Hrant Dink’in ölümünün hemen arkasından ülkemizin köklü bir geleneği yine kendini gösterdi: bin yorum bin kağıt üzerinde ve televizyon ekranlarında raksetti. Kimileri hüzünlüydü ve de huzursuz ama samimi, kimileri de hala dik başlıydı, gururlu ve kanlarını temizleme amacında. (Umarım Hrant’ın kızının “kanları şimdi daha mı temiz?” diye soran çığlığını duymuşlardır). Elbette haklı olarak milliyetçilik, tartışmaların […]
Hrant Dink’in ölümünün hemen arkasından ülkemizin köklü bir geleneği yine kendini gösterdi: bin yorum bin kağıt üzerinde ve televizyon ekranlarında raksetti. Kimileri hüzünlüydü ve de huzursuz ama samimi, kimileri de hala dik başlıydı, gururlu ve kanlarını temizleme amacında. (Umarım Hrant’ın kızının “kanları şimdi daha mı temiz?” diye soran çığlığını duymuşlardır). Elbette haklı olarak milliyetçilik, tartışmaların tam ortasına geldi oturdu. MHP ilk günlerde ustaca bir şekilde, sessizlik refleksiyle kendisini tartışmanın dışına attı (bu sessizliğin uzun süreceğini beklemek başlı başına siyasal basiretsizlik olurdu), BBP ise siyasal yetersizliği ve artık tükenmişliği ile tepkisel bir konum benimseyerek ‘aslında mükemmel bir vatan sevgisi demek olan milliyetçiliğin!’ aşırı bir unsuru olarak lanse edildi ve kitleler ‘nitelikli bir milliyetçiliğin’ tertemiz kanına geri çağrıldı. Tabi ki herkes biliyordu milliyetçi internet sitelerinde cinayeti alkışlayan telaffuzları, konuşanların hepsi, MHP’li olsun BBP’li olsun o kitlenin ruh halinden haberdardı, Hrant’ın kanı kurumadan, gelecek zamanlardaki şanlı infazların adresleri tartışılıyordu o sitelerde. Toplumsal hafızamızın tıkalı damlarlarını açacak ve milliyetçiliği, hiçbir ayrıma tabi tutmadan tartışacak entelektüellerimiz de sessizdi. Fakat bir kişi, son yılların belki de en incelikli ve aslında görmeyi özlediğimiz nitelikte! bir siyasal söylemini ortaya koyuyordu: Ömer Çelik, Başbakan’ın siyasal danışmanı.
Ömer Çelik, AKP’nin son dönemdeki milliyetçi çıkışlarına öyle ustalıklı yollar açıyordu ki, eminim Murat Belge, bir siyaset uzmanı olarak, Can Dündar’ın programında kalkıp Çelik’in elini sıkmak istemiştir. Ömer Çelik her şeyden önce cinayetin devlet içindeki bir kontrgerilla ya da onun uzantısı örgütsel yapılanmaların işi olmadığını kabul ediyordu. Gazete ve televizyonlardan tutun da devletin ve ordunun en üsttekilerine kadar uzanan bir söylem benzerliğinin, kitleleri nasıl manipüle ettiğini ve bu manipülasyonun ne tür bir ruh haline yol açtığını herkes gibi o da sezmişti. Fakat Çelik, terminolojilerini soldan alan aydınlarımızın bile bir türlü ağzına alamadığı faşizm sözcüğünü, AKP’nin milliyetçilik anlayışını diğerlerinden (MHP, BBP ve hatta CHP’den) ayırmak için oldukça açık ve başarılı bir söylem içinde ustalıkla kullandı. Bir yandan, artık Türkiye’de ne olduğu belli olmayan ve her tarafa çekilebilen, hatta kimi zaman birbirini çelen tanımların dahi aynı anda kabullenilebildiği, muğlaklaşmış bir siyasal üslup olarak milliyetçiliği elden çıkarmadı, ama bir üslup olmanın dışında siyasal ve kurucu bir öğe olarak milliyetçiliği kullanan söylemin, sağlıksızlaşarak faşizme doğru evrildiğini ifade etti. Böylece Çelik bir tarafta cinayetlerin sorumlusu ve faşizme doğru evrilen bir milliyetçilikle, AKP’nin daha genel ve belirsiz bir şekilde serimlenen milliyetçilik anlayışını karşı karşıya koyarak bu siyasal zeminde bir yarılma yarattı. Tabi ki bu yarılmayı MHP kurmayları da görecek ve kendilerinin konumlarını belirleyecektir, BBP’nin de müdahil olduğu ve faşizme kayan dar bir kitleye politika yapmak yerine milliyetçilik anlayışlarının faşizm olmadığını anlatma çabasının MHP’de öne çıkacağını düşünenler yanıldıklarını anlamakta gecikmeyeceklerdir. Ki daha şimdiden bir savunmaya geçmeleri, ‘hepimiz Ermeniyiz’ sloganına kafayı takmaları, TÜSİAD’ın politik önerilerini PKK’nin siyasal programı ile örtüştürmeleri bunun ilk örnekleri olarak cinayetin üzerinden 3 gün geçmeden ortaya çıkan ipuçlarıdır. Tartışmanın döndüğü zeminin hazırlayıcısı ise AKP’nin yerinde bir tercihle öne sürdüğü Ömer Çelik’tir ve Çelik seçimlere kadar uzanacak siyasal çekişme alanını bu süreçte tek başına tanımlamıştır. AKP bir yandan milliyetçiliğin faşizan unsurlarını lanse ederek Türkiye kamuoyuna 80 öncesi dönemin gerilimini hatırlatmış ve orta sınıfa yaklaşma amacında olan MHP’nin önünü kesmiş ama bu coğrafyanın hasıraltı edilemez gerçekliği olarak muazzam bir oy potansiyeli barındıran milliyetçiliği de üslup olarak elinden bırakmamıştır. Hiçbir zaman sağlıklı bir siyasal zeminin yeşermediği Türkiye’de AKP belirli siyasal kategorileri karşı karşıya koymak yerine, her bir kategoriyi kendi içinde parçalamış ya da ikiye bölmüş ve bu kategorilerin parçalanmasından çıkan iki parçanın makul olanını kendine, aşırı olanını kendi dışına, diğer partilere dayatmıştır. AKP şu anda Türkiye’de, ama yalnızca iç politikada, kuramsal zeminde politika yapan yegane parti olarak hem kendini hem de karşısındaki tanımlayabilme yeteneğine sahip tek parti olup bunu başarıyla sürdürmektedir ve Erdoğan’ın üslubu sanıldığı gibi halk diline inmekten değil, karşısındakini de tanımlayabilme stratejisinden, yeteneğinden ve rahatlığından kaynaklanmaktadır. MHP’nin sert çıkışını anlayamayanların da, bu çıkışı, AKP’nin tek siyasal aktör olarak ortaya çıkacağı bir durumu engelleme çabası olarak görmelerini, en azından bu minvalde düşünmelerini öneririm. MHP bu süreçte bir çok düşünürün beklediği gibi, faşizm yaftasından kaçmayacak aksine bu sınırı sonuna dek zorlayacaktır.
Fakat bu yazının konusu Ömer Çelik’in Türkiye siyasetinde yarattığı bu yarılmayı insanlara aktarırken söyledikleri değil, tam aksine Ömer Çelik’in bu siyasal manevrayı yaparken neleri söylemediği ve gizlediğidir. Gizlediği ve korumaya çalıştığı şeyin adını çok açık olarak koymak lazım. Bu, milliyetçilik kadar Türkiye’deki siyaseti gericileştiren ve onun sağlıklı bir zemine oturmasını engelleyen muhafazakarlıktır.
Bütün tartışmalarda bir kez olsun adı geçmemiş olan siyasal bir tavır olarak muhafazakarlık “bir ütopyadan ve belirgin bir ideolojik omurgadan yoksundur. Ancak bir düşünce üslubu olarak kolaylıkla diğer ideolojilerle eklemlenebilir ve onların özellikle pratiklerinde ortaya çıkan revizyonların referansı haline gelebilir”.(1) Demokrat Parti’den itibaren ortaya çıkan bütün sağ partilerin, liberal olsun ya da olmasın, her zaman yedeklemeye çalıştıkları muhafazakarlık Türkiye’de de bu eklemlenebilme özelliğini göstermiştir. Fakat bu zamana kadar, ya da AKP kurulana kadar diyelim, muhafazakarlık sağ siyasete sinen bir üslup olarak ele alınmış, kurucu bir siyasal odak olarak biçimlenmemiştir. Bunun sonucu olarak Türk muhafazakarlığı 2000’li yıllara kadar, daha çok Fransız Devrimi’ne karşı bir karşıtlık olarak gelişen ve sözcülüğünü de o dönem Joseph de Maistre’nin yaptığı tepkici ve kendini karşıtı ile tanımlayan bir biçim altında gelişmiş ve çok zaman da İslamcı bir gericilikle ve faşizan bir siyaset zemini ile dirsek temasında olmuştur. AKP ise tepkici bir muhafazakarlık yerine, epistemolojik ve tarihsel köklerine uygun, Edmund Burke’cü bir Kıta Avrupası muhafazakarlığı tartışmalarını kendine temel almış, en azından kuramsal zeminini, bu yönde tanımlamaya çalışmıştır.
Yalçın Akdoğan’ın muhafazakar demokrasiyi tanımlayan ve Ömer Çelik ile muhafazakarlık hakkında Ankara Üniversitesi’nde doktora çalışmasını kitaplaştırmış olan Bekir Berat Özipek’e (ki İletişim yayınlarından çıkan Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce ansiklopedisinin 5. cildi olan Muhafazakarlık cildini saymazsak, muhafazakarlığın epistemolojik ve tarihsel köklerine inen yegane derli toplu kitaptır bu), teşekkür ettiği 2004 tarihli metninde Türk siyasetinde muhafazakar bir kulvar açmanın, siyasetin normalleştirilmesi, siyasetin gerçekçi bir zemine oturtulması ve kuşatıcı bir siyaset tarz
ının üretilmesi açısından zorunluluk taşıdığı belirtilmiştir. Siyasetin gerçekçi bir zemine oturtulmasından anlaşılanın ne olduğu bütün bir metin boyunca müphem kalmakla beraber Tayip Erdoğan’ın kuruluş konuşmasındaki “partimiz, milletine ‘ideoloji dayatan’ bir parti olmayı ve kutsal dini değerler ile etnisitelerin istismar edilerek siyaset malzemesi yapılmasını da açıkça reddetmektedir” cümlesi siyasetin kuramsal anlamda varlıksal zeminini oluşturmayan argümanların politik mücadele içinde belirleyici olmayacağının ifadesi olarak öne çıkmıştır. Mamafih evdeki hesap çarşıya uymamıştır. Bir yandan Türk siyaset elitinin, bürokrasisinin ve emniyet yapılanmasının klasik siyaset açısından uyguladığı basınç, diğer yandan AKP’yi oluşturan kadroların geleneksel siyaset yapma tarzları bu partiyi Türk siyaset tarihinin klasik partileri arasına sokmuştur. Özellikle son iki senedir Tayip Erdoğan’ın cümlelerinde taşınan gerilim, kolay siyasetin Türkiye’deki yansıması olan polemikçi bir restleşmenin en pespaye görüntüsünü vermektedir. Bu restleşme ilk dönemlerde daha çok yapılan işler ve uluslar arası ilişkilerdeki bir zayıflığın argümanları üzerinden yürütülmüş olsa da şimdilerde etnik milliyetçiliğin ve dinsel bir tutuculuğun argümanları bütün bir siyasal söylem alnını kaplamış durumdadır. Çünkü “muhafazakarlık evrensel iddiası olan ideolojilerden farkı olarak ulusal (ya da yerel) sınır ve kültürle, (ve geçmişle) çok daha sıkı bir ilişki içerisindedir”.(2) “muhafazakarlık, kurum ve semboller üzerinde yerel bağları çok güçlü bir sürekliliğe ihtiyaç duyar”.(3) Türk modernleşmesinin muhafazakarlığı daha çok edebi bir alana sıkıştırması, bilişsel zemini güçlü olmayan bir muhafazakarlığın bu yerel sembol ve dini-etnik temellere vurgu yapan demagojik bir hal almasına ve gelenek kavramının kurumlardan çok etnik ve dini kimliği öne çıkaran bir biçim almasına neden olmuştur. Gelenek, Hobsbawn’ın deyişiyle, muhafazakarların “modernleşme sürecinde kabul ettikleri ve reddettikleri yenilikler için de geleneksel toplumlarda hem motor hem de iletim kayışı (volan) işlevini”(4) görür. Geleneği yaşatma güdüsü toplumsal yapılar içinde hem psişik anlamda hem de korunma refleksi açısından sürekli olarak varlığını korur, muhafazakarlık bu iki açıdan da toplum içinde verilen refleksi daha rasyonel bir hale getirerek siyasal bir proje olarak sunma çabasındadır.
Bu anlamda popülist bir siyaset yapma biçimi olarak da karşımıza çıkan muhafazakarlık toplumsal bir travmanın varlığa gelmesinde önemli bir rol oynar. Tarihin materyalist yorumu toplumsal ilişkilerdeki değişmenin toplumun düşünsel yapısında da önemli değişikliklere yol açacağını, bu değişikliklerin aynı zamanda üst yapı olarak adlandırılan kurumların söylemlerindeki kimi dinamiklerle de desteklenerek değişen ilişkilere uygun bir düşünsel zeminin oluşacağını varsayar. Muhafazakarlık ise (ve özellikle de neo-muhafazakarlık) ekonomi alanında liberal ekonominin savlarını kabul ederken diğer yandan da söylem alanında bu ekonomik ilişkilerin yıprattığı ve varlık zeminini altından çektiği geleneksel düşünüşü propaganda içeriği olarak kullanır. Bir yandan değişen toplumsal ilişkiler ve diğer yandan da geleneksel olarak kabullendiği ama değişen ilişkilere uyum sağlayamayan ideolojik formasyonların ikilemi arasında kalan kitleler sağlıksız siyasal tepkiler oluştururlar. Muhafazakarlık bu noktada kitleleri gerilim içinde bırakan ideolojik söylem üzerinden politika yapar; bir yandan küreselleşen ekonominin sınır tanımayan işleyişine onay verirken, diğer yandan da bu sınır tanımayan işleyişin zedelediği milli ve dini değer yargılarını hem kalıcılaştırmaya çalışır hem de propaganda malzemesi olarak kullanır. Siyasetin gerçek zemini yerine milli ve dini sembolleri kullanarak bir el çabukluğu ile kültürel sembolleri siyasal sembollere çevirerek bütün bir geçmiş konusunda tek başına hak iddia eder ve geleneğin temsilcisi iddiası ile ortaya çıkar. Bunun sonucunda ortaya çıkan siyasal tepki, bireyin ya da toplumsal sınıfların kendi kategorik ilişkilerinden değil de iletişim aracılığıyla da desteklenen kültürel kimliklerin korunması kaygısından temellenir. Sınıf ve yurttaş kavramlarının belirleyiciliğinden çıkan siyaset, milliyetçilikten faşizme ve dindarlıktan siyasal İslamcılığa evrilen bir politika yapma alanını ortaya çıkarır. Bir yandan bu zamana kadar öğrendiği yegane gelenek olan etnik ve milli değer yargıları, diğer yandan da bu değer yargılarını her gün yıkan yeni iktisadi ve politik ilişkiler arasında kalan birey gerilimli bir dilemma içinde kalır. Bu ruh hali faşizmin kendi oyunun en rahat oynadığı zaman dilimini bize gösterir.
Bu şekilde ortaya çıkan bir siyaset alanının aktörleri de, siyaseti gerçek zeminine (yani sınıf ve yurttaş kavramının içerdiği mücadele alanına) çekmek yerine varolan kategoriler eşliğinde politika yaparlar. Varolan kategorilerin ağırlığı o kadar fazladır ki, buradaki kategoriler bile karşı karşıya konamaz; yani milliyetçiliğe toptan karşı çıkılmaz, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, İslamcılık ya da milliyetçilik önce kendi içinde bölümlere ayrılır ve her kesim gerçek milliyetçi ya da gerçek Müslüman olduğunu kanıtlamak için ideolojik bir manipülasyon süreci başlatır. Ama unutulmamalıdır ki bu duruma elverişli bir ortamın oluşmasını sağlayan esas zemin muhafazakarlık tarafından üretilir. İşte Ömer Çelik, Can Dündar’ın ‘Neden’ programında, oluşan toplumsal ruh halinin esas sorumlusu olarak muhafazakarlığı ustaca manevralarla saklayabilmiştir ve bir taşla iki kuş vurmuştur. Bir yandan dikkatleri muhafazakarlık üzerinden uzaklaştırarak milliyetçilik üzerinde odaklaştırmış, diğer yandan da milliyetçiliği ikiye bölerek faşizan bir milliyetçiliği (haklı olarak) MHP’ye özgü kılmış, makul olan bir vatan sevgisi olarak tanımladığı bir başka milliyetçiliği de AKP’ye endekslemiştir.
Sorunun devlet içindeki bir hesaplaşma amacını güden ya da klasik anlamda bir kontrgerilla eylemi olup olmadığı tartışmaları bir yana bırakılırsa, 1980 darbesinin amaçladığı toplumsal ruh hali oluşmuş durumdadır. Cinayetin üzerinden henüz 10 gün geçmeden maçlarda ortaya çıkan pankartlar hala ‘ermeni’yi bir küfür olarak kullanmaya devam ediyor, Trabzon sokaklarında Ogün Samast’ın giydiği beyaz bere bir sembol olarak kullanılıyor ve cinayetin arkasından sorulması gereken bir sürü soru varken dikkatler “neredeyse toplu bir psikolojik harekat yapılırcasına ‘hepimiz Ermeniyiz’ sloganı üzerinde yoğunlaştırılarak hedef saptırılıyor”(5), yani kısaca yavuz hırsız ev sahibini bastırıyor. Ve belli başlı birkaç gazete dışında bütün medya milliyetçiliğin ve muhafazakarlığın kıskacında, bir cinayete alkış tutuyor. İşte burada bütün bu olanları belli bir programın uygulanması olarak görmemek gerekir -eğer öyle ise bile görmemek gerekir-, bu programın uygulanmasına izin veren toplumsal bir yapı ve psişik durum hali hazırda mevcuttur. Bu durumu yaratan siyasal üslup muhafazakarlıktır. İnsanları, farklılaşan maddi zemine rağmen, hala geleneğin etnik ve dini düşünsel hegemonyasında tutmaya çalışan ve bunlar üzerinden ideolojik bir propaganda ve manipülasyon siyaseti yürüten muhafazakarlığın yarattığı toplumsal travma durumu bu gün Türkiye’de materyalist bir siyasal analizi politik arenaya davet ediyor. Bin yılların siyasal, felsefi ve sosyolojik alandaki yarılması olan idealizm ve materyalizm arasındaki gerilim -görerek bakanlar için- devam ediyor; hem de çoğu zaman kaldırımdaki bir kan birikintisinin yüzeyinde parıldayarak.
Elbette bu süreci, 12 Eylül darbesinden tutun da Mersin’deki bayrak provokasyonunun iletişim kanalları tarafından nasıl bir linç kültürüne evriltildiği gibi bir çok merkez üzerinden -ki Türkiye’de bu tür olayları bulmak oldukça kolaydır-, ya da AB ile olan temasların yarattığı sosyolojik etkiler gibi nedenler üzerinden de okumak mümkündü. Fakat konunun sıcaklığı nedeni ile milliyetçiliğin yanında muhafazakarlık eleştirisinin de yapılmasın gerekliliği kendini acil bir biçimde dayatıyor. Bu yazı ancak bu tür çabalara bir giriş, ipucu ya da tetikleyici olabilmek umudu ile yazılmıştır.
Dipnotlar:
1. BORA, T, ONARAN, B, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt:5, Muhafazakarlık, İletişim Yayınları, Ankara, 2003, sf:234
2. a.g.e, sf:234
3. MULLER, J. Z International Encyclopedia of The Social, Behavioral Sciences, Conservatism, Amsterdam-New York, 2001, sf:2624
4. Hobsbawm, E, The İnvention of Tradition, Cambrige University Pres, Cambridge, 1983 (Akt: BORA, T, ONARAN, B, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt:5, Muhafazakarlık, İletişim Yayınları, Ankara, 2003, sf:234)
5. CERRAHOĞLU, N, Derin Canavar, Cumhuriyet Gazetesi, 29 Ocak 2007.