık eşitsizlikten yana bir girişim olmaktan kendini kurtaramaz. Çünkü böyle bir sokağa girmek yalnızca memente vivere (yaşamı anımsama) yoksunluğunda kendini var etmek olur. Bu da sokakta renklerin yalnızca köksüz olduklarında ya da uzaktan görünümlerinde cümbüşüne işaret eder. Gerçekte yaşamı koruma ve alt etmenin tüm krizlerinde ise mağdurların geleneği mağduriyet geleneklerini bir kez daha yineler!
Sokakta
Yukarıdaki değiniden hareketle bu bölümde iki popüler karakterin sokak hakkındaki görüşlerini değerlendirmeye çalışacağım. Birinci örnek Etyen Mahçupyan’ın Milliyet gazetesinin Pazar ekine 24 Haziran’da verdiği mülakatta Aylin Varon’a söylediklerinden önplana çıkartılmış bir ifade: “Ermeniler sokak çocuğudur, en zengini bile aslında esnaftır. Sokağa yatkınlıkları nedeniyle at yarışları bu topluma cuk oturuyor. Zaten at yarışları Ermeniler arasında çok yaygın bir meraktır, özellikle erkeklerin sosyalleşme biçimidir”. İkincisi Fatih Akın’ın bir İstanbul Hatırası olarak karşımıza çıkardığı Crossing the Bridge filminden. Siya Siyabend grubunun üyelerinden biri filmde sokak ve sokağın müziğini özetle şöyle savunuyor: Sokak hem zemindir. Sokakta herşey herkes eşitlenir… Sokak aynı zamanda yozlaştırır da.
Öncelikle Mahçupyan’ın öne çıkarılan ifadesindeki bir hatayı hemencecik düzeltmek gerek. Olguların tekrarı ya da yaygınlığı ne olursa olsun, tecrübeyle sabit olan şudur ki bazı ad hoc(mış gibi, uydurma) durumlar de facto(fiili) inançlara dönüştürülemez. Ayrıca olguları genelleyerek düşünmek yanlıştır, bu davranış bizi sık sık olguların canlılığından ve bağlamlarından uzaklaşmaya sevk eder. Ayrıca Mahçupyan’dan farklı olarak birileri de şöyle düşünebilir.”Sokak çocuğu” olmak hem sempatik değil hem de öznellik hamuruna çok bulaşmış ve bu da olgunun devşirildiği Ermenilik kimliğinin kabul etmekte zorlanacağı bir şeydir. Ancak burada maksadım Mahçupyan’ının ifadesini mantıksal akıl yürütmeler açısından tartışmaktan daha öte sokağın sempatik bir karşılama ile bir kimliğin asli unsuru olarak dile getirilmesindeki rahatlığı sorgulamaktır. Yani Ermeni azınlığın içinde yaygın toplumsal statü ve rollerden kaynaklı bir hayat tarzı olarak sokağa çıkmak, sokakta olmak ve sokakta yaşamak bilinen bir gerçekse o zaman Ermenilerin vay haline! Çünkü sokak modern hayatın en acımasız mekanıdır, kimse eşit değildir ve eşitlik güç ilişkilerine bağlı olarak hegemonik bir hiyerarşi içinde vardır. Yani sokak çocuğu olmak Ermeniliğe sempatik bir ezilmişlik ve haksızlığa uğratılmışlık havası verse de gerçekte tam anlamıyla rastlantının eline bırakır. Çünkü modern sokak güç ilişkileri açısından çıplak bir mekandır. Mahçupyan zaten ne diyor; “at yarışları bu topluma cuk oturuyor”. At yarışları şikelerden arınık olarak (ki neredeyse imkansız!)en nihayetinde performatif bir oyundur. Yani yarışın üç performatif ayağı vardır; binicinin, atın ve diğer yarışmacıların konumuna bağlı olan. Gerç
ekten sokakta sempatik olan “at binenin, kılıç kuşananın” paradigmasıdır. Dolayısıyla at yarışlarının sokak dolayımını açıklamak için (ya da tersi için) yerinde bir örnek olarak belirlendiği düşünülebilir. Ama gözden kaçırılmaması gereken bunun bir kimliği varoluşsal olarak performatif güç ilişkilerinin kucağına itiyor olmasıdır. O zaman Ermeni azınlığı varolduğu sürece hakim sokak ilişkilerinin içine yerleşik olacaktır ve aslında bu da özel bir aidiyet ilişkisi olmak yerine geleneksel bir anlamı taşıyan Ermeni kimliğini görmemizi, kabul etmemizi sağlar. Modern dönemin önemli düşünürlerinin ağız birliği ettiği; “katı olan her şeyin buharlaşıyor” olduğu yani “büyüsü bozulmuş bir dünya”da yaşadığımız gerçeği bizi itirafa zorluyor; geleneklerin hızla içeriksizleştiği bir dönemdi başından beri modernlik.
Bütün bunların eşliğinde şöyle denilebilir. Geleneksel motiflerle (ki Ermeni azınlığın sözcüsü ya da doğal temsilcisi olarak, genelde kamuoyunda Ermeni Patriği Mesrop Mutafyan biliniyor, Agos gazetesi yayın yönetmeni sayın rahmetli Hrant Dink ise hep Ermenilerin sözcüsü olmadığını söylerdi) örgütlü bütün kimlikler sokağın rengine aldandıkça, bu konuda sempati ürettikçe bir tür kumar(oyun) oynamaktadırlar. Bu oyun çoğunlukla kazananların vicdanında değil yalnızca mağdurların vicdanında yankı bulacak ve sokağı ele geçirmedikçe de sürgit devam edecek bir yenilgiler tarihinin parçası olacaktır.
Bu arada Mahçupyan’ın ifadelerinden hareket ettik diye tartışmamızın bağlamı sadece Ermeni azınlık değil. Aslolarak Mahçupyan gibi birçok entelektüelin sempatilerden hareketle(ki bunu saygıyla karşılıyorum ve sempati duyuyorum) bir takım genellemelere gidip çok kültürcülük söyleminin açmazına düşmesi. Çünkü kardeşlikten ve acılarımızın ortaklığından medet ummak en doğal komşuluk hakkı, ancak komşuluğa ne olduğunu biliyoruz. Tarihi geri taramak imkanı olmadığına göre, tarihi yaratma imkanı doğal bir haktır. Çok kültürcü söylem biçimi seksenlerden sonra iyice belirginleşen ırkçı- faşist kalkışmalara karşı liberal politikaların devamlılığı için geliştirilmiş bir tür ideolojidir ve gerçek anlamıyla ne Osmanlı’da ne de başka bir yerde çok kültürcü anlayış da baskıcı olmaktan öteye gidememiştir. Mahçupyan’ın da çok iyi bildiği gibi tarihi yaratmadan tarihi anımsamanın imkanı ezenlerin lehine bırakılmış kalacaktır.
Şimdi biraz da Siya Siyabend’in sokak üzerine söylediği ifadelere dönelim. Ne diyordu sözcü, sokak hem zemindir, eşitleyicidir ama yozlaştırır da! Yukarıda da değindiğim gibi, sokağın eşitleyici olması meselesi bir tür aldatmacadır, erken varılmış safdili bir öngörüdür. Bu biraz internetin bilgi erişiminde herkese eşit imkan sunduğunu söylemek gibi. Dünya insanlarının %70’i internet kullanmıyor, kullananların büyük çoğunluğu ticaret, iletişim, eğlence için kullanıyor. Çok az kişi, veri tabanlarının erişime açık olan yazılı ve sözlü kaynaklarından yararlanıyor. Çoğu bilgi ya ücretli ya da sınırlı kullanımlara açık. Bilişim devrimi buna rağmen var!..
Sokağın yozlaştırıcı olduğu mevzusu ise sözcünün çok doğru bir tespiti. Yozlaşma bir şeyin köklerini yitirmesi, bozulması, kendi olmaktan uzaklaşması, çürümesi, değersizleşmesi, anlamını yitirmesi gibi bir takım kavramsal zeminlerle ortaklaşıyor. Yani modern hayatın gündelik deneyimi için mekan tutulmuş sokak içinde barındırdığı performatif güç ilişkileri nedeniyle egemenin diliyle her şeyi devşirir ve kendinin kılar. Sınır gücün kendisinin performansına ve yönelimine bağlıdır. Dolayısıyla sokakta yalnızlık, güçsüzlük, tekillik yozlaşmayı eninde sonunda getirir.
Sokağın rengi
Sokağa renklilik katan ne? Sokağın albenisinde gizli olan canlılık ne türden bir canlılık? Sanırım bu soruları çoğaltmak mümkün, ancak cevap hakkı için durmak gerek. Sanırım modernliğin başından beri ezeli üç eleştirmeni var. Birincisi politik bir apolitiklik düzlemi açısından anarşizan eleştiri, diğeri öznellik ve özgürlük söylemi adına zaman zaman köktenci olmayı beceren romantik eleştiri, bir diğeri ise koşullar karşısında yabancılaşmayı ortadan kaldırabilecek hayat tarzlarını örgütlemeyi düşünen devrimci eleştiri. Bugün gündemdeki popülerlilikleri açısından anarşist ve devrimci eleştiriyi bir kenara koyalım. Romantik eleştiri ile sokaktaki renkliliğin anlamını çözmeye çalışalım.
Jean J. Rousseau’nun şöyle bir sorusu vardır: “Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan insanlara nasıl boyunduruk vurulabilir ki?” Rousseau’nun romantik eğilimleri ve Aydınlanma tutumu göz önüne alınırsa bu soruyu cevaplamak her şeye rağmen romantik temellendirmelerle (özgürlüğü halen savunacaksak) neredeyse ya imkansızdır ya da totaliter arzularla baş edemeyecek bir noktaya doğru sürüklenirsek felakettir. Bu sözlerimizi desteklemek için tarihsel deneyimlerimize başvurmak yararlı olabilir. 18.-19.yüzyıl romantizmleri ve (geç romantikleri de buna dahil edersek) özgürlüğün gerçekleştirilmesi problematiği ile ilgilenmiş diğer öznelci akımlar en güçlü oldukları dönemde bile kendi lehlerine bir sonuca ulaşamadılar. 21.yüzyılda tekrar bu düşünce ve yaşam tarzlarının toplumsal hayatın içinde kendi lehlerine olumlu kazanımlar elde edebileceğini düşünmek ne anlama gelir? İhtiyaçları var eden şişirilmiş meta dünyasının kendinde şeyliğine karşı bir başarı kazanmaları olası mıdır? Tecrübeler olumsuz cevap vermenin doğru olduğunu söylüyor.
Bugün bir çok medya ve reklam şirketi büyük metropollerin sıkışık ve yoğun bazı mekanlarını tamamıyla meta üretiminin yenilenmesini sağlayan moda görünümü içinde kullanıyor. Bu mekanlarda varolan şey çok renklilik ve kayıtsızlık olarak dokunmama özgürlüğünü geliştiriyor. Elbette bu da hem çokkültürcülük gibi liberal bir ideolojiyi hem de toplumsal hayatın apolitik ve insiyatifsiz bireylerinin içeriksizleşmiş bohem ve marjinal hayatlarını albenili bir metaya çeviriyor. Bu üretilmiş özgürlük yeni tarz hayat trendlerine dönüşüyor. Bohemliğin ve klişeliğin içinde sıkışmış, çoğu küçük ve orta alt sınıf ailelerin fertleri, sokağın ve bağımsızca hareket etmenin; eğlenme ve kaçışın imkanını buldukları bu sığınaklarında toplumun dışsallaşmış özgürlük taşıyıcılarına dönüşüyorlar. Elbette bu da her türlü iyi niyete, vicdanlı başkaldırıya, duygulu eyleme rağmen sokağın egemenlerinin hem yeniden üretim sürecinde hem de göreli havariliğinde olumlu bir eklemlenmeye dönüşüyor. Dolayısıyla sokağa rengini veren her tür özgürlük arayışı ya da yaşamda kalma ve tutunma gereksinimi içindeki romantiklik, boyunduruk kırma operasyonuna olumlu birer katkı sunamıyor. Sunamadığı sürece sokaktaki giderek sokağa benziyor, yani sokağın kayıtsız ev sahibeliğini üstleniyor. Sokak içinde eriyor, çoğunlukla ya sokağın tozu, suyu, çamuru… ya da ayakta kalabildiği kadar eskiyen bir mekanı oluyor. Bu da şişirilmiş metalarla örgütlü bir toplumun parçası olmaya duyulan nefretin bir aşka dönüşmesi gibi sonuçlanıyor. İşte tam orada artık her tür bulanma daha da kolaylaşıyor!
Sokağa çıkmak
Her şeye rağmen sokağa çıkmak gerek, hem de sokaktaki eşit olmayan performatif güç ilişkilerini bilerek. Sokağa çıkmak gerek ama gizemsel uyumlar aramak için değil, acının ve örselenmiş dünyanın gidişatını değiştirmek için. Sokağa çıkmak gerek hem de rönesans’taki insanın kutsal olanın yanında görünürlük kazandığı cüretle. Sokağa çıkmak gerek “yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek”.
Gonca Gül Taşçı, Felsefe Grubu Öğretmeni
goncagultasci@gmail.com