Öncelikle Hrant Dink’in ölümünün beni derinden etkilendiğini söylemeliyim. Çoğu kişi gibi Hrant Dink’in suikasta kurban gidebileceğini daha önce belli belirsiz düşündüğümü ve her seferinde bu ihtimali düşünmemeye çalışma refleksi geliştirdiğimi kendime ancak şimdi itiraf edebiliyorum. Endişelenmeyin medyadaki çoğu köşe yazarı gibi Hrant Dink’i çok iyi tanırdım, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi vs. demeyeceğim. Benim hayatımda çok […]
Öncelikle Hrant Dink’in ölümünün beni derinden etkilendiğini söylemeliyim. Çoğu kişi gibi Hrant Dink’in suikasta kurban gidebileceğini daha önce belli belirsiz düşündüğümü ve her seferinde bu ihtimali düşünmemeye çalışma refleksi geliştirdiğimi kendime ancak şimdi itiraf edebiliyorum. Endişelenmeyin medyadaki çoğu köşe yazarı gibi Hrant Dink’i çok iyi tanırdım, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi vs. demeyeceğim. Benim hayatımda çok özel bir yeri de vardı demeyeceğim. Yukarıdaki düşünceyi de buradan hareketle açıklamaya çalışmayacağım. Bu düşüncemi çok taha ‘banal’ ve çok daha acımasız bir gerçeklikle ifade etmeye çalışacağım: Aslında bu sadece Hrant Dink’e dair bir düşünce değil. Ne yazık ki her gerçek aydın gibi, Hrant Dink de potansiyel bir suikast mağduruydu. Kendimi bu kadar net ve kötü ifade etmemi bağışlayın, ama Hrant Dink suikastı bunu bir kez daha gösterdi. Burada aydın nitelemesinde, iktidar karşısında konumlanışa özel bir önem atfettiğimi geçerken belirtmeliyim. Elbetteki iktidar karşısındaki konumu toptan redden şu veya bu ‘kırmızı çizgiye’ karşı aydının kendi görüşleri çerçevesinde net bir duruş sergilemesine kadar bir çeşitlilik gösterebilir.
Burada medyanın tutumunu ayrıntılı olarak ele almayacağım. Bunu ‘uzaktan’ bakarak gereğince yapamayacağımı biliyorum. İzin verirseniz daha çok medyanın tutumunun üzerinden, bir süredir üzerinde düşünmekte olduğum ulus kategorisi ve bunun ‘Türk ulusu’ somutundaki öğeleri ile ilgili bir kaç şey söyleyeceğim.
Hrant Dink neden korunmadı tartışması…
Bunun için öncelikle medyada çokça dillendirilen ve oldukça iki yüzlü bir yaklaşım olduğunu düşündüğüm, Hrant Dink’e koruma verilmemesi üzerine söylenenlere kısaca değinmek istiyorum. Suikastın ardından medyada Hrant Dink’e koruma verilmemesi pek çok kez dile getirildi. Suikast geliyorum derken Dink’in korunmamasının “akıl edilmemesi” eleştirildi. Bu eleştirileri herkes kendi meşrebince yaptı. Dink’in Aziz Nesin’in “peki beni korumadan kim koruyacak” mealindeki sözlerine atıf yaptığı söylendi. Hatta bazıları bunu görevlilerdeki memur zihniyetine bile yordu. Tüm bunları okurken kafamda önemli olduğunu düşündüğüm şu soru dolaşıp durdu: Hangi polis ve ya devlet yetkilisi Hrant Dink gibi ‘Türklüğe hakaret etmek’ten mahkum olmuş bir Ermeni’ye koruma vermeye cesaret edebilirdi, dahası hangi polis memuru bu göreve gönüllü talip olurdu? Bence bu durumda, tek olmasa bile, sorulması gereken sorulardan biri bu. Sorunun cevabı bence belli: Hiçbiri. Çünkü eğer mesleki ilerleme veya muhtemel siyasete girme hesaplarına değer veriyorsa, Türkiye’de hiçbir polis yetkilisi ya da vali böyle bir yanlış adımı atacak kadar naif (!) değildir. Elbette bu cevabı yaşananların ‘rahatlığıyla'(!) veriyorum. Ama ne yazık ki bu yazıyı okuma zahmetine katlanan pek çok kişinin, suikastten önce bile bu soruya benim gibi yanıt vereceklerini biliyorum. O zaman bu yazının devamında yazılanların, cevabı açısından önemli olacağını düşündüğüm şu soruyu sormak gerekiyor. Neden?
Sorunun cevabının ulus kategorisi ve Türk ulus tasavvuru ile yakından ilintili olduğunu düşüyorum. Elbette ki burada ulus kategorisinin bütün öğeleri ile ilgili bir tartışmaya girmek niyetinde değilim. Ama bu kategoriyle ilgili birkaç önemli belirlemeyi burada aktarmama izin veriniz lütfen.
Ulus kategorisi ve Türk ulus tasavvuru…
Birincisi; sözü edilen kategori tarihin belli bir döneminde ortaya çıkmıştır. Yani sanıldığının aksine, tarih dışı bir kavramla karşı karşıya değiliz. Ulus kavramı kapitalizme ait bir kategoridir. Varoluşunu esasta kapitalist sermaye birikiminin belli bir alanda kendini var etme ihtiyacına borçludur. Yazık ki burada çoğu eskinin solcusu, şimdinin ‘ulusalcı’sı kimseler için üzücü bir noktaya işaret ediyor yukarıdaki vurgu. O da ulus kavramının pazar kavramıyla sıkı ilişkisidir. Ulusal pazar denen kavram, şimdilerde dünya çapında gerçekleştiğini bildiğimiz sermaye birikim döngüsüne katılan pek çok şirketin, deyim yerindeyse, bir dönem büyüdüğü kümes niteliğindeydi.
Ulus kategorisiyle ilgili ikinci işaret etmek istediğim nokta ise, ‘ulusun yaratıcıları’nın, başka bir deyişle ulusalcıların, hedefinin en kaba haliyle sınırları belirli bir toprak parçası üzerinde ‘bölünmez bir bütün’ yaratmak gibi olduğudur. Bu belirlemeden çıkarılabilecek bazı sonuçlar var. Birincisi, ulus var olan değil, tarihin belirli bir döneminde belirli ihtiyaçlar dolayısıyla yaratılan bir şeydir. Dolayısıyla tasavvur edilen bir şeydir. İkincisi sınırları verili tarihsel şartlar tarafından belirlenen bir toprak parçası üzerinde ‘bir bütün’ yaratılmak istenmektedir. Bu ulus devletin kuruluşunun ulusun yaratım sürecinin gerçek başlangıcı olmasını da açıklar. Burada Fransız dili tarihi üzerine verilen bir dersin hocasıyla yaptığımız tartışmada hocanın verdiği bir örneği konumuz çerçevesinde yeniden aktarmak istiyorum. Fransızca Latince’den doğan bir dildir. Fakat Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra, burada giremeyeceğimiz tarihsel gelişmeler sonucu oluşan, birçok dil bilimci tarafından üç ayrı dil olarak adlandırılan üç dilsel gerçeklik Fransa’nın şu anki toprakları üzerinde uzun süre varlığını korumuştur. Bunların birbirinden ne kadar farklı olduğuna dair soruma, farklılıklarını anlatmak amacıyla, Birinci Dünya Savaşı’na Fransız ulusunu savunmak için katılan birçok Fransız askerinin birbirlerini anlamadığı örneğiyle yanıt vermişti sözünü ettiğim hocam.
Verilen örnek ulus kavramının oluşumu açısından özel bir yere sahip olan Fransız ulusunun, üyeleri arasındaki dilsel birliği (Ulus açısından dilin önemini anlatmaya gerek var mı?), 1789’daki devrimden yüzyıl sonra bile gerçek anlamıyla yaratamadığını gösteriyor. Ama Jules Ferry’e atfedilen zorunlu eğitim üzerine yasanın da özel katkısıyla, Fransa’nın dilsel birliğini sağladığını, sözü edilen dillerin hemen tamamıyla kaybolduğunu ve Paris’te konuşulan dilin hakim dil haline geldiğini de belirtelim.
Bir önceki paragrafın başındaki belirlemeden çıkarılabilecek bir başka sonuç ise, ulus kavramının içerisinde sınır kavramının özel yerine ve bunun çağrışımlarına dair olabilir. Ulusun vatanı tanımlanırken sınırların belirli olması vurgusu hiç de üzerinden atlanacak bir nokta değildir. Eğer üzerinden atlanacak bir nokta olsaydı Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun üzerinden 80 yılı aşkın süre geçmişken, hâlâ ‘Misak-ı Milli sınırları içerisinde’ laflarını duymamız herhalde mümkün olmazdı. Sınır kavramının önemi, içerisi ve dışarısı arasındaki varsayılan farklılığa, daha da ötesi karşıtlığa işaret etmesinden geliyor belki de. Bu bizi, varsayılan bir şey olan ulusun varsayılan aynılıklar ve karşıtlıklar üzerine kurulmuş olması gerçekliğine götürür. Ulusun içerdiklerinin Türk olduğu ve bunların Türklüklerinden dolayı belirli değerleri paylaştıkları varsayılır. Ayrıca bu, zorunlu olarak ulusa dahil olamayacakların belirlenmesine götürür. Sözü edilen belirleme eylemi sanıldığından çok önemlidir. Çünkü ulus tasavvurunun yaratılışında varsayılan karşıtlıklar, belki de varsayılan aynılıklar kadar önemlidir. Ulusun yaratımı süreci bir anlamda bu aynılıkların ve karşıtlıkların somutlanması, başka bir ifadeyle ete kemiğe bürünmesi sürecidir. Elbette bu söylenenler ilgili sürecin sorunsuz bir süreç olarak işlediği anlamına gelmemektedir. Bu süreç hemen her zaman farklı düzeylerde de olsa sorunlarla karşılaşacaktır. Varsayılan karşıtl
ıklar beslenirken, varsayılan aynılıkların yaratılması süreci ‘acısız’ bir süreç olarak yaşanmayabilir. Şiddet, bazı kesimlerde ulusun parçası olma ‘rıza’sının yaratılması için tek olmamakla birlikte, sıkça baş vurulan bir araç olarak burada öne çıkmaktadır.
İsterseniz bu kadar teorik görünen belirlemeleri Türkiye ve konumuz somutuna ilişkin olarak yeniden düşünelim.
“Türk ulusu” olarak ifade edilen ulus projesinin ortaya çıkmasında, Osmanlı’nın nasıl kurtarılabileceğine ilişkin dönemin yönetici ve aydın kadrolarının arayışlarının çok özel bir yeri vardır. Daha farklı bir şekilde söylemek gerekirse “Ne mutlu Türk’üm diyene!”nin öncesinde “Ne mutlu Osmanlı’yım diyene!” vardır. Söylenenler Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti arasındaki süreklilik ve kopuşa ilişkin de önemli ipuçları vermektedir. Çünkü “Ne mutlu Türk’üm diyene!” diyebilen kadro Osmanlı’yı kurtarma arayışlarının bir parçası olmuştur. Omurgasını oluşturanlar esası itibariyle İttihat ve Terakki kökenlidir. Ama İttihat ve Terakki’den Cumhuriyet’e yalnızca kadrolar değil, bir gelenek kalmıştır. Hrant Dink suikastının tetikçisi ve azmettiricisi olduğu söylenen kişilerin memleketleriyle ilgili çok şey söylendi. Ama aynı kişilerin tarihsel köklerinin çok eskiye, Teşkilat-ı Mahsusa’ya dayandırılabileceğini söylemek zannediyoruz çok havada bir iddia olmasa gerektir. Bu böyleyse, söylenen gerisin geri Türk ulusu tasavvurunun tartışmasında hiç de önemsiz olmayan bir yere oturacaktır.
‘Türk ulusu’ tasavvurunda, Misak-ı Milli sınırları içerisinde kalanların aynı olduğu varsayılmış ve Türk olarak adlandırılmışlardır. Bu varsayım öyle bir ‘takıntı’ya yol açmıştır ki, aradan geçen 80 yılı aşkın zamana rağmen gerçeklikle örtüşmediği kabul edil(e)memektedir. Fakat yaşanan onlarca Kürt isyanının ve on binlerce ölünün hatırlatılması bile katı gerçekliğe ilişkin önemli bir kanıttır. Bu aynı zamanda yaratılmaya çalışılan “Misak-ı Milli sınırları içerisindeki ‘Türk ulusu’ projesinin başarısının bir türlü kabul edilmek istenmeyen ‘sınırlarını’ da göstermektedir.
Bir de ‘Türk ulusu’nun karşıtlıkları konusu bulunuyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşum sürecinde Ermeni ve Rum halklarının negatif anlamda önemli bir yer tuttuğunu söylemek sanırız yanlış olmaz. Osmanlı’nın son döneminden itibaren Anadolu’daki nüfus önemli bir değişime uğratılmıştır. Azınlıklar deyim yerindeyse bir arıtma-arındırma (purification) faaliyetine maruz bırakılmıştır. Ermenilerin varlığı fiziki olarak neredeyse hiçe indirilmiştir. Bunun Cumhuriyet’in üzerine bina edildiği İttihat ve Terakki geleneğinin bir eseri olduğu tarihsel bir gerçektir. Ermenilerin kalabilen son izlerine bile tahammülsüzlüğün sürdüğünü Hrant Dink şahsında hepimiz bir kez daha gördük. Rumların ise, Milli Mücadele sırasında savaşılan taraflardan birini oluşturduğunu hatırlatmakla yetiniyoruz. Bu halkların asırlardır yaşadıkları yerlerinden edilmelerinin Türk burjuvazisinin oluşumunda ve ilk sermaye birikimini edinmesindeki önemi ise açıktır. Ayrıntılarına giremeyeceğiz ama, bu söylenenler Türk ulusal kimliğinin önemli unsurları arasında (karşıtlıklar olarak) Rum ve Ermeni düşmanlığının bulunmasını açıklamaya sanırız yeterlidir. Son yıllarda yeşertilen ırkçı akım, bunlara bir de Kürt düşmanlığı mı ekleniyor ya da Kürtler yok sayılmaktan düşmanlığa mı ‘terfi ediyor’ sorularını sormayı zorunlu kılıyor.
Başa dönersek…
Hrant Dink bu topraklar üzerinde kendisine yaşama hakkı tanınmayan bir halka aitti. Türk ulus tasavvuru çerçevesinde düşünüldüğünde bu topraklarda yaşama hakkı yoktu. Ancak bir hoşgörü örneği olarak lütfedilip kendisine yaşama hakkı tanınmıştı(!) Fakat o bundan dolayı minnettar olup susup oturacağına, halkına yapılan haksızlıkları dile getiriyordu. Dahası bununla yetinmiyor yapılanların halklar tarafından bilince çıkarılmasını istiyor, ve bunu halkların kardeşleşmesi sürecinin bir adımı olarak görüyordu. Bu haliyle Hrant Dink Türk ulus tasavvurunun açmazlarının, gerçekliğe uymadığının bir başka kanıtı gibiydi. Canına kıyılmasının nedenini belki birazda burada aramak gerekir.
Medyayla başladık, medyayla bitirelim. Medya hain ilan ettiği, hedef gösterdiği, dolayısıyla öldürülmesine ortak olduğu Hrant Dink’e ‘ağladı’. Bu yaptıkları ilk görüşte şaşırtıcı gelebilir. Ancak aklını medyaya teslim etmemiş herkesin görebileceği üzere, ulus çıkarları çerçevesinde yaptı bunu. İlk günlerin heyecanının yatışmasıyla birlikte, medyanın eski tutumun yerinde durduğu, Türk ulus tasavvuruna sadakatini bir an bile kaybetmediği daha açık görülmektedir. Suikastın ardından medyadaki ilk yorumların Ermeni soykırımı ile ilgili tasarılara artık engel olunamayacağına dair saptamalar içermesi, hatta suikastı Ermeniler gerçekleştirmiştir gibi dahiyane çözümlemeleri barındırmaları, medyanın gözyaşlarının nedenini ele verir niteliktedir.
Medyanın ve devlet yetkililerinin insan olanı iğrendiren tutumlarını teşhir etmek önemlidir. Ama Hrant Dink suikastı, çok daha temel konularda tartışmayı ve gerçeklik gibi sunulan bazı varsayımları sorgulamayı sağlayabilmelidir. Bunların başında, geneli itibariyle kapitalizmin ihtiyaçları çerçevesinde doğan ulus kategorisinin ve yaşadığımız topraklardaki yansıması olan Türk ulus tasavvurunun sorgulanması gelmektedir.
Ulus kavramı tarih dışı değildir, ama kavramın tarihi onun ürünü olduğu kapitalizm gibi akıldışı olduğunu fazlasıyla ortaya koymuştur. Bana öyle geliyor ki ulus kategorisinin akıl dışılığını bilince çıkarmanın ve ulus kategorisine hapsolmadan düşünmenin zamanı gelmiştir. Bu halkları yok saymak değildir. Halkların daha başka acılar yaşamaması ve kardeşleşmesi için gereklidir.