Sanat uğraşısı içinde olanlar, toplumsal ilişkilerden başkalarına göre daha farklı etkiledikleri için sanata sarılırlar. Başkalarına zarar vermemek için içlerindeki enerjiyi sanatla yoğururlar. “Her sanat yapıtı işlenmemiş bir suçtur” sözü, Aziz Nesin’in “ben bu kitapları yazmasaydım iki üç kişiyi öldürürdüm” sözünü desteklercesine sanatla girilen ilişkinin nedenlerinden birini açıklar. Ancak burada acı veren bir durum var. Bir […]
Sanat uğraşısı içinde olanlar, toplumsal ilişkilerden başkalarına göre daha farklı etkiledikleri için sanata sarılırlar. Başkalarına zarar vermemek için içlerindeki enerjiyi sanatla yoğururlar. “Her sanat yapıtı işlenmemiş bir suçtur” sözü, Aziz Nesin’in “ben bu kitapları yazmasaydım iki üç kişiyi öldürürdüm” sözünü desteklercesine sanatla girilen ilişkinin nedenlerinden birini açıklar. Ancak burada acı veren bir durum var. Bir nefes alma alanı olarak sanata sarılayım derken, bir bakmışsınız sizi – bizi tedirgin eden sistemin sahiplerine iliştirilmişsiniz. Sanat aracını size hayatı zehir edenlere “al kullan ” diye vermeniz bütünlüğünüzün parçalandığını, özgürlükle bağımlılık arasında yarıldığınızı, iyi olmadığınızı hissettirir.
Kişisel öykünüzün acı tarafının sizi saldırgan, alıngan, şüpheci yaptığı ne kadar bilimsel örneklemeler ise; doyumsuz, kendine düşkün, büyüklenmeci, her türlü ilişkiye açık duruma getirdiği de o kadar yaygın davranış sorunlarıdır. Bu durumda, öykülerinden bir başkasına göre daha çok etkilenen, sanat duyarlılığına sığınmış insanlardan davranışlarını, ilişkilerini denetim altında tutmaya, uyanık kalmaya, kullanılmamaya, eşitlerini korumaya yönelik sezgi geliştirmeleri beklenir.
Geliştirilmezse ne olur? Sanatçının, reklamcının, edebiyatçının etkileme ve kapsama gücü; kendine hayran boyacıya, hırslı terziye, sinirli bakkala göre kat kat çoktur. Bu nedenle; sanat, medya, siyaset, reklam, iş dünyası, patron yanlısı sendika sizi – bizi kullanır, dönüştürür; gişe, marka, iktidar hırslarının aleti yapar. Sonunda; izleyicilerinizi, sizin gibi öyküleri olanları iyi etmez, yeni acılara neden olursunuz.
Yönetmen Stephan Hopkins’in “Karşınızda Peter Sellers” filmini televizyonda bir raslantı sonucu izledim. ABD film şebekesinin eline düşüp patronların para basma makinasına dönüştürdüğü komedi oyuncusu Peter Sellers’in yani; hırslı annenin, başarı beklentisiyle kişiliksizleştirdiği oğlunun öyküsüydü film. 4 evlilik yapmış, kadın peşinde koşan, 54 yaşında kalp krizinden ölen sanatçı, sanata sığınma sürecinde kendini toparlayamamış, çıkar çevrelerinin eline düşmüştü.
Birikmiş yaşam sorunları rüyada da peşimizi bırakmaz. Sanat, sığınılan başka türlü bir rüya soyutlamasıdır. İnsan ve doğayla ilişkilerde ruh bırakmayan kapitalist şebeke mistik, dini, gizemli, milli duyguları kullanmaya özellikle gereksinim duyar. Hele sanat duyarlılığı, şebekenin silahsız kanadının kimi zaman ruhsuz koşullara iyi gelsin diye kullandığı, uyuşturucu işlevine indirgediği, kimi zaman bir saygınlık, kariyer, statü aracına dönüştürdüğü alandır. Sanatla uğraşanların, duygu emekçilerinin bir tutam haz uğruna bir eroin taşıyıcısı, kullanıcısı, satıcısı gibi çaresizleştirilip kullanılmaya rıza göstermesi katlanılmaz bir çelişkidir.
Karşısındakini kullanma durumu kullanılmayı da içerir. Karşılıklı akıl ve mantık oyunları faydacılığın zirvelerinde cilveleşir. Zygmunt Bauman, “Modernite ve Holocaust” kitabında, Yahudi kurbanların akıldışı koşullarda akılcı hesaplar yapmaya ikna edilmesine, ahlaki ve dini değerlerin gözden düşürülmesine değinir. Toplumsal ilişkiler içinde kurban edilmiş sanatçımız da sığındığı sanatsal duyarlılığı, duygudaşlığı akıl oyunlarıyla körleştirerek, akılcı hesaplar yapmaya ikna edlilir; Nazi işbirlikçisi Yahudilerden oluşan Yahudi polis örgütü gibi, işbirlikçi sanatçı örgütü zincirinin parçasıdır artık.
Jürisiyle bir fotoğraf yarışması
Uluslararası Polis Birliği İPA, 1998’den bu yana Türkiye’de örgütleniyor. Başkanlığını Komiser Celalettin Cerrah’ın yaptığı İstanbul’daki şubesi, “İPA / İstanbul 1.Fotoğraf Yarışması” düzenledi. İPA, uluslararası polisevi gibi şey. Mesleki, kültürel, sosyal, teknik alanda uluslararası bir iletişim ağı. Polisin sendikalaşma hakkı, polislerin çalışma koşullarının düzeltilmesi hakkı, insanın doğaya en uyumlu tavrı olan bedensel, ruhsal, toplumsal bütünlüğünü direnerek koruma hakkına saygı bu ağ üzerinde dert edilmiyor.
Serbest konulu bu yarışmanın jürisi 14 kişiden oluşuyor. Fotoğrafçı isimler arasında Okan Bayülgen, Ara Güler, İzzet Keribar, Mehmet Bayhan , İlteriş Tezer, Coşkun Aral, Serdar Bilgili, Tamer Yılmaz, Orhan Kanburoğlu var. Sanatla duyguları incelmiş, hassaslaşmış, sanata sığınmış bu kocaman adamlar, sanki Finlandiya’da yaşıyormuş gibi yüksek bir moral içinde gelecek ayın başlarında jüri toplantısı nedeniyle, ismi bile ürküten ünlü Vatan Caddesi’nin yolunu tutacak. Belki de, merkezi yerde toplanma talebi ile Dink’in tedirgin edildiği mekanda buluşmak üzere vilayet binasına yönelecekler.
Bu yarışmanın başlangıcı geçen yıl İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından, Ulusal Polis Fotoğrafları Yarışması: “O da Bir İnsan” başlığı altında düzenlendi. Oğuz Haksever. Tunç Tüfekçi, Kamil Fırat, Özer Kanburoğlu ve Coşkun Aral yarışmanın fotoğrafçı jüri üyeleri oldular. 20 kişilik fotoğrafçı ve foto muhabiri topluluğu da yarışmayı gönderdikleri fotoğraflarla protesto etti. Görüntülerde, 6 mart 2006’da Dünya Emekçi Kadınlar Gününü kutlamak isteyen kadınları “kanunlar çerçevesinde”* dövenlerin kanıtları vardı. Jüride yer alan fotoğrafçı ve akademisyenler, topluluğun yaptığı açıklamada ayrıca eleştirildiler. Yarışma bir güzel sonuçlandı, 45 kişi 114 eserle katılmıştı.
Bizlere artık; sözlerin samimiyetini, saflığını davranışlarla sınamak kalıyor. Ara Güler, ezberlediğimiz “ben sanatçı değilim, bana foto muhabiri densin, biz tarih yazıyoruz” sözlerini ajitasyonla karışık sanatçı tavrı içinde bile dillendirmede zorluk çekecek. Coşkun Aral “ben dünyada ne savaşlar gördüm” anlamını çağrıştıran sözlerini sıkça yineleyemeyecek. Bu iki fotoğrafçı her yıl Musa Anter adına düzenlenen bir dizi yarışma içinde yer alan fotoğraf dalının jürisinde çalıştılar. Aynı jüride yeniden isimleri geçerse, “nereden çıktık nereye gidiyoruz, aklımızı fazla mı kullanıyoruz” huzursuzluğu ile yola koyulacaklar. Ara Güler; KOÇ tiranlığının buzdolabı, salça, turşu, COBRA ve öteki savaş araçlarından ayırdığı parayla çıkan İZ Fotoğraf Dergisi’ne verdiği emeği düşünürken COBRA’nın korkuttuğu insancıkları anımsamaktan kaçınamayacak.
Yaklaşık 450 yıl önce bu dünyadan La Boétie “gönüllü kulluk üzerine söylev”ini arkasında bırakarak 33 yaşında göçtü. Tiranlarla kurulan ilişkiden yola çıkarak “yalnızca desteklemeyin yeter” çağrısı yapan La Boétie, gidişten o kadar umutsuzdu ki; bizden ezenlere karşı pankart aç, fotoğraf çek; dilekçe yaz; biber gazını, COBRA’ları, küfürü – tekmeyi göze al demiyor. Basit, zararsız bir yöntem öneriyor; “desteklemeyin yeter “
Bu yöntemi örnekleyen bir çözüm parçası geçenlerde bir kültür haberleşme grubunda bir kişinin
şu çağrısıyla yayıldı: “dostlar, Güzelbahçe deniz kenarındaki balık lokantaları mafyalaşmış, oturmayınız”.
İşte size çok yalın, pratik yanıtı olan örnek bir çağrı.
* “6 Mart Olaylarının Gerçek Yüzü” 14.4.2006 / www.ipa.org.tr / İPA’dan Haberler
Fotoğrafçı, İFSAK üyesi
Şubat /2007