Bu metin 23-24 Kasım 2006’da DİSK’in Sosyal Adalet İçin Ekonomi Politikaları başlığı ile düzenlediği 2. Ulusal Sosyal Politika Kongresi’ne sunuldu. Eşitlik ve özgürlük idealleri 1789 Büyük Fransız Devrimi ile birlikte sadece seküler bir içeriğe kavuşmadı, aynı zamanda tartışılmaz bir siyasal meşruiyet de edinerek evrenselleşti; insanlığın ortak değerleri haline geldi. Ne var ki, liberal dünya görüşü […]
Bu metin 23-24 Kasım 2006’da DİSK’in Sosyal Adalet İçin Ekonomi Politikaları başlığı ile düzenlediği 2. Ulusal Sosyal Politika Kongresi’ne sunuldu.
Eşitlik ve özgürlük idealleri 1789 Büyük Fransız Devrimi ile birlikte sadece seküler bir içeriğe kavuşmadı, aynı zamanda tartışılmaz bir siyasal meşruiyet de edinerek evrenselleşti; insanlığın ortak değerleri haline geldi. Ne var ki, liberal dünya görüşü gerek klasik gerekse de yeni çeşidiyle, eşitlik ve özgürlüğün ayrıksı ve çelişkili doğasına hep vurgu yaptı; eşitliği, toplumsal koşullarda ve kaynaklarda eşitlik olarak değil de fırsatlarda eşitlik olarak, fırsat eşitliği olarak tanımladı ve bu tanımın ideal bağlamının da fırsatlar alanı olarak takdim ettiği serbest piyasa koşulları olduğu savını işledi. Böylece özgürlük de Fransız Devrimindeki anlamından, insanın özgürleşmesi anlamından kopartıldı ve şeylerin serbestisine indirgenmiş oldu. Sonuç ortadadır: Yeni-liberalizmin yön verdiği küreselleşme süreci, şeyleri yani mal ve parayı serbestleştirdiği ölçüde, eşitsizlikleri derinleştirmekle kalmayıp özgürleşme idealinin yerine korku ve güvenlik arayışını başat kılmıştır. Eşitlik yadsındığında kaçınılmaz olarak özgürlüğün de yadsınıyor olması, her ikisinin ayrıksı ve çelişkili bir doğaya sahip olduğu yönündeki yeni-liberal doktrine verilebilecek en anlamlı yanıttır. Yaşadığımız son 25-30 yıllık süreç, eşitlik ve özgürlük arasındaki uyumlu birlikteliğin, ancak ve ancak kar-zarar muhasebesine tabi olmayan ve ortaklaşa paylaşılan varlıklarla vücut bulduğunu kanıtlamıştır. Özetle, her iki idealin birlikte varolmasının ön-koşulu, kamusallık zemininin yaygınlaşması ve güçlenmesidir.
Yeni-liberalizmin esin kaynağı olan iktisatçı Friedrich Von Hayek Refah Devletinin Anlamı üzerine kaleme aldığı bir çalışmasında, toplumun tüm üyelerinin ortaklaşa paylaştığı çeşitli kamusal düzenlemelerin olabileceğini kabul eder; buna örnek olarak da, emekçilerle alay edercesine, parklar-bahçeler, müzeler, stadyumlar ve tiyatrolardan söz eder. Yeni-liberalizmin özelleştirme tutkusu kendi üstatlarının hayal gücünü bile aşmış, parklar-bahçeler bir yana mezarlıklar bile özelleştirme kapsamına alınmıştır.
Kamu işletmelerinin tasfiyesi ile başlayan sürecin, gerçekte, eşitlik ve özgürlüğün birlikteliğini ülkü edinen bir uygarlığın tasfiyesi demek olduğu bugün artık açık-seçik hale gelmiştir. Tasfiye programı olarak yeni-liberalizm temelsiz uçuşan politikalar demeti değildir; tekelci finans kapitalin yayılmacı genişleme eğilimini ifade eden bir sermaye stratejisidir. Bunun karşısında eşitlik ve özgürlük ideallerinin birlikteliğine yaslanan uygarlığın savunusu, nesnel olarak uluslararası işçi sınıfı hareketinin omuzlarındadır.
Yeni-liberalizm işçi sınıfı hareketini yenilgiye uğrattığı ölçüde zincirlerinden boşanmış ve kendi üstatlarının hayal sınırlarının ötesine geçebilmiştir. Uluslararası plandaki kimi gelişmeler rövanş vaktinin geldiğine delalettir. Bu ise bize sendikacılık hareketinin örgütlenme başlığının hangi bağlam içinde irdelenmesi gerektiğini göstermektedir.
Mal ve para hareketlerinin küresel örgütlenme tarzı göz önünde tutulduğunda, şurası açıktır ki, sendikacılık hareketinin örgütlenme konusu; sınıflar, bölgeler, ülkeler ve kıtalar arasında derinleşen eşitsizliklerin giderilmesi bakımından temel önemde bir konudur; lakin bu konu, Dünya Bankası gündemindeki şekliyle salt “yoksulluğun giderilmesindeki” olası araçlardan birine sıkıştırılmamalıdır; işçi sınıfı eşitlikten söz ettiğinde eş zamanlı olarak özgürlükten de söz ediyor demektir. Bu nokta önemlidir; zira, “sendikalar yoksullukla mücadele etsin, özgürlükler ve demokrasi sermaye sınıfının uzmanlık alanıdır” şeklinde yaygın ve etkili bir inanış söz konusudur; bu söylem, ancak, gerçeğin nasıl tepetaklak edilebileceğine bir örnek teşkil edebilir, tümüyle egemenlere ait bu söylemi emekçi saflarından silmek gerekir. Sırada hesaplaşmak gereken iki kritik söylem daha vardır:
Bunlardan ilki şöyle özetlenebilir: “Sendikacılık sanayi toplumunun bir öğesidir; sanayi-sonrası günümüz toplumlarında nesnel temeli kalmamıştır; kendine bir yer edinmeye devam edecekse, bu ancak, firmaların karlılık ve rekabet stratejilerine tabi olmaları halinde mümkündür”.
Bunu tamamlayan ikinci söylem de ana hatlarıyla şöyledir: “Sendikacılık hareketinin krizi kalıcı ve yapısaldır; zira sendikacılık gibi geleneksel toplumsal hareketlerin devri kapanmıştır; zaman, yeni toplumsal hareketlerin ve sivil toplum örgütlerinin zamanıdır; 19. yüzyılda doğan, 20. yüzyıl başlarında gürbüzleşip boy atan, 20. yüzyılın ortalarında olgunluk evresini yaşayan sendikacılık hareketi, yüzyılın sonunda nihayet yaşlılık evresine girmiştir. Azrail kapıdadır; şimdiden toprağı bol, yeri cennet olsun!…”
Bu duaya amin diyenler medyada ve akademide çoğunlukta olabilirler; ama biz burada, bu duaya amin demeyenlerin aklını ve yüreğini ortaya koymak için toplanmış bulunuyoruz.
Gerçek şudur ki; sendikacılık hareketinin nesnel temeli, kapitalizmin 4 asırlık serüveni boyunca hiçbir zaman bugünkü kadar geniş, yaygın ve güçlü olmamıştır.
6 milyarlık dünya nüfusu içinde istihdam edilenler 3 milyara yakındır ve 3 milyar sınırındaki çalışanlar içinde de halihazırda her 20 kişiden biri bir sendika üyesidir; 164 milyon üyesiyle sendikacılık hareketi dünyanın en büyük toplumsal hareketidir.
Global istihdam ve işsizlik eğilimleri verileri ortadadır; Dünya işçileşmektedir! 19. yüzyılın sonlarında kara Avrupa’sıyla sınırlı yaşanan büyük proleterleşme dalgası, son 30 yıldır, ikinci büyük ve şok proleterleşme dalgası olarak küresel düzlemde cereyan etmektedir. Dünya nüfusu mülksüzleşir, geçimlik olanak ve araç-gereçlerden kopartılır ve piyasaya fırlatılarak ücret rejimine tabi hale getirilirken, nasıl olur da sendikacılık hareketinin nesnel temellerinin kalmadığı söylenebilir? Sermaye sınıfının kapısında azap olmakla, somut olgulara eziyet çektirmek arasında demek ki güçlü bir ilişki söz konusudur.
Yeniden tabloya dönecek olursak; ILO’ya ait olan ve benim sadece Türkçeleştirdiğim küresel istihdam ve işsizlik tablosu, günümüz kapitalizminin ana karakteristikleri konusunda da fikir veriyor. Evet, dünya nüfusu artan oranlarda geçimlik köklerinden kopartılıyor ve işgücü piyasasına fırlatılıyor, yani işçileşiyor. Ancak, fırlatıldığı ve yaşamak için nakit para gereksinimine mahkum edildiği işgücü piyasasında, düzenli, istikrarlı ve kalıcı istihdam olanaklarından da mahrum bırakılıyor. Hem ücrete muhtaç edip hem de ücretten mahrum etmek şeklindeki zalimlik, sadece sermayeye mahsustur. İstihdam; bütün sektörleri ve bütün vasıf düzeylerini enlemesine kesercesine güvencesiz bir hal alıyor. Nitekim, işçileşenlerin mutlak sayısı artarken, hem istihdam edilenlerin dünya nüfusu içindeki nispi paylarında son 10 yıldır tedrici bir gerileme gözleniyor, hem de inişli-çıkışlı bir seyir izlese de işsizlik oranlarında bir artış gözleniyor. Bu tablonun nedenleri biliniyor; bu durum hem kapitalizmin finanslaşması eğilimi ile hem de küresel mal ve hizmet üretim zincirinin niteliği ve emek sürecinin esnekleşmesi ile ilgilidir; ve bunları, üretimin teknolojik tabanının zorunlu, kaçınılmaz, dolayısıyla da kabullenilmesi ve uyum gösterilmesi gereken nesnel sonuçları olarak göstermek için çok çaba harcıyorlar; bu olta yutulduğunda ardından asıl öldürücü darbe geliyor; toplumsal etkileşimimiz
in tek ve doğal ortamı serbest piyasadır; piyasaya uy ve onun gereklerine göre hizaya geç! Son 30 yılın bilançosu ortadadır; bu emre uyulmak suretiyle piyasa ekonomisinden toplumun piyasalaşmasına gidildikçe, bizatihi toplumun, yani cemiyetin çözüldüğü ve cemaatleşme eğilimlerinin her yanı sardığı görülmektedir. Üstelik, bu emre itaat gösterilen coğrafyalarda sendikacılık hareketinin günbegün eridiği de bir vakıadır. Buradan sendikacılık hareketinin krizini, devrini tamamlamış bir mevtanın son günleri olarak gören anlayışa geçebiliriz.
Bu konuya ilişkin gerçek şudur ki; sendikacılık hareketinin krizi, genel olarak sendika kurumunun değil fakat sınırlı temeldeki belli bir tip sendikacılığın krizidir; adını da koyalım: Belli tipteki bir sendika modelinin temsil krizidir. Hem endüstri ilişkileri içindeki temsil gücü zayıflamıştır, hem de potansiyel üyeleri kavramaya dönük örgütsel temsil gücü zayıflamıştır. Çift yönlü temsil krizi içindeki bu sendika modeli, ikinci dünya savaşından 1970’lerin sonlarına kadar esas olarak Batıda şekillenmiş, bizim gibi ülkelerde ise “bağımlı sendikacılık” olarak adlandırılmış olan sendika modelidir. Bu modelin özellikleri şöyle sıralanabilir: yeni-korporatist içerilme kanallarında yer almışlardır; üye-sendika ilişkisini faydacı zihniyet çerçevesinde araçsalcı ve bireyci temelde kurmuşlardır; iç örgütlenmesinde kuralcı ve hiyerarşik niteliklere sahiptirler.
Öte yandan bu ortak özelliklere sahip olmakla birlikte, yaşanan krizin düzeyinde farklılaşmalar olabilmektedir. Bu da başka bir çok faktör yanında, yeni-korporatist içerilmenin türüne, aynı anlama gelecek şekilde, ikinci dünya savaşından sonra yerleşen refah rejiminin türüne bağlı görünmektedir. Nitekim çeşitli ülkelere ait sendikalaşma yoğunluğu göstergeleri, refah rejimi türlerine göre gruplandırılarak incelendiğinde, sözü edilen farklılaşma açıkça görülmektedir.
Öncelikle terimlere ve gruplandırma mantığına değinmek anlamlı olabilir. Sendikalaşma yoğunluğu, mevcut ücretli ve maaşlı nüfus içindeki sendika üyelerinin oranını verir.
Yüksek yada düşük harcama oranlı Beveridge modeli ile gayri safi milli hasıla içinde sosyal harcamaların payının yüksek (%30-40) yada düşük (%10-20) olduğu ülkeleri; yüksek/düşük harcama oranlı Bismark modeli ile sosyal harcamaların finansmanında kullanılan kesintilerin yüksek (%60 ve üzeri) yada düşük (%10-50) olduğu ülkeler kastedilmektedir.
Liberal refah rejimlerinde sendikalaşma yoğunluğu Tablo-1’de görülmektedir. Kapitalist merkezlerdeki en büyük erime bu grupta gözlenmektedir; 35 yıla yaklaşan bir süre zarfında örgütsel gücün ağırlığının yarı yarıya azalmış olduğu görülmektedir. Asıl dramatik erime 1980-2000 yılları arasında yaşanmış, son 3-5 yılda ise düşülen seviyede kısmen sabit bir nokta tutturulmuştur.
Tablo-2’deki gelişme seyrini AB’ye ait göstergeleri dışarıda tutarak izlemek daha anlamlıdır; görüldüğü gibi örgütsel temsil noktasındaki erime eğiliminde ana hatlarıyla bir farklılık yoktur; Belçika dışarıda tutulursa burada farklı olan tek husus, söz konusu erimenin şiddeti ve çapıyla ilgilidir; bu kez de Fransa dışarıda tutulursa, göreli olarak daha az şiddetli ve sınırlı bir örgütsel temsil krizinden söz edilebilir.
Asıl çarpıcı figür bugün AB üyesi olan eski doğu bloğu ülkelerine aittir; Tablo-3’de izlendiği gibi duvarlar yıkıldıktan sonraki ilk 10 yıl içinde sendikalaşma yoğunluğunda yarıya yakın dramatik bir düşüş gerçekleşmiş, kapitalist merkez ülkelerden farklı olarak, düşme eğilimi aynı şiddette olmasa da 2000’den sonra da sürmüştür.
İlk üç modelle tezat teşkil eden ve İskandinav Modeli olarak da bilinen tabloya bakılınca sendikalaşma yoğunluğunun 1980 öncesi dönemdeki artış hızı kesilmekle birlikte 1980’den sonraki ilk 10-15 yıl boyunca arttığı,1990’la birlikte ise tedrici bir düşüş gösterdiği söylenebilir. Bu model, yeni-liberal evrede sendikacılık hareketinin örgütsel temsil noktasında bir krize sürüklenmediği ender bir gelişmiş kapitalist ülke modeldir.
Sendikacılık krizinin belli bir sendika tipinin krizi olduğu yönündeki görüşe dayanak teşkil eden asıl veriler, “toplumsal hareket sendikacılığı” adı verilen ve yeni-liberal sermaye stratejisi ile daha başından kavgaya tutuşmuş bulunan ülkelere aittir. Güney Afrika’da COSATU, Filipinlerde Una Mayo ve Brezilya’da CUT, “toplumsal hareket sendikacılığı” literatürünün tipik örnekleridir ve bu ülkelere ait göstergeler sendikacılık hareketinin bittiği yönündeki iddiaların ne kadar temelsiz olduğunu bize göstermektedir.
O halde bu sendikacılık deneyimine örgütsel temsil konusuna ağırlık vermek suretiyle daha yakından bakmak anlamlı olacaktır:
Bu sendikaların izledikleri mücadele strateji ve ilkeleri ana hatlarıyla şöyle sıralanabilir;
• Üyelerle birlikte bütün işçi ve emekçilerinin maddi koşullarını iyileştirmek,
• Örgütsüzleri örgütlemek
• Demokrasi ve barış mücadelesine işçileri aktif olarak katmak
• Sendika bünyesinde olduğu kadar toplum yaşamının her alanında da işçi denetimini gerçekleştirmek
• Finansal açıdan üye aidatına dayanmak ve dış müdahalelere karşı kapalı olmak.
Bu sendikaların tamamı, ülkelerindeki bağımlı ve korporatist sendikacılık geleneğinden koparak, bunun dışında ve neredeyse tamamı da fiili bir eylemlilik içinde ve çoğunlukla da endüstri ilişkilerinin verili yasal zemini dışında doğmuşlardır. Otoriter rejimlerden demokrasiye geçişte doğrudan ya da dolaylı etkilerde bulunmuşlar, toplumsal muhalefetin en diri ve en etkili odakları arasında yer almışlardır. Güney Afrika’da ırkçı rejimi bitiren inisiyatif COSATU’dan gelmiştir; Brezilya’da CUT, ülkenin en büyük iki siyasi gücünden biri olan PT’nin (İşçilerin Partisi) içinden doğmuştur. Filipinlerde KMU, toplumsal muhalefetin farklı unsurlarını bünyesinde toplayan ve ‘yurtsever ittifak’ anlamına gelen BAYAN’ın kurulmasına öncülük etmiştir ve bu cephe örgütünün en diri gücü konumundadır.
Ortaya çıkış biçim ve koşulları gereği, ya eylemci ilişki ağının (network) gevşek yapılanması ya da formel örgütlülüğün gerektirdiği hiyerarşik yapılanma şeklindeki bir tercihle karşı karşıya kalmamışlar; bu kategorik ayrımı aşarak, organizasyon ve ilişki ağının iç içe geçtiği bir örgütsel işleyişi kendi bünyelerinde mümkün kılabilmişlerdir.
Kendilerini bürokratik merkeziyetçi sendika tipinin reddi ve alternatifi olarak ortaya koydukları için, ‘bürokratikleşmeyi’, uzak durulup uyanık olunması gereken bir tehlike şeklinde görmüşlerdir. Bu yönde alınmış çeşitli önlemler söz konusudur. Örneğin Brezilya’da CUT, aynı mevkie iki dönemden fazla seçilmeme geleneğini sürmektedir; Güney Afrika’da COSATU’nun beş kişilik merkez yönetiminde, başkan dahil dört üye ‘amatör’dür ve işyeri temsilciliği görevlerini tam-zamanlı olarak sürdürmektedirler; G. Kore’de FKTU’nun merkez yöneticileri, ülkedeki en düşük işçi ücreti kadar maaş almaktadır.
Radikal sendika merkezlerinin en belirgin özelliklerinden biri de, taban inisiyatiflerine dayanan bir iç işleyişe ve mücadele tarzına sahip olmalarıdır. Üye tabanı, katılımcı politikaların nesnesi değil, örgütün bizatihi kendisi, gibidir. Sendika merkezlerinin, işyeri inisiyatifleri arasında koordinasyon görevi ifa eden bir birim gibi çalıştıkları bile söylenebilir. Politikaların üyeler tarafından oluşturulması ve yürütülmesi şeklindeki işleyişi, Filipinlerde KMU ‘gerçek sendikacılık’ ilkesi şeklinde adlandırmak
tadır.
Bu merkezler taban inisiyatifine dayalı oldukları kadar, aslında kendileri de birer taban hareketi niteliğine sahiptirler. Zira bu merkezlerde, sendikal örgütlülük işyeri dışındaki yaşam alanlarına da nüfuz etmekte, gerek üyeleriyle, gerekse de mevcut taban hareketleriyle canlı ilişkiler geliştirilebilmektedir. Yoksul emekçi semtlerindeki alt-yapı sorunlarından, geçinme, barınma, sağlık, eğitim gibi temel hizmetler, radikal sendika merkezlerinin faaliyet alanı içindedir. Bu ihtiyaçlara dönük olarak somut örgütlenmelere giriştikleri gibi (kolektif mutfak ve kooperatif benzeri örgütlenmeler), yerel ve ulusal ölçekte eylemlilikler de tertip etmektedirler. Bu tür yönelimler, öncelikli amaç olarak saptanan ‘örgütsüzlerin örgütlenmesi’ amacına da uygun düşmektedir. Zira bu sendikalarda üyelik statüsü, toplu sözleşme yetkisine endeksli değildir. Örneğin 1990 tarihi itibarıyla KMU bünyesinde toplu sözleşme hakkına sahip olamayan üyelerin sayısı (400 bin), bu hakka sahip üyelerden (350 bin) daha fazladır. Diğer merkezler için, KMU düzeyinde olmasa da, esnek bir üyelik statüsünün varlığından söz edilebilir. Bir anlamda, ‘esnek istihdam’ politikası işgücünü parçalarken, esnek üyelik statüsü parçalanan emekçilerin örgütlü birliğini (yeniden) sağlamaktadır.
Bu sendikaların dikkat çekici ortak bir özellikleri de eğitim faaliyetine verdikleri önemle ilgilidir; eğitim çalışması yaygın ve süreklidir; eğitim konu başlıkları da son derece kapsamlıdır.
Radikal sendika merkezleri, kamu hizmetlerinin metalaşması, özelleştirme, esneklik, kuralsızlaşma, gibi yeni-liberal sermaye politikalarının ikirciksiz bir şekilde karşısındadır. Kapitalizmin yeni-liberal formuna karşı takınılan uzlaşmaz tutum, kapitalizmi bir bütün olarak reddeden (sosyalist/Marksist) eğilimlerle bir arada barınmaktadır. Siyasal söylemlerinin diğer bir önemli öğesi ise ulusalcılıktır. Ulusalcı söylem, bizdeki gibi sınıf yerine ulusu ikame etmemekte; tersine, işçi sınıfının çıkarlarını, ulusun (halkın) çıkarlarına genelleştirmektedir. Ulusalcı söylemin hedef tahtasında Dünya Bankası, IMF, çokuluslu şirketler ve ABD yer almaktadır. Sözü edilen ulusalcılığı anlamak için Uno Mayo’nun formülasyonuna bakılabilir, “Filipinlerin zenginlikleri Filipin halkına aittir”. Bu niteliği gereği, ulusalcı söylem enternasyonalizmle de uyum içindedir. Örnek olması bakımından COSATU’nun amblemindeki slogan hatırlanabilir: Hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz. Yerkürenin bir köşesinde birimiz kazaya uğradığında, hepimiz yaralanırız.
Son olarak Türkiye’deki durumu ele alabiliriz. Türkiye’de sendikalaşma yoğunluğu istatistikleri iki farklı Türkiye resmeder. Çalışma Bakanlığının düzenli yayınladığı verilere itibar edilecekse Türkiye adeta “küçük İskandinav ülkesi” gibidir. Sigortalı-sigortasız ayrımı yapmadan tüm ücretliler içindeki sendikalı oranı temel alındığında ise bu kez, “Küçük Amerika” ile “geçiş ekonomileri” karışımı bir fotoğrafla karşılaşmak mümkündür. Fotoğrafın bir önemi yok bu salondaki herkes gerçek durumu tüm ayrıntısıyla bilmektedir. Bu durumun çok yönlü nedenleri olduğu da sır değildir; burada konumuzla sınırlı bir değerlendirme yapmak gerekirse şunlar söylenebilir.
Öncelikle Türkiye sendikacılığı temel özellikleri ile son 30 yıldır temsil krizi içinde debelenen sendikacılık tipiyle büyük benzerliklere sahiptir. Bu da bizim özetle “milli tip sendikacılık” dediğimiz sendikacılık tipidir. Temsil krizini aşamayan ve krizi yeniden-üreten sendikacılık modelimizi olumlu yönde revize etme ve belki de dönüştürme şansı 1989 Bahar Eylemliliği döneminde ortaya çıkmıştır; kökleri 1986’ya uzanan şube platformları ki 1989 Eylemlerini bu platformlar sırtlamıştır sözünü ettiğim şansın en belirgin göstergeleri olmuştur. Ancak Türkiye sendikacılık hareketi bu şansı kendi krizini aşacak şekilde kullanamamıştır; ne sendikacılık modelinde ne de anlayışında bir değişiklik gerçekleşmiştir. 1980’lerin sonları ve 1990’ların ilk yıllarında fiili bir inisiyatifle platform tarzında ortaya çıkan kamu çalışanları hareketi, bu açıdan yani krize batık sendikacılık modelinin açılması noktasında ikinci bir şans olmuştur. Ne var ki, yasalar çıkıp kurumsallaşma vakti geldiğinde, kamu çalışanları kendisine kriz içindeki sendikacılık tipini model almıştır. Sendikal yoğunlaşma oranındaki göreli yüksek seviye ve artış eğilimi, üye dinamizmine dayalı bir sendikal pratikten ziyade, politik kayırmacılıkla şiddetlenen sendikal rekabetle sanırım daha ilgilidir. Türkiye sendikacılık hareketi, üyelerinin faydacı ve araççı temsilinden, kolektif temsili esas alan sendikacılık tipine geçememiştir.
Bu noktayla ilişkili kinci bir husus daha vardır; Türkiye Güney yarım kürenin maruz kaldığı sermaye saldırısına maruz kalan bir ülke iken, Türkiye sendikacılık hareketi çareyi Kuzey yarım küre sendikacılığının izlediği yolda bulmuştur: Bu yol ise kabaca iki unsura dayanmaktadır: İlki küçük sendikaların büyük sendikaların bünyesine katılması, bize yabancı olmayan “kafa ve kasa birliği” yolu, diğeri de formel ve enformel kanallarla yürütülen lobicilik faaliyetidir. Özetle, Güneydeki derde Kuzeydeki yolla derman aranmıştır. İlginçtir; sosyal diyalogun nesnel hiçbir zeminin kalmadığı koşullarda, ortalık sosyal diyalog masalarından geçilmez olmuştur. Şimdi sermaye sınıfının son derece kibar, iyi yetişmiş, entelektüel, vicdan sahibi, ileri görüşlü temsilcileri olabilir; ama, sermaye, kendi iç mantığı gereği, tek bir motife, kar motifine sabitlenmek zorundadır; ve yine kendi iç mantığı gereği “yeterli miktarda kar elde ettik, şimdi karı ikinci plana atıp biraz da bölüşelim” diyemez; yani, sermayenin kendi içinde sosyal freni yoktur; bu bakımdan ileri görüşlü temsilcileri bulunsa da sermaye kör bir güçtür. Sendikacılık tarihi bize göstermiştir ki, pazarlık masası ve diyalog ortamı, sermayeden bağımsızlaşmış birleşik ve politikleşmiş bir işçi sınıfı hareketi vücut bulduğunda ancak işçinin kısa erimli çıkarları lehine sonuçlar vermiştir.
Bu konferansın bu yöndeki bir oluşuma katkı sunması dileklerimle konuşmama son verirken, hepinize saygılarımı sunarım.