Seçim atmosferi ülkeyi sardıkça, AKP’nin başını çektiği Liberal-Gerici Cephe ile Ulusalcı Cephe arasındaki çatışmanın dozajı giderek artıyor. Çatışmada her iki cephenin stratejisi ve kullandığı yöntemler farklı. AKP bu aralar büyük güçleri bağlamakla meşgul. Büyük sermayeyi, AB’yi, IMF’yi ve en fazla da ABD’yi arkasına almaya çalışıyor. ABD’nin İran’la diplomasi geliştirmeye yöneldiği bir eşikte, AKP Amerikan elçiliği […]
Seçim atmosferi ülkeyi sardıkça, AKP’nin başını çektiği Liberal-Gerici Cephe ile Ulusalcı Cephe arasındaki çatışmanın dozajı giderek artıyor. Çatışmada her iki cephenin stratejisi ve kullandığı yöntemler farklı.
AKP bu aralar büyük güçleri bağlamakla meşgul. Büyük sermayeyi, AB’yi, IMF’yi ve en fazla da ABD’yi arkasına almaya çalışıyor. ABD’nin İran’la diplomasi geliştirmeye yöneldiği bir eşikte, AKP Amerikan elçiliği olmanın gereklerini sektirmeden yerine getirdi. Ortadoğu sürecinde daha önceleri yaptığı gibi, bazı küçük cinlikler yapmaya kalkmadı. İran manevrasının ABD nezdindeki olumlu etkisinin sağladığı rahatlıkla, Kıbrıs konusunda itirazlarını kamuoyuna yansıtan Genelkurmay Başkanı’na ve Cumhurbaşkanı’na kükredi.
Kıbrıs sorununda dışarıda AB, içerdeyse Ulusalcı Cephe tarafından köşeye sıkıştırılan AKP, iki arada bir derede kalmıştı. Dışişleri Bakanlığı tarafından geliştirilen bir öneriyle (şartlı olarak bir havaalanı, bir liman açılması) AKP, AB ile gerilimi kısmen yumuşatmaya, hareketsizlik görüntüsünden kurtulmaya ve seçimlere kadar zaman kazanmaya çalıştı. Ancak bunu takiben, önce Büyükanıt’tan “Ordunun bu öneriden haberi olmadığı ve bu durumu kınadığı” doğrultusunda, diplomatik üsluba gerek duymayan, “harbi” bir açıklama geldi. Ardından Cumhurbaşkanı Sezer de kendisinin bilgilendirilmediği ve düşüncesinin sorulmadığını açıkladı. Ancak AKP’nin de durumu alttan alma niyetinin olmadığı anlaşıldı. Dışişleri Bakanlığı, devlet kurumlarının bilgilendirildiğini açıklarken, T. Erdoğan “ne yani, onlara mı soracaktık” diyerek gerilimi iyice tırmandırdı. TÜSİAD, AKP’nin yanında yer alırken, TOBB karşı cephede saf tuttu. Böylece yaşanan iktidar çatışması iç ve dış kamuoyunun gözleri önünde tüm çıplaklığıyla sergilendi. Belli ki, T. Erdoğan, İran’la ABD adına üstlendiği netameli aracılık rolünün getirdiği avantajın pervasızlılığıyla davranırken, içteki çatışmanın tırmanmasından pek fazla tedirginlik duymadı. Böylece AB açısından da güvenilir partnerin AKP olduğunu sergilemiş oldu. Sekiz müzakere başlığının dondurulmasıyla AB sürecinin tayin edici adımları seçim sonrasına ertelenirken, AKP emperyalistlere Kıbrıs konusunda esneyebileceğine ilişkin kritik aleni sinyali önden vermiş oldu.
Ulusalcı Cephe’nin ana politikası ise adım adım yükseltilen bir gerilim stratejisi. Bu gerilim stratejisinin ana başlıkları, laiklik, Kürt sorunu, AB, Kıbrıs gibi belirli konularda, halkçı özellikler taşımayan yaklaşımlarla AKP’nin köşeye sıkıştırılması; Kürt sorununda çatışma çizgisini yükselterek ordunun siyasette etkin inisiyatif alacağı bir alanın açılması ve toplumsal gerilimin milliyetçi motifler üzerinden artması; devlet politikası olarak sol muhalefetin sivri uçlarının törpülenmesiyle iyice boşalan muhalefet alanını doldurmak üzere ulusalcı-milliyetçi bir kitle hareketliliğinin yaratılması; bu potansiyeli parlamenter düzlemde temsil etmek üzere CHP-MHP ittifakının resmen ilan edilmesi.
Olaylara şöyle biraz daha geniş bir çerçeveden bakıldığında, Kasım başından itibaren bu çok boyutlu gerilim stratejisinin hızlanarak tırmandırıldığı, “laiklik vurgusuyla” bir kitle seferberliğini başlatıldığı görülecektir. 4 Kasım’da ADD ve ÇYDD’nin başını çektiği Ankara mitingini, kitlesel 10 Kasım Anıtkabir ziyareti ve aynı günlerde bizzat Büyükanıt eliyle organize edilerek, ulusalcı bir hezeyana dönüştürülmek istenen Ecevit’in cenazesi akılda kalanlar oldu.
Ardından, MHP kongresi vesilesiyle Baykal ve Bahçeli’nin karşılıklı paslaşmaları geldi. CHP-MHP ittifakının resmen ilan edilmesiyle birlikte, Ulusalcı Cephe’nin parlamenter kanadı da inşa edilmiş oldu. Son büyük atak da AB ve Kıbrıs konusundaki itirazların en üst düzeyden yapılmasıyla sağlandı.
Bu adımların yanı sıra, aynı süreçte gerilim stratejisi farklı çatışma düzlemlerinde de geliştirildi. PKK’nin ilan ettiği ateşkese rağmen, ordunun operasyonları son haftalarda artarak sürüyor. Yine asker ve gerilla cenazeleri gelmeye başladı. Daha şimdiden ölü sayısı 20’ye, yaralı sayısı ise 100 civarına ulaştı. Bu çizgiyle toplumdaki milliyetçi gerilimler beslenirken, ordunun manevra kabiliyeti ve inisiyatif gücü genişlemekte.
Kasım ayının başından itibaren, birçok ilde ve başta üniversitelerde faşist saldırılar aniden tırmanışa geçti. Elbette bu sürece özgü olarak, (CHP ile ittifaka hazırlandığı bir süreçte) MHP’nin esas olarak parlamenter düzeyi hedeflemesiyle beraber, MHP’nin muhalefeti olan Ümit Özdağ kanadı, BBP-Alperen Ocakları veya mafyatik çetelerin sokak siyasetinde oluşan boşluğu doldurmaya yönelmesi ve bu saldırılarla inisiyatif elde etmeye çalışması olasıdır. Son süreçteki saldırılarda birtakım sivil faşist odaklar, derin devlet tarafından yönlendirilmiş veya kendileri durumdan vazife çıkartmış olabilirler. Durum nasıl gelişmiş olursa olsun, bu saldırıların geneldeki gerilim stratejisinin bir parçası olmadığı anlamına gelmez. Aksine her biri ayrı ayrı planlı ya da plansız, oluşan genel atmosferin içinde, akan büyük ırmağı besleyen dereler olarak işlevlenmektedir.
Son olarak, devlet politikası haline gelen, toplumsal muhalefeti sindirmeye yönelik artan polis şiddeti. (Eylül ayındaki “MLKP operasyonu”nun ardından), İstanbul’un birçok semtinden başlatılan “Temel Haklar ve Özgürlükler Cephesine (HÖC)” yönelik operasyonları geldi: Onlarca dernek, işyeri ve ev baskınları, onlarca gözaltı ve tutuklama. Seçimler yaklaşırken zaten büyük bir fikri keşmekeş yaşayan toplumsal muhalefet, bir yandan katılımcılık adı altındaki “yönetişim” uygulamalarıyla yozlaştırmayla, diğer yandan da şiddet uygulamalarıyla güçsüzleştirilmeye çalışılmaktadır. Sol ya yozlaşmış bir elite ya da dar tepkisel zeminlere sıkıştırılmak istenmektedir. Böylelikle toplumsal muhalefetin halkçı, devrimci bir yönelime girerek, egemenler aralarındaki çatışmaya müdahale olanakları tamamen ortadan kaldırılmak istenmektedir.
Böylesi bir ortamda sol sadece fiziki varlık olarak değil, tanım olarak da ortadan kalkma tehlikesiyle yüz yüze. Toplumsal muhalefeti yönlendiren ana odaklar tam bir karmaşa içinde, sola ait olmayan ne varsa o taraflara doğru savrulmakta. Güçsüzlük ve yüksek politika yapma özlemi bir araya gelince, ortaya her tür belkemiksizlik ve pragmatizm çıkıyor. Liberalizmle, ulusalcılıkla, İslamla, AB ve ABD ile flört etme, ittifak yapma çabalarının altında bu gerçek yatmakta. Bu nedenledir ki, ortada herkesin kendince tanımladığı bir sol mevcut. Sokaktaki vatandaşın ise, kafasındaysa karmakarışık, çoğu kez “yardakçı ve yatakçı” görüntülü “marjinal” bir sol imajı mevcuttur.
Bu koşullarda yapılması gereken ilk şey, solun anlamını yeniden kavratacak bir içerik ve program tanımlamasıdır. Elbette bu kağıt üstünde olamaz. Bu tanımlama aslında herkesin birbirine karşıt şeyler söylediği ama durumu idare etmek için mecburen bir araya geldiği, yukardan ve ilkesiz seçim ittifaklarıyla da sağlanamaz. Aksine toplumsal muhalefetin ana odaklarında yaşanan dağınıklık, aşağıdan geliştirilecek bir mücadele zemininin enerjisini arkasına alan bir fikri yenilenmeyle aşılabilir. Her yerde “hak mücadeleleri” yükseltilmelidir. Halk kitleleri, bu hak mücadeleleri içinde solla yeniden tanışacaktır. Hak mücadeleleri üzerinden geliştirilecek bir “Halkın Hakları Bildirgesi” önümüzdeki dönemde solun tanımını bilince çıkaracak adımlardan birisi olacaktır.
Seçim sürecinde, kritik bir konuma yükselen ve hak mücadeleleri üzerinde
yükselecek olan solun ortak programını oluşturma çabası şu dört başlıkta ifadesini bulan asgari program üzerinden yürütülebilir :
1) Kamunun tasfiyesini durdurma mücadelesi 2) Bölgemizde Amerikancı savaş kışkırtıcılığına karşı “Ortadoğu halklarının barış ve kardeşlik” mücadelesi 3) Kürt sorununda ulusalcı-baskıcı ve Amerikancı-kamplaştırıcı politikalara karşı, halkların ortak barış ve özgürlük mücadelesi 4) Tüm sorunların çözüm zemini olarak halk demokrasisinin yükseltilme mücadelesi.
Önümüzdeki dönemde, yılbaşında yürürlüğe girecek olan GSS üzerinden sağlık alanında yeni bir mücadele dönemi başlarken, taşeron ve güvencesiz sağlık emekçilerinin hak ve örgütlenme mücadelelerinde yeni adımlar atılmalıdır. Eğitimin piyasalaştırılmasına karşı, ikinci dönemin başlamasıyla birlikte, mahallelerde velilerin para ödemeye karşı tepkileri “okullara ödenek” mücadelesine dönüştürülmeli. Kadroluların yanı sıra, ücretli-sözleşmeli öğretmenlerin “hak alma” mücadelelerini cisimleştirecek adımlar atılmalı. Liselilerin eğitimde piyasalaştırmaya, otoriterliğe ve yozlaşmaya karşı geliştirdikleri “Red Kampanyasının” tüm liselere yayılması hedeflenmeli. Üniversite gençliğinin “MP3” kampanyasıyla bilinçlere kazıdığı müşterileştirmeye ve piyasalaştırmaya karşı mücadele, üniversitelerdeki baskıları da püskürtecek yerel örneklerle yaygınlaştırılmalı. AKP’nin yeni vurgun alanına halkçı bir müdahale niteliği taşıyan “Barınma hakkı” mücadelelerini birleştirecek, günün koşullarına uygun yeni bir mücadele hattı tanımlanmalı ve yükseltilmeli. “Ucuz ve temiz enerji hakkı”, “ucuz ve güvenilir ulaşım/iletişim hakkı”, “doğaya saygılı, temiz bir çevre” ve “yaşanabilir bir kent” gibi kamusal hak mücadeleleri yoğunlaştırılmalıdır. Tarımdaki yıkıma karşı yoksul, küçük köylülerin biriken tepkilerini solla buluşturacak kanallar geliştirilmelidir. Kamunun tasfiyesini durdurma mücadelesi bu hak mücadeleleri üzerinden biçimlendirilmelidir. Kuşkusuz ilk aşamada bu zeminlerde hızlı ve kitlesel gelişmeler sağlanamayabilir. Zaten bugünün ihtiyacı bu zeminlerin öncü-örnek mücadelelerinin geliştirilmesidir.
Ortadoğu’da ABD’nin saldırgan sömürgeci politikaları teşhir edilmeli, her fırsatta Türk ve Kürt halkları arasında bu sömürgeci politikalardan çıkar sağlama üzerine kurulu sahte umut dağıtma hesaplarıyla halkları birbirine kırdırma politikaları boşa çıkarılmalıdır.
Türkiye’deki Kürt sorununun çözümü açık ki, Türk ve Kürt halklarının ortak çabasıyla sağlanabilecektir. Dolayısıyla ne Kürtlerin ne de Türklerin, “ben sorunu kendi çıkarıma göre çözerim, gerisi beni ilgilendirmez” diyebilme lüksü yoktur. Akılcı bir barış ve çözüm politikası, Türk ve Kürt halklarının ortak çıkarlarına dayandırılmalıdır. Bu ortak çıkarların, neo-liberal yeni sömürgecilik politikalarına karşı ortak kamusal hak mücadelelerinin yükseltilmesiyle karşılık bulacağını vurgulayan çabalar yoğunlaştırılmalıdır.
Tüm bu sorunların çözümü, yeni sömürgeciliğin baskıcı, faşist politikalarına karşı özgürlük mücadelelerinin halk demokrasisini kurmaya yönelmesinden geçecektir.
Bu sürecin bütünü, bir devrimci hareket yaratma mücadelesi olarak atılacak adımlarla bütünleşebildiği ölçüde başarıya ulaşma potansiyeline sahip olabilecektir.