“Bir gün öldürülen aydınlar da dirilse; mayınlarla dolu Ölüler Ülkesi’nin kaldırımlarında yürüse… Altı delik ayakkabıları, kan içindeki elbiseleri, kırık gözlükleriyle… Düşe kalka yürüseler kasvete bürünmüş sokaklarda… Kurşunların ve bombaların soğukluğu hala vücutlarında, ölümün acı kokusuyla doyamadıkları hayatın tatlı kokusu burunlarında… Daha net görünse keşke, yaşayan insanların daha ölü olduğunun resmi…” (www.beyazperde.com) Bir katilin “Akıllı ol!” […]
“Bir gün öldürülen aydınlar da dirilse; mayınlarla dolu Ölüler Ülkesi’nin kaldırımlarında yürüse… Altı delik ayakkabıları, kan içindeki elbiseleri, kırık gözlükleriyle… Düşe kalka yürüseler kasvete bürünmüş sokaklarda… Kurşunların ve bombaların soğukluğu hala vücutlarında, ölümün acı kokusuyla doyamadıkları hayatın tatlı kokusu burunlarında… Daha net görünse keşke, yaşayan insanların daha ölü olduğunun resmi…” (www.beyazperde.com)
Bir katilin “Akıllı ol!” ‘uyarılarını’ ciddiye alan Orhan Pamuk, Almanya programını değiştirerek Amerika’lara kadar uzaklaştı önce. İçlerinde Yaşar Kemal de olmak üzere başkalarının da bu eğilimde olduğuna dair haber ve rivayetler var. Bu fiziki olarak uzaklaşma, mekan değiştirme eğilimi yanında sinme, geri çekilme, uzak durma, sorumlulukları gözardı etme şeklinde içerde de bir kaçış var nicedir. Zaten Hrant Dink gibilerinin biraz da kelaynaklar gibi fazlasıyla bir başına kalmalarının temel nedenlerinden biri de bu.
Sıradan bir katilin tehditlerinden, bireysel bir kin ya da intikam çığlığından söz etmiyoruz. Derin bir toplumsal krizle birleşmiş bir rejim krizinin sancılı kasılmalarını, gerilim ve çatışmalarını yaşayan bir devletten, ‘at iziyle it izinin’ daha fazla birbirine karışıp çimenlerin daha çok ezildiği kaotik bir “geçiş süreci”nden söz ediyoruz. Dünyada zaten oturmamış küresel düzenin yeni bir düzensizleşme trendinin eşiğinde olduğuna dair belirtilerin arttığı, özellikle de ateşin birbirine kolaylıkla sıçrayabileceği bölgesel bir yangın yeri olarak Ortadoğu ve Irak’ta yaşananların içerdeki fay hatlarını anında tetiklediği bir dönem ve ülkeden söz ediyoruz. İşte bu coğrafyada, işte bu kaotik ortamda çağının tanığı ve tarafı (olmaları gereken) aydınların nasibine de, gerçekleri ve yürünmesi gereken yolları karınca kararınca dile getirdiği oranda önce böylesi bir tehdit, gözdağı, karaçalma, aşağılama ve nihayet katletme düşüyor.
Can Dündar aldı sırayı sonra. Yıllanmış katil Alaattin Çakıcı’nın bu kez mektup yoluyla ve kibarlığını kanlı noktalama işaretleri gibi satırların arasına serpiştiren “Akıllı ol!” tehditlerine mazhar oldu. Yaşar Kemal’le başbaşa yedikleri bir yemekte “Edebiyattan çok, ölümden konuştuk. Yazıdan çok silahlanmaktan, son romanından çok yurtdışına gidip gitmeme kararından…” diye yazacaktı sonra.
New York Times gazetesi, 120 bin satan “Baba ve Piç” adlı romanıyla daha birkaç ay önce linç histerisinin konusu olan Elif Şafak’ın, kitabını tanıtmak için Amerika’da altı kentlik bir tur planladığı halde Hrant Dink cinayeti sonrasında turunu kısa tutmak zorunda kaldığını yazdı. Türkiye’de resmi polis koruması altında bulunduğu halde yanından bodyguardını eksik etmeyen Elif Şafak, “tehlikenin daha da büyüyebileceği korkusu” nedeniyle kendisiyle yapılan söyleşide ‘güvenlik kaygıları’na dair sorulara yanıt vermekten kaçındı…
“Kuşatıldık” nesnelliği ve çaresizlik
Bu insanların, böyle bir yönelim içine girmeleri dramatik bir gelişme; aynı zamanda ürkütücü! Hrant Dink’in katlinden sonra bir kez daha “anlaşılabilir” korku ve endişelere sürükleyenlere karşı öfke uyandırıcı. Lakin ‘kurtuluşu’ kaçıp göçmekte arayan “aydın”ların sorumlulukları açısından da düşündürücü değil mi? Nerede kaldı topluma ve tarihe karşı sorumluluklarımız? “Kaçmak” en fazla bir teşhir etkisi sağlar, üstelik “dış güçler” nezdinde. Peki ya geride kalanlar?.. Kaçamayacak durumda olanlar, burada kalıp burada yaşamaktan başka seçenekleri olmayanlar… Onlar üzerinde nasıl bir duygu yaratır acaba?
“Sanırım hepimiz yıllardır farkındayız karanlığın. Görmeyen duyuyor, duymayan seziyor. Ama hiçbirimiz ne yapacağımızı bilmiyoruz. O kadar yoğun, o kadar derin, ve o kadar acımasız olabiliyor ki, bizi çaresiz bırakabiliyor. Bıraktı da; hepimizinin yaşadığı bu yerde, uzun zamandır. Onca insanın ölümünde çaresiz bıraktı. Karanlıktan korka korka yaşar olduk…” (agy)
Dozu giderek artan ırkçı kudurganlık karşısında zaten yoğunca hissedilen güçsüzlük ve çaresizlik duygusundan beslenen panik, siniklik ve geri durma eğilimlerini güçlendirmez mi? Güçlendirir! Faşist kudurganlığın vurucu gücünü oluşturan sokaklardaki ayaktakımının cesaretini ve yeni gençlerin onlara yönelimini ivmelendirmez mi? İvmelendirir! ‘Aydın sorumluluğu’, ondan da önce insan olma iddiası ve bunun getirdiği yükümlülükler nerede kalır o zaman?..
Bugün “geride kalanlara” herkesin yüreğine bir nebze su serpen o görkemli cenaze törenini hatırlatmakla yetinemeyiz. İçleri karartan, zaman zaman çaresizlik duygularının zirve yapmasına neden olan, hatta kimilerimizi nihilizme dahi sürükleyebilecek bu bulanıklık ortamında dip akıntıları keşfetmeye olan ihtiyaç büyük. Yoğunlaşan arayışlara somut çıkış yolları ortaya koymak, tıkanan göğüslere soluk boruları yaratmak elzem. “Neden?” sorusununun yanıtını “nasıl”la iç içe tanımlayabilmek ve bunda ısrarlı olmaya herkesin ihtiyacı var. Ne hiçbir şeyin değişmediği, tersine daha da beter bir kaos ortamına doğru sürüklenilmekte olunduğunu her günkü yaşam telaşı içine sıkıştırmak ama ne de “küçük çöp büyükten hakkını alacak” beklemeciliği içinde olmak rahatlatabilir insanı. Öfke kayıtsızlığa, sezgisel de olsa sınıfsal kin yeniden “hayat gailesi”ne sürüklenmeden canlandırılmalı ve diri tutulmalı adımlar.
“Aydın” olmak…
Belki tam da bu noktada “aydın” tanımını tartışmak gerekir. “Aydın” olmak tek bir çerçeve içine sığdırılamayacak kadar ayırdedici bir kavram. Hepsini bizi rahatsız etmeyecek tarzda bir kaba doldurmak da mümkün; fakat Marksistler aydını tıpkı her toplumsal kesim ya da tabakayı sınıfsal ölçütlerle değerlendirdikleri gibi “ilerici” ve “tutucu” olarak iki cephede toplarlar. Çağına tanıklık eden insan aydındır. Sadece tanıklık etmekle kalmayıp safını ezilenlerin yanında belirleyen, onların savaşımının dilsiz olmayan sorumlusu olmayı onurlu bir biçimde üstlenenler “aydın” adına layık olabilirler ancak.
Türkiye’de devletle aydınlar arasındaki ilişkide -tabii bunun diğer kutbunda toplumla aydınlar arasındaki ilişki vardır- dünyanın her yanında olduğu gibi* şöyle gerilimli bir ilişki söz konusudur. Egemen burjuva sınıfın ve onunla birlikte devletin krizi, açmazları ne zaman artarsa, “aydın olma” sorumluluğunu yerine getiren aydınlarla karşı karşıya gelinir ve bir çatışma yaşanır. Provokasyonlar, komplolarla karşı karşıya bırakmalar, mahkemelerde hapislerde süründürmeler, katletmeler böylesi dönemlerde artar. Buna karşın dengelerin görece oturduğu ‘istikrar dönemleri’nde ya da aydınların “aydın olma” sorumluluklarını yerine getirmekten kaçarak egemen burjuvazi ve devleti rahatsız etmeyecek alçak bir profil sergilemeye yöneldikleri dönemlerde bu gerilimli ilişki daha yumuşak bir seyir izler. Geçiş dönemlerinde ise muhalif olana tahammülsüzlük had safhaya varır. 12 Eylül sonrası dönem aydınlar cephesinden asıl olarak korkuyla sinmenin baskın olduğu bir dönemdi. Özal dönemi, aydınların neoliberal politika ve yaklaşımlara eklemlenmeleri, adeta onun bir parçası haline gelmeleri, “rejimle aydın uyuşması” denebilecek bir olguya ev sahipliği etti. O dönem “aydın sorumluluğu” Kürt sorununda dürüst ve tutarlı olanlarda cisimleşiyordu. Bunu görmezden gelerek ‘es’ geçenler, hayli büyük bir bölüm rejime eklemlendi.
2000’li yıllardan sonra ise AB süreciyle birlikte yeni bir saflaşma kendini gösterdi. AB sürecinin de -hem neden hem sonuç olara
k- temel bileşenlerinden biri olduğu bir rejim krizi yaşanıyor; geleneksel iktidar bloku içindeki sadece buna bağlı olmayan bir çatlama -kimi bölümleri onarılmaya çalışılsa da- yer yer derinleşerek sürüyor. “Toplumsal hassasiyetler” kapsamında tanımlanan her konu kalem oynatma cesaretinin sınandığı yer oluyor. “Sarsıcı”, “infial yaratıcı” sınıfına sokulan ‘gerçekleri açıklama sorumluluğu’ sırat köprüsünde yürümeye her gün biraz daha fazla benziyor. Sadece devletle aydınlar arasında değil, bizzat “aydınlar”ın kendi içlerinde de bir saflaşma yaşanıyor. İsmail Beşikçi mahkumiyetler ve hapislikler konusunda doktora yapar, Turan Dursun, Musa Anter gerçeklerin gözüne korkmadan bakabilmekle yetinmeyip bunları korkusuzca haykırdıkları için katledilirken, Özdemir İnce denilen şair bozuntusu, sistemin muteber “aydın”ı olarak kaftanıyla köşesinde kalem oynatabiliyor.
Yapmayın!
Doğan Öz’den Bahriye Üçok’a, Bedrettin Cömert’ten Muammer Aksoy’a, Abdi İpekçi’den Ahmet Taner Kışlalı’ya, Musa Anter’den Sivas’ta yakılanlara, Turan Dursun’dan Vedat Aydın’a yüzlerce aydınını yitirdi bu halk. Apansız vurulmadılar; göstere göstere gelen ölümlere metelik vermediklerini yaşamlarıyla gösterdikleri için katledildiler.
Yapmayın! Gerektiğinde bedel ödemekten çekinmeyen tutarlı bir duruş sahibi olma cesaretini bazı “üstün” insanlara özgü özel bir davranış biçimiymiş gibi algılayan yanılsamalara da kan taşımayın! Sadece laf eden değil, sadece güzel sözler söyleyen ve iyi yazılar yazanlar değil, aynı zamanda bunu eylemiyle de kanıtlayan toplumun pratik kurucusu olabilme insani erdemini gösterme yürekliliğini de kuşanın! Liberal bir aydının tabansızlığıyla çıkmayın “ünlü” kimliklerinizle -sizi belki de göz ucuyla izliyormuş gibi görünen- toplumun karşısına!
Yapmayın! İlerici insanlık cephesinden, toplumun katıksız bir kültürel öncülüğünden, örgütlü bir davranış ve eyleme biçimine geçiş onurundan taviz vermeyin. “Bu başka bir yerde de yapılamaz mı?” demeyin. Yapılır elbet! Fakat bu kesitte burada ne pahasına olursa olsun yapılması, işçisiyle emekçisiyle bu toplumun, önüne konanları itirazsız yalayıp yutan koyun sürüsü olmadığının bir başka kanıtı olacaktır.
Yapmayın!
* Jean Paul Sartre Cezayir Savaşı sırasında -1960’da- “Cezayirli ‘teröristler’le işbirliği yaptıkları gerekçesiyle izlenen Jeanson Örgütü’nün Fransız militanlarını destekleyen başkaldırı metni olan” 121’ler Manifestosu’nu yayınlar. Fransız sağının ve OAS’ın (Gizli Ordu Örgütü) hedefi haline getirilir. Nefret edilen ve aşağılanan Sartre aldırmaz bunlara. Polis Sartre’ı tutuklamak istediğinde De Gaulle’nin karşı çıkışı şaşırtıcıdır: “Sartre Fransa’dır; dokunmayın!”
Ufuk Çizgisi, 17 Şubat 2007 | Sayı: 56 http://ufukcizgisi.org/index.php?in=56&p=1685