20. Yüzyıl boyunca süre giden emperyalist merkezler arası Doğunun pazarları ve verimli toprakları üzerindeki paylaşım savaşları bugün de çok yönlü olarak devam ediyor. Dün bu paylaşım savaşının belli başlı aktörleri olan emperyalist merkezlerin bileşkeleri hali hazırda aynı. Yine dün Hitler Almanya’sı Avrasya üzerinden nasıl Avrupa’nın egemeni olmayı hedefine koyduysa, bugün de ABD merkezine Avrasya’yı koyan […]
20. Yüzyıl boyunca süre giden emperyalist merkezler arası Doğunun pazarları ve verimli toprakları üzerindeki paylaşım savaşları bugün de çok yönlü olarak devam ediyor.
Dün bu paylaşım savaşının belli başlı aktörleri olan emperyalist merkezlerin bileşkeleri hali hazırda aynı.
Yine dün Hitler Almanya’sı Avrasya üzerinden nasıl Avrupa’nın egemeni olmayı hedefine koyduysa, bugün de ABD merkezine Avrasya’yı koyan Balkanlardan Ortadoğu’ya uzanan coğrafya üzerinden dünyaya hakim olmaya çalışıyor. Çünkü dünyanın fosil kaynaklı enerji merkezileri bu coğrafyanın yataklarında yatıyor. Kapitalist sanayi uygarlığının kalbinin pili olan siyah altının hatları da bu coğrafyanın güzergahlarından dünyaya aktarılıyor.
Yani bu enerji akışını kontrol altına alan ve denetleyen bir güçün dünyayı ekonomik ve siyasi olarak kontrol altına alması anlamına geliyor.
ABD’nin Beyaz Saray’daki Cizvit yandaşı üyelerinden bir araya gelen ve beynelmilel sermayenin bihuş neo-con çete Avrasya üzerinde ekonomik, askeri ve siyasal bir üstünlüğü sağlamak babında çılgınca davranıyor.
Beyaz Saray’daki George Bush ve ekibi, 11 Eylül saldırısından sonra Avrasya’ya yönelmelerinin gerekçelerini “terörün savaşına” karşı ilahi misyon üstlendikleri biçiminde açıklıyor. Bu misyonun hayata geçirilmesi için de ilk önce Afganistan ve Irak işgal ediliyor. Ardından da tüm Doğuya yönelik işgal hareketinin adım adım hayata geçirilmesi için sırada bekleyen bir çok “haydut devletler” bulunduğu söyleniyor.
Emperyalist merkezler, müttefikleri ve işbirlikçileri “Soğuk Savaş” süresince “terörün, savaşın, düşmanlıkların” yaratıcıları olarak komünizmi ve komünistleri gösterdiler. Şimdi de “savaşın, terörün, düşmanlıkların” yaratıcıları olarak ve G. Bush’un deyimiyle, “İslamo-Faşizmi”nin yaratıcıları Müslüman dünyası oldu.
“Yeşil Kuşak” (Sovyetler Birliğini ve içteki ilerici sol güçleri İslam ile kuşatma) politik İslamcıları ve Müslüman coğrafyasında kendi elleriyle yarattıkları bugünün El-kaide hayaleti ile araları “bozulmuş” ve meydanlarda alanlarda bir birlerine karşı savaş açmışlardır.
Öcü gibi gösterilen “Komünizm yıkıldı” velakin terör devam ediyor. Hatta emperyalist gerici saldırganlık dünküne oranla daha da güçlendi ve eline aldığı gücün kılıcıyla kime gücü yetiyorsa onu kılıçtan geçirmeye çalışıyor. Oysa dünyamız bir kez daha objektif çıplaklığıyla dünya barışını ve yaşamını tehdit eden terör ve savaşın yaratıcısının emperyalist-kapitalist sistem olduğunu gördü. Ancak ABD emperyalizmi kendi yayılmacılığı ve saldırganlığı uğruna ve geleceği için düşman yaratmada gecikmedi ve Ortadoğu’ya yönelik bir çok stratejinin tedvini olan “Büyük Ortadoğu planını” devreye soktu.
Hitler Almanya’sının hedefindeki Avrasya’ya hakim olma çılgınlığı başarı sağlayamadığı gibi, G. Bush ve aparatı tarafından BOP projesi de saçmalıkları içerdiği için hayat bulmayacaktır. Ancak delilik ve saçmalıkta ısrar eden ABD emperyalizmi yanına alabildiği güçler ve bu güçlerin karşısına dikilecek güçler ile evrensel alanda insanlığa yönelik felaketlerin stratejilerini dünyaya dayatıyor. Ve ayrıca emperyalist merkezlerin kendi aralarında pazar kavgaları gün geçtikse kızışıyor.
Yani Hitler’in “Büyük Avrupa” çılgınlığı ve deliliği nasıl kendi sonunu hazırladıysa, G. Bush ve ekibinin de bu stratejilerinde kısa vadeli başarılı olsa da, uzun vade de başarısız olacakları kaçınılmaz görünüyor. Daha dört yıl önce Irak’ın işgaliyle beraber ortaya atıkları BOP, GOP gibi stratejilerin çıkmazlarıyla karşı karşıya kaldılar.
“Büyük Ortadoğu Planı” hayat-revaç bulmada zorlanınca, uzun zamandır papazın kızı rolündeki ABD’nin dışişleri bakanı Condoleezza Rice, İsrail’in geçen yıl Lübnan’a saldırdığı sırada Ortadoğu’ya gelerek, İsrail’e verdiği destek ile “yeni bir Ortadoğu haritasından söz etmişti.
Bu Hanımın İsrail-Lübnan savaşı esnasında dile getirdiği “yeni bir Ortadoğu doğuyor” sözü erken bir söylem olmuştu. Ancak bu açıklandığı dönem bakımından amaç ve hedef babından emeline erişemeyen bu yeni stratejinin erken cenin (düşük doğum) yapmasına neden oldu.
Aslında Amerika dışişleri bakanı C. Rice’ın söz ettiği bu “Yeni Ortadoğu” stratejisi bir önceki “Büyük Ortadoğu Planı”nın da bölgede uygulanırlığının başarısızlığını teyit etmiş oluyordu. Zira ABD’nin sürece yayılmış bölge planları ve onun tek yanlı siyasetinin yanı sıra, bölgenin yer altı ve yer üst kaynaklarına olan ilgisi başta Ortadoğu coğrafyasındaki ülkeler olmak üzere, süreç içerisinde uluslararası alanda da bloklaşmayı da körükleyecektir.
Çünkü Ortadoğu ve Körfezdeki fosil enerji birikimi ve ispatlanmış haliyle, bölge petrol birikimi dünya petrol rezervlerinin % 70’ne yakını bu bölgede bulunmaktadır. Buna mukabil yeşil enerji olan doğal gaz Rusya’dan sonra Körfez ülkelerinde olup yine dünya doğal gaz rezervlerinin % 40’ına yakınına sahiptirler.
Yani Körfez ülkelerinden dünya piyasalarına aktarılan günlük petrol 18.6 milyon varil olup, dünya petrol üretiminin % 23’ü buradan temin edilmektedir. Eğer Irak’ın petrol üretim kapasitesi tam randımana girerse, Irak’tan günlük 1.5 milyon varili de eklediğimiz zaman önümüzdeki gelecek yıllarda, yani 2020’lere doğru dünyanın Ortadoğu’dan günlük petrol alımı 110 milyon varile ulaşacağı tahmin edilmektedir.
Bunun kaba bir hesaplaması yapıldığı zamanda Körfezin günlük petrol ihracatı 50 milyon varile ulaşacağı, artı Körfezin dünya petrol üretim hacmindeki payı ise, % 45’lere ulaşacağı tahmin ediliyor.
Başta ABD sanayisi olmak üzere, Batının Doğuya olan enerji ihtiyacı gün geçtikçe artmaktadır. Bu vesileyle de ABD sanayisinin gelecek yıllarda artan petrol ihtiyacı onu saldırgan ve hegemonist tutum ve siyasetinde ısrarcı davranmaya sürüklemektedir. Çünkü ABD’nin ihtiyaç duyduğu günlük petrol 21 milyon varil civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bunun 14 milyon varilini çeşitli ülkelerden ithal etmekte ve 7 milyon varilini de kendi içinde üretmektedir.
Çeşitli uzmanlara göre, ABD emperyalist sanayinin ihtiyaç duyduğu petrol tüketimi bu şekilde devam ederse, kendi geleceği için içeride tuttuğu yaklaşık 21 milyar varil civarında olan rezervinin 10 yıl içinde bitmekle karşı karşıya kalacağına işaret ediliyor.
Dolayısıyla gelecek yıllarda ABD’nin dünyadaki üstünlüğünün tehditlerle karşı karşıya kalacağı korkusu, onun Avrasya’ya yönelik saldırgan, sömürgeci ve hegemonist siyasetinin temelini oluşturuyor. ABD’nin Irak’ın işgaliyle içine düştüğü bataklıkta bu denli kırılma noktasına gelmesine rağmen, hamamın namusunu kurtarmak için illada bir şeyler yapmanın peşindeler.
Teşbihde hata olmaz ama, G.Bush ve ekibi adeta Fransa’nın Napolyon’u gibi savaşın atına binmiş ABD’nin cihanşümul anlayışı ile dünya çapında, hegemonyanın pekişmesi için elinde sopa dünyayı “iyiler için kötülere karşı” koruduğunu söylüyor, velakin bu savaş atının nelerle karşılaşacağını da hesaplamak istemiyorlar.
ABD’nin içine düştüğü halet-i ruhiyenin zorluklarına rağmen bölgeden tamamen çekilmekten yana değil, tersi geride kendine bir takım bağımlı sistem/sistemler oluşturarak bu savaş atından inmeyi düşünüyorlar. Öyle ki, Afganistan ve Irak’ta gün geçtikçe içine düştükleri halet-i ruhiye (psikolojik) durumun altında bulunmalarına rağmen, bu savaş atının önüne bi
rde İran’ı almaları, İran’ın konumunu İslam coğrafyasında güçlendireceği gibi, ABD ve müttefiklerinin İran girdabından çıkmaları zor olacaktır. Yani filler tepişirken, olan aradaki çimlere olur.
Hedefe Alınmış Olan İran
Irak’ın işgaliyle birlikte Avrasya’ya girişin kapısını veya merdiven başını oluşturan ve İranlı şairin dediği gibi “ummana arzus” İran’a yönelik ABD ve müttefik güçler arasında, İran üzerinden kimi anlaşmazlıklar (nükleer konuda) kısmi olarak hal edilmiş olarak yansıtılsa da, İran sorunu şu aşamada olduğu gibi gelecek süreçte de büyük güçler arasında sorun olmaya devam edecek.
İran ve ABD arasında otuz yıla yakındır devam eden husumet, özellikle Irak’ın işgalinden sonra, ABD’nin bölgenin genelini hedefleyen egemenlik stratejisine karşı dik duran ve iki yüz yıldır (İkinci Dünya Savaşı döneminde bir yıl gibi bir süreliğine Rusya ve İngiltere hariç) hiçbir sömürgeci gücün altına girmeyen İran eksenli sürtüşmeler olarak çok yönlü bir çok güç arasında devam ediyor.
ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakolu olan İsrail’in de, İran’ı ve Avrasya’yı çember altına alma faaliyetlerini eklediğimiz zaman, bölge genelinde bu işgalci güçlerin bir çok yönlü faaliyetler içinde oldukları görülmektedir.
ABD İstihbarat servislerine yakınlığıyla bilinen Amerikalı gazeteci ve yazar Seymur Hersh’in deyimiyle “İsrailli yöneticiler, Amerika başkanı George Bush’u Irak’a saldırmaya teşvik etti. Çünkü İsrail’e göre, Irak’a karşı yapılacak savaş İsrail’in lehine bir gelişme olacaktı”. Zaten G. Bush ve ekibinin Ortadoğu dış politikası, İsrail’in Ortadoğu’daki siyasetine ve çıkarlarına endeksli gelişip yürülmektedir.
Bundan dolayı da İsrail hareket ve manevra alanını Irak başta olmak üzere, Ortadoğu’nun bir çok yerine rahatlıkla yaymaktadır. Siyonist İsrail rejimi, Ortadoğu’da bugün için temel hedeflerinden biri haline gelen, İran’ın nükleer güce kavuşmaması için kapı kapı dolaşarak, engellemeye çalışıyor.
İsrail, ABD ve müttefiklerine göre, “Nükleer bir İran, teröristlerin uğrunda yaşadığı ve öldüğü misyonu başaracak terörist bir devletin meydan okuması, Batı’nın başarısız olamayacağı çağımızın testidir” diye yazıyor S. Hersh. Bu vesileyle de İran’ın önünün alınması ve dünya ile karşı karşıya getirilmesi babından baskılar artırılmaya çalışılıyor.
Çünkü her şey “Tanrının mutena kavimi” İsrail’in bölge üzerinde egemenliğinin sağlamlaştırılması ve güvenliğinin pekiştirilmesi için yapılıyor.
Özellikle İsrail, Lübnan’a yönelik bir ayı aşkın sürdürdüğü vahşi savaştan istediği randımanı alamayınca, Ortadoğu’da deyim yerindeyse, taşların yerli yerinden oynaması sonucu kuşatılmışlık psikolojisine kapılmaya başladı.
Irak savaşında her şeyin Kitab-ı Mukaddes’in yolunda gittiği ve “ilahi kutsal misyonun” gerçekleştiği şeklindeki hüsnü kuruntuya giren İsrail, işlerin Arz-ı Mevud’un hayallerinin Mezopotamya topraklarının bir parçasında oluşmasını hesaplamıştı. Yaşananlar istedikleri şekilde olmadı. Olmadığı gibi de yanlış hesap Bağdat’tan geri döner misali bölgede yeni denklemler süreç içerisinde şekillendi.
Amerika’nın BOP stratejisi gereğince Ortadoğu’ya sık sık gelen C. Rice’ın uzun zamandır değişimler dediği; bir çok rejimin yerine darbeler ile köklü değişimlerin yapılması, yada bu devletler eliyle reformlara gidilerek, göreceli seçimler öngörülmekteydi. Yani Ortadoğu’da ve Asya’da Irak işgaliyle beraber, ABD’ye bağımlı yeni iktidarların “demokratikleşme” adına iktidara taşınması planlanmıştı.
ABD’nin bölge devletlerine yönelik dayattığı zorunlu “reform süreci”, başta Suudi Arabistan olmak üzere bir çok Körfez ülkesinde, ilk kez kadınlara oy hakkı ve göreceli seçim imkanları doğdu. Ortadoğu’da şu an İran eksenli bir çok siyasal İslamcı akım Bağdat’tan Mısır’a, Mısır’dan Riyad’a, Riyad’dan Filistin’e ve Beyrut’tan Yemen’e kadar olan geniş coğrafyada ya iktidar ortağı ya da iktidarların güçlü muhalifleri haline geldiler. Ayrıca Şam’dan, Riyad’a, Bağdat’tan, Mısır’a ve Beyrut’tan Yemen’e kadar olan alan olmak üzere, tüm Müslüman coğrafyasında gelişen “anti-ABD”ci öfke, ABD ve müttefiklerinin olası bir İran saldırısında nelerle karşılaşacağını hesap etmeyen güçlerin büyük aptallığı olacaktır.
Irak savaşı döneminde Suudi Arabistan ve benzerleriyle kimi noktalarda araları “nahoş” olmuş olan ABD ve müttefiklerinin işbirlikçi ilişkileri şuan tekrar kalındığı yerden devam ediyor. İran eksenli gelişen Ortadoğu süreci bu işbirlikçi rejimleri kendi içinde zorlamaya başlayınca, bu rejimler “suda boğulanın yılana sarılır” misali “Şiilik bizi kuşatıyor” babından Sünni bloğun öncülüğünü İslam’ın Şii inancına karşı kışkırtmaya çalışıyorlar.
Özetle bu gericiliğin ittifakında, eğer Suudi Arabistan krallığı salt inanç babında sığlığa kapılıp, ABD ve müttefiklerinin olası bir İran’a yönelik saldırısı için sahalarını İran’a karşı açarsa, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönmelerinde, Doğu Arabistan’ın Hassa bölgesinde aldığı ve imparatorluğun dağılmasına neden olan ağır darbe gibi, Arabistan krallığı ve Amerikan güçleri de işin içinden çıkamazlar. Bu durum ABD ile ittifak ve müttefike girecek bölgenin diğer devletleri içinde aynı kaos olur.
BM Ve Ortadoğu
Emperyalist merkezlerin bir savaş organı gibi hareket eden BM, Balkanlar, Afganistan ve Ortadoğu’daki savaşların ortağı olduğu gibi şuanda da bu merkezlerin İran’a yönelik amaç ve hedefleri için alet olmaktadır.
Ortadoğu’nun çetrefilli ve netameli ortamında ABD ve müttefiklerinin İran’a yönelik art arda ve dünyanın sanki acelesi var gibi davranarak, Birleşmiş Milletler’de kararname üstüne kararname çıkarıyorlar.
Batılı ülkeler tarafından hazırlanan 1737 sayılı kararnamenin ardından ABD, İngiltere ve Fransa öncülüğünde 1747 sayılı kararname BM’de onaylandı. Bir önceki kararnameye göre, bu kez alınan karar biraz daha ağırlaştırılmış şekli ile İran halkına mezalimce yaklaşmaktadır.
Daha önceki 1737 sayılı kararnameden sonra İran’a tanınan iki aylık süre doldu ve 1747 sayılı yeni kararname ile iki ay içerisinde tüm nükleer faaliyetlerin askıya alınması, aksi halde ekonomik ve siyasi kimi yaptırımlar sürecinin başlayacağı öngörülüyor. Bir önceki kararnamede olduğu gibi, bu kararnamede de havuç sopa siyaseti kapsamında “İran’ın nükleer programını askıya alması ve müzakerelere geri dönmesi” halinde “yaptırımların askıya alınacağı” vurgulanıyor. Oysa Mollalar rejimi ön koşulsuz görüşmelere her zaman açık olduklarını söyleseler de, “düşmanları” tarafında kuşkuyla yaklaşılıp bir gerekçe uydurularak süreç hep baltalanıyor.
İran Mollaları İslam devriminin kuruluş yıldönümünde 3 bin santrifüjün devreye gireceğini daha önce söylemişlerdi. Ancak İran Mollalar rejimi makul davranarak Şubat ayında böyle bir adım atmadılar. Şimdi bu sorunu halkın iradesine sunarak, bir nevi Muhammed Musaddık’ın petrolü millileştirme döneminde olduğu gibi, Mollalar da nükleer faaliyetin “tanrının İran halkını verdiği nimet” olduğunu söyleyerek, yaptırımları kabul etmeyeceklerini ilan ediyorlar.
Batı emperyalist merkezleri her ne kadar alınan kararın “İran halkını cezalandırma amacı taşımadığın” söyleseler de, ne Mollalar rejimi nede İran halkı böyle düşünmüyor. Olası yaptırımlar elbetteki İran hal
kını hedefleyip cezalandırmaktır. Hal böyle olunca salt nükleer konuda “ulusal onurumuz” diyen İran halkı, Mollalar rejimi etrafında daha çok kenetleneceğe benziyor.
Otuz yıldır ABD’nin İran’a yönelik çeşitli dayatmalarında ve Batı merkezlerinin Saddam’ı destekleyip bu ülkeye yönelik sekiz yıllık zorunlu savaşta olduğu gibi, İran halkı Mollaların nükleer politikasını destekliyorlar. Çünkü, özellikle ABD’nin hiçbir haklı gerekçesi olmadan Irak’ı işgal etmesi, onun bölgeye yönelik saldırgan ve hegemonist tutumu başta olmak üzere, Batı merkezlerinin kasıtlı yaklaşımları bölge insanında Batı karşıtı öfkeyi daha derinleştirmektedir.
Bu anlamda 1950’li yıllarda Musaddık öncülüğünde petrolün millileştirildiği ve daha sonra Mollaların ihanetine uğrayan ulusal bütünlükte olduğu gibi, İran’ın nükleer konusunu İran halkı “ulusal onur” olarak görmektedir.
BM’den çıkan bir önceki kararname ile şuan ki kararname arasında çok değişiklik yoktur. Bir öncekinde de nükleer faaliyetin askıya alınması ve müzakerelere geri dönülmesi, ayrıca bu teknolojinin malzemelerini tedarik eden kişi ve firmalara yönelik yaptırımlar bulunmaktaydı. Şuan ki 1747 sayılı kararnamede nükleer programın askıya alınması, müzakerelere geri dönülmesi vs. gibi bir adım daha sertleştirilmiş kimi siyasi ve ekonomik içerik taşımaktadır.
Batı emperyalist güçlerin elinde bir savaş organı gibi hareket eden BM (Birleşmiş Milletler) 1972’ten bu yana İsrail’in salt Filistin topraklarına yönelik sürdürdüğü işgalci, saldırgan ve ilhakçı tutumuna yönelik Katar başta olmak üzere bir çok Arap devletinin otuza yakın verdiği önergeler bu kurum kanalıyla ABD ve müttefikleri tarafından ret ediliyor.
BM’de İran’a yönelik alınan kararnamelerle, ABD ve müttefiklerince bu ülkeye yönelik psikolojik bir savaş amaçlandığı gibi çifte standart uygulanıyor. Aynı BM İsrail’in açık bir dille nükleer silaha sahip olduğunu itiraf etmesine rağmen, hiçbir Batılı devlet ricali konuyu ne tartışıyor nede gündeme getiriyor.
Oysa İran’a yönelik iki yılı aşkındır zamandır inişli çıkışlı, iki ucu sivri mızrak misali işleyen süreç Batılı güçlerce dayatılıyor. Zira Katar BM temsilcisi Nasır Abdülaziz El-Nasır’ın BM toplantısında söylediği gibi “nükleer silahların yayılmasını önleme konusunda tüm ülkelere eşit kriterlerin uygulanması gerektiği” talebi göz ardı ediliyor, eşit davranılmıyor.
Batılı emperyalist güçlerin İran’a ve bölgeye yönelik kasıtlı yaklaşımlarının altında ideolojik, stratejik, ekonomik, askeri ve siyasi amaçlar bulunmaktadır. Bu çifte standartlı politikalar Ortadoğu’ya huzur değil, huzursuzluğu dayatmaktadır. Buna mukabil Ortadoğu coğrafyasında emperyalist merkezlerin ve Siyonist İsrail rejiminin yer altı ve yerüstünde ölüm saçan Atom bombaları, bölge insanlarının tepesinde bir tehdit gibi sallandıkça, İran başta olmak üzere daha bir çok bölge devleti böylesi bir silaha özenecek ve kışkırtılacak gibi görünüyor.
ABD ve müttefik güçlerin “İran terörü” kışkırtıyor ve nükleer faaliyeti “dünya barışını ve güvenliğini” tehdit ediyor gibi argümanlarla, İran’a karşı girişecekleri saldırı hareketinin meşruluğu için kamuoyu oluşturuyorlar.
Sözün özeti olarak İran çok yönlü kıskaç altına alınarak kışkırtılmaya ve provoke edilmeye çalışılıyor. BM’de İran’ın nükleer sorunun görüşüldüğü döneme denk gelen İngiliz askerlerinin Satt-ül Arap ile Körfezin kesiştiği, Irak’ın Fao adalarındaki Ervendrud nehrini aşarak İran karasularına ait olan Ras Bahrgan sahilinde esir alınmaları, kışkırtıcı bir eylem olup İran’ın dünyayı dinlediği yok dedirtilmek isteniyor.
Fay hatlarının gerildiği Ortadoğu, adeta diken üzerinde işleyen bir süreç ile karşı karşıya bulunmaktadır. ABD filolarının yanı sıra, Fransa filosu Körfeze gelerek konumlandı. Yani ABD’nin olası bir İran saldırısında, emperyalistler arası it dalaşı için Fransa tedbir babından filosunu Körfez yerleştirdi.
Irak merkezli ABD’nin bölgeyi denetleme stratejisinde, İran eksenli Ortadoğu’da fay hatları kışkırtılıken, İran da buna karşı tedbirlerini alarak etkinliğini derinleştirmeye çalışıyor. Öyle ki İran, ABD, İsrail ve bölge müttefiklerini resmin görünen yüzünde, yani Filistin’den Bağdat’a kadar olan üçgen bölgede ve Körfezde kuşatmış durumda.
Bu halkanın bir parçası olan Filistin halkasını bu cepheden koparmak için bir yılı aşkındır Hamas nazarında Filistin halkı açlığa mahkum edilmeye çalışılıyor. Gerekçe de, Hamas’ın iktidar koltuğuna oturması ve “işgale karşı direniş haklarının” olduğu açıklamasıdır. Bir yılı aşkındır devam eden inişli çıkışlı Filistin süreci, en son S. Arabistan kralının El-Fetih ve Hamas taraflarını bir araya getirerek, taraflar arasında oluşturulan “Ulusal Mutabakat” hükümetini, ne Batı merkezleri nede İsrail tanımaktan yana değiller ve dünyanın gözü önünde Filistin halkını hakir görüp açlığa mahkum ediyorlar.
Ümit edelim bu arada Riyad’da bir araya gelen Arap Birliği, bu soruna bir “çözüm” bulur ve petrol kasalarının ağzını mazlum Filistin halkına açarlar.
Ancak diğer Arap Birliği toplantılarında olduğu gibi, bu toplantıda da İsrail ve ABD’nin saldırgan tutumlarına yönelik pek ciddi kararlar çıkacağına ben biraz kuşkuyla yaklaşıyorum. İsrail ve ABD saldırganlığından ziyade, İran’ın Arap olmayan bölgedeki konumu üzerine daha çok tartışmış olacaklar.
Öyle görünüyor ki İsrail’in mutena “kavminin” bekası ve Nil’den Fırat’a kadar olan alanda “büyük İsrail devleti” için “evet” diyen bir Filistin yönetimi iktidara gelse dahi, İsrail, Filistin’de kendi yanında bir Arap devletini ve yönetimini tanımadan yana olmayacaktır. Yani İsrailliler için mesele salt “İsrail’in tanınmasıyla” bitmiyor.
Onun amaçları ve hedefleri Ortadoğu üzerinde “tanrının bu şekçin kavmine vaat ettiği” ilahi misyonun tamamlanması ve pekişmesidir. Eğer deyim yerindeyse, İsrail bu hedefine erişmek için kendisinin bir devlet olarak bölgede tanınmasından yana değil. Zira Moşe Dayan’ın dediği gibi, “İsrail’in belli sınırları yok” asker potinleri nereye başmışsa orası İsrail’indir.
Çok kahin olmayalım ama, altmış yıldır hiçbir adım atılmayan, tersine Filistin toprakları üzerinde işgali genişleten İsrail’in vitrininde özgür bir Filistin devletin yok. Özgür bir Filistin devletinin oluşması için, İsrail’de Siyonist ideolojiden arınmış bir kuşağın beklemesi gerekiyor.