‘Baba ve Piç’ kolay ve ‘hazla’ okunan bir roman. Teknik açıdan hemen hiçbir sorunu yok; edebiyat fakültelerinde öğrenilen modellere özellikle de “post-modern roman” tarzına uygun araçları başarıyla kullanabiliyor. Ayrıca, Baba ve Piç’in karakter haritası zengin, izleği de okuyucunun ilgisini koruyabilecek bir yetkinlikte. Yazarın dili kullanma becerisi üzerinde konuşmak zor. Çünkü, Baba ve Piç çeviri bir […]
‘Baba ve Piç’ kolay ve ‘hazla’ okunan bir roman. Teknik açıdan hemen hiçbir sorunu yok; edebiyat fakültelerinde öğrenilen modellere özellikle de “post-modern roman” tarzına uygun araçları başarıyla kullanabiliyor. Ayrıca, Baba ve Piç’in karakter haritası zengin, izleği de okuyucunun ilgisini koruyabilecek bir yetkinlikte. Yazarın dili kullanma becerisi üzerinde konuşmak zor. Çünkü, Baba ve Piç çeviri bir metin. Her ne kadar, çeviri metnin son hali üzerinde yazar da çevirmenle birlikte çalışmış olsa da, yapıt dünyaya İngilizce gelmiş. Bu dilin duyarlılıklarını, yapısal özelliklerini, geleneklerini hatta ideolojik kodlarını taşımadan edemez. Bu aşamada en fazla çevirmeninin başarısını vurgulayabiliriz. Bunun da azımsanacak bir şey olmadığını saptamadan geçmeyelim.
Baba ve Piç [1] teknik açıdan başarılı bir ürün. Ancak paradoks burada ki, bu başarı, onun bir sanat yapıtı olarak başarısızlığının da önemli nedenlerinden biri [2].
Modern sanat- Post-modern “estetik yöneticilik”[3]
Bu paradoksu çözümleyebilmek için, kısaca modern sanatla post-modern “estetik yöneticilik” arasındaki farkları kısaca anımsayabiliriz. Modern sanatın kaynağında “sanat için sanat” iddiasından bu yana, bir özgürlük/özgünlük kaygısı vardı. Yeni şekillenmeye başlayan burjuva birey, içine doğduğu feodal anlamlar sistemine (kral ve kilise) bağlı olarak çalışan, izleyicisine, bu sistem içindeki yerini öğreten, bağımlı sanatçıdan farklıdır. Onun çabası, artık benimsemediği anlamlar sisteminin dışında kalmak, konusu, kralların öyküleri, dini efsaneler değil “sıradan” bireylerin (orta sınıfın) arasından yükselmeye başlayan yeni “kahramanların” serüvenleridir. Modern sanat, verili düzenin kaygılarına ilgisiz, onlardan bağımsız / otonom kalmaya çalışan sanatçının bu “özgürleşme serüveninin sanatıdır”, “sanat sanat içindir”, bir siyasi ahlaki otoriteyi olumlamak, yüceltmek için değil!Ancak her şey değişir! Yeni yükselen sınıf iktidar olur, “araççı bir mantık” yerleşir. Sanatçı hem kendini, kendi sınıfına yabancı hissetmeye, hem de yeni bir efendinin, piyasanın egemenliği altına girdiğinin ayırtına varmaya başlar[4]. Artık otonomi sorunu yeniden gündemdedir. Şimdi otonomiyi korumanın yolu “sanat için sanat” ilkesinden, değil, bu yeni “efendiye” metalaşmaya, burjuva iktidarına, “araççı mantığına” karşı mücadele etmekten geçecektir[5]. Bu sırada, kapitalizm yeniden bir sıçrama yapmaya, bir küreselleşme aşamasına girmeye başlıyordu. Bu kez, bu sıçrama[6], ileri doğru bir sıçrama olarak değil, hem sıradan insan, hem de uygarlık için adeta bir “salto morte”, ölümcül sıçrama olarak algılanır. Metalaşmada, kentleşmede, doğanın tahribatında hızlanma, yaşam alanlarında “yaratıcı yıkım”, teknolojik devrim kısacası, zaman ve mekânda sıkışma, parçalanmışlık, baş dönmesi hissi, Hugo Hofmenstaal’in deyimiyle “her şey kayıyor” gerginliği yaratır. Artık sınıf mücadeleleri sertleşmiş, burjuva uygarlık kendi “mezar kazıcılarını yaratmış”, bireyin ve tabii ki sanatçının karşısına bu kez, yeni korkutucu bir “yaratık” kitle ve sınıf çıkmıştır.Bu noktada sanatçı bir ikilem içindedir: Bir taraftan, tüm bu karmaşa kaos ve parçalanmışlığı, hızlı değişimi tanımlamaya, içinde kalıcı, “esas” olanı bulmaya, anlamaya, ve aşmaya, tepki göstermeye, aynı zamanda kendi otonomisini korumak için piyasaya, metalaşma sürecine bağımlı hale gelmemeye çalışır. Kimi sanatçılar, parçalanmışlığı, yıkımı aşmaya, burjuva duyarlılıklardan kurtulmak için Avrupa kültürü mitolojisine, kapitalizm ve hatta feodalizm öncesine, kahramanlar çağının duyarlılıklarını canlandırma çabasına yönelirler. Diğerleriyse, tarih sahnesine çıkan yeni enerjiyi bir değişim, aşma aracı olarak görür ve benimser. Kısaca biri, geriye, kahraman bireye, “sağa” döner, diğeri yüzünü geleceğe, “sola” döner. Bu, aynı zamanda modernizme karakterini veren çelişkidir de. Ama, modernist sanatçıyı, her halükârda, parçalanmışlığı aşma, metalaşmaya direnme, bireyin otonomisini koruma sorunları belirler. Post-modern sanatçı da, bir başka hızlı metalaşma, teknolojik devrim, küreselleşme döneminde, benzer bir iklim içinde bulur kendini. Ancak, o bunu kabul eder, hatta tadını çıkarır, metalaşma sürecini (ki artık adı neo-liberalizm ve küreselleşmedir) yüceltir. Otonomi kaygısı yoktur onun, en fazla nihilisttir, ama pasif bir duruşu benimser: Sinik bir öznedir, o: “Biliyorum, ama yapmaya devam ediyorum”.Bunu belki de anlayışa karşılamak gerekir. O yine “anlamlar zincirinin” koptuğu bir dönemin ürünüdür. 1968-73 devrimci atılım, bozguna uğrayarak geri çekilmiş, Stalinist-Maoist “sosyalizmin”, cilası soyulmuş, kapitalizmle akrabalıkları gözlerden saklanamaz hale gelmiş, önce Çin’de sonra da Rusya uluslararası kapitalizmi benimsemeye başlamıştır. Metalaşma süreci artık göstergelerin alınıp satıldığı, en önemlisi, 1970’lerin “karşıt / “alternatif kültürünün”, devrimci mücadelenin göstergelerini, reklamlar dünyasının ironik oyunlarına alet eden[7], sinema, uydulara destekli TV kanalları, cep telefonları, İnternet… “gösteri toplumunu” tümüyle kapatmış, adeta, içinde uluslararası kapitalizmden başka bir şey bulunmayan bir kültürel fanus yaratmıştır. Sanatçı hem bunun içindedir, hem de çoğu kez ait olduğu orta sınıf, bu dönemin tüketim toplumuna (marka hiyerarşisine ve “rekabetçi tüketimine”) çok uluslu kapitalizmin küreselleşme ideolojisine, kredi sistemleri ve hizmet sektörü aracılığıyla mali sistemlerine, örümcek ağına düşmüş sinek gibi takılmıştır.Post-modern sanatçı, işte bu dünyayı benimsemiş, içinde yüzmeye karar vermiş bir sanatçıdır. Öyleyse ürünü kolay metalaşabilmeli, bunun için estetiği egemen sınıfın güncel kaygılarını, orta sınıfın ortak paydasında birleşen beğenileri yansıtmalı. değişim değerini güçlendirmelidir. Bunun yolu metaları satan göstergelerin izlerini, siyaset parçalarını taşımaktan, her eleştiriyi, sermayenin birikiminin önündeki engellerin eleştirisine, bireyin bedensel hazlarının yüceltilmesinin söylemine dönüştürmekten geçer. Tüm bunları seçerken de post-modern sanatçı, seçimini (bütünlüğü, evrenselliği, içeriği, anlamı o kadar yadsımasına karşın) toplumda anlamlar sistemini disiplin altına alan “bakışın” egemenliği altında gerçekleştirir. Artık o neo-liberaldir, küreselleşmecidir, Avrupa Birlikçidir, ya da Ilımlı İslam’ı benimseyecek, kısacası dönemin “ana göstergesi”, hatta farklı alanların “ana göstergeleri” neyse on(lar)a göre kimliğini şekillendirecek; bir şapkayı giyip öbürünü çıkaracak, ben değiştim diyecek, ama sistemin ufkunu, asla zorlamayacak, zorlamak isteyenleri küçümseyecek, kendisiyse, bu ana gösterge değiştikçe, bir kimlikten öbürüne sıçrayacak hep “güncel” kalmaya çaba gösterecektir. Kısacası, bu sanatçının paradigması artık özgürlük, otonomi değil, katılma ve oyun, en fazla ironidir. İşleviyse, görülmeyeni göstermek, üzerini açmak, karmaşa içindeki anlamı arayan yapıtı üretmek değil, medyada, “toplumda”, aslında sermayenin kültür endüstrisi içinde benimsenerek yüceltilen değerlerle, hazlarla, duyarlılıklarla beslenen bir “estetik yöneticilik” işlevini en iyi biçimde yerine getirmektir. İşte, son dönemde çok sözü edilen, Baba ve Piç de bu tarzın Türkiye’deki en başarılı ürünlerinden biridir.
Kolay ve ‘hazla’ okunan bir roman
Gerçekten de Baba ve Piç (bundan sonra BP) kolay ve ‘hazla’ okunan bir roman. BP’nin, teknik açıdan hemen hiçbir sorunu yok; edebiyat fakült
elerinde öğrenilen modellere özellikle de “post-modern roman” tarzına uygun araçları başarıyla kullanabiliyor. Ayrıca, BP’in karakter haritası zengin, izleği de okuyucunun ilgisini koruyabilecek bir yetkinlikte. Yazarın dili kullanma becerisi üzerinde konuşmak zor. Çünkü, BP çeviri bir metin. Her ne kadar, çeviri metnin son hali üzerinde yazar da çevirmenle birlikte çalışmış olsa da, yapıt dünyaya İngilizce gelmiş. Bu dilin duyarlılıklarını, yapısal özelliklerini, geleneklerini hatta ideolojik kodlarını taşımadan edemez. Bu aşamada en fazla çevirmeninin başarısını vurgulayabiliriz. Bunun da azımsanacak bir şey olmadığını saptamadan geçmeyelim. BP, okuyucusunu entelektüel, hatta ahlaki sorunlar açısından çok fazla zorlamıyor. Açıkçası çok fazla bir sadakat gerekmiyor BP’yi bitirmek için. Kitabın bölümleri kendi başına var olabilecek biçimde tasarlanmış, her birinin, kendi özgün bir havayla (‘mood’) ve tarzla başlıyor olması da okumayı kolaylaştırıyor.”Kuru Kayısı” bölümü, özellikle ilginç; diğer bölümlere göre ayrı bir estetik yoğunluğa sahip. Bu başarıda, bölümün, Dylan Thomas’ın Under Milk Wood adlı yapıtının giriş bölümündeki ruh hali ve araçlar kullanılarak tasarlanmış ve inşa edilmiş olmasının büyük katkısı var.
Orta sınıf duyarlılıklarının olmayan dünyası
Kolay ve ‘hazla’ okunabilirliğinin kaynağında, BP’in içinde yaratılan, orta sınıf duyarlılıklarına, istikrar, süreklilik ve “tarihsel kökler” özlemlerine hitabeden simgelerle kurulmuş ortamlar var: Bu duyarlıkların beğenilerine uygun nesnelerle tıka basa doldurulmuş odalar, mutfaklar, geleneksel yemeklerle bezenmiş masalarda yenen akşam yemekleri, ilk gördüğünüzde belki önemsemeyeceğiniz ama, aslında piyano çalan ve neredeyse aristokrat bir yaşlı nine, yıllar geçse de dış dünyadan etkilenmeden var olabilen bir konak yaşamı… Belli bir zaman ve mekânda var olan değil, “ah keşke böyle olsa” diyerek özlemle ve özenle, biraz da “Old curiosity shop” kartpostalları örnek alınarak düşlenmiş, bir realite karşısında olduğunuzu düşünüyorsunuz ister istemez. Dahası bu realite bize, son yıllarda, özellikle de 1980’den sonra, Türkiye’de neo-liberal dönemin, çok uluslu kapitalizmin ürünü, gittikçe daha çok yabancı dilden sözcüklerle konuşan, ama 2000’den bu yana aşınmaya başlayan orta sınıfın, ruh halini oluşturan ılımlı İslam ideolojisinin düşünsel dünyasının bileşenleriyle, toplum projesinin savlarıyla boyanarak, yumuşatılarak, ısıtılarak sunuluyor. Bu eski konakta, üç kuşak kadın, cinleriyle konuşan bir teyze, Kemalist, tatminsiz, bu yüzden otoriter bir teyze, “özgür kadın” anne birlikte ve uyum içinde, Asya gibi nihilist anarşist ve büyük olasılıkla “junky” bir kızı bile fazla sorun etmeden, krize yol açmadan yaşayabiliyor. Bu bağlamda BP’in okuyucudan, bu radikal olarak farklı öznelliklerin (ve ait oldukları realitelerin) bir arada parçalı bir biçimde, bir bütün oluşturmadan ama, şizofrenik bir kâbusa dönüşmeden, var olabileceğini, bunun nasıl gerçekleşebileceğine ilişkin hiç bir açıklamaya gerek duymadan kabul etmesini istiyor. Benzer bir orta sınıf ortamını, onun aile yaşamının sözde sıcaklığını, tarihin nesneler yoluyla odalarda (“içerilerde”) temsil edilen izlerini, Atlantiğin öte yakasındaki Ermeni diasporası içinde de bulabiliyoruz. BP’de, orta sınıf “içerilerinin”, soğukluğu, boğucu kapalılığı, küf kokan ahlakçılığından ise eser yok. Biz romanı her aşamada bu imajların pamuklarına sarılarak, adeta eter gibi ağır havasını koklayarak rehavet, bundan doğan hazlar içinde izlemeye davet ediliyoruz. Orhan Pamuk’un, “karakterlerini hiç sevmeyen tanrı” yazarına karşılık, Elif Şafak’ın karakterlerini fazlaca sevdiği, adeta onlarla bizi yüz göz edecek kadar yakın ilişkilere zorladığı söylenebilir.
Öteki
“Öteki”, BP’in önemli temalarından biri. Bu, farklı olanların birbirlerinin farklarını kabul ederek yaşamaları gerektiğine ilişkin saptamanın, yine bize sahte bir “iyimserliğe” davet ettiği söylenebilir. Gerçekte ‘öteki’, her öznellik toplumsal olarak yapılandırılmış olduğu için, gerçekte bir ‘birey’ değil, toplumsal gerçeklik, “sembolik sistem” ya da “büyük öteki” tarafından içi doldurulmuş bir öznedir. Kapitalist-işçi, sömürgeci-sömüren, Batılı-Doğulu, ezen-ezilen, Ermeni-Türk, kadın-erkek vb… Bunları bu parçalanmışlık içinde, siyasi ekonomik kriz ortamında, bir arada, barış içinde acaba ne yaşatabilir? BP’in önemli unsuru da “Babanın yokluğu” temasıdır [8]. İyi, kabul edilebilir babalar ölmüş, “müstehcen” (tecavüzcü) baba da ölecektir. Ama ilginçtir, ötekinin tekilliğini, “büyük ötekinin yokluğunu” ve realitenin (anlamlar sisteminin) parçalanmışlığını, bir post-modern romanla karşı karşıya olduğumuzu varsayarak, kabul etmeye hazırlanırken, aslında bir, hatta birden fazla “baba”nın olduğunun ayırdına varmaya başlıyoruz. En az iki “Baba”, ya da anlamlar sistemiyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Bunlardan biri, Ilımlı İslam, diğeri de Ermeni sorununa ilişkin bir tarih yorumu.Örneğin, BP’in, Post-modern roman tarzından, parçalamaya başladığı evreni sonunda bütünleştirerek, barıştırarak ayrıldığını (kaçtığını?) görüyoruz. Üstelik bu BP’in tek sadakatsizliği de değil. Roman, tanrının verdiğiyle (yağmurla) bir tartışma içinde ve bir “müstehcen babanın” verdiğinden kurtulma (kürtaj) niyetiyle başlar. Romanın sonuna geldiğimizde, “müstehcen baba ölmüş”, düzen kurulmuş, bu nedenle de artık, başlangıçta kaos ve huzursuzluk getiren yağmur, bu kez huzur ve dinginlik getirmektedir. Burada ister istemez aklınıza David Harvey’in “Post-modern theological project” dediği durum ve bunun Ilımlı İslam’la akrabalığı gelir: “Aklın gücünü yadsımadan tanrının hakikatini yeniden olumlamak” [9].Diğer taraftan, BP, okuyucudan “ötekine” göstermesini beklediği anlayışı, göstermeye niyetli de değil. BP’in olumladığı anlamlar sistemine uymayanlar için örneğin Asya için, yazarın layık gördüğü en önemli özellik nihilizmdir, pasif bir nihilizm. İkincisi Asya, ne babasını ne de geçmişini bilmek istememektedir. Bu da “acaba, BP, Ermeni sorununa ilişkin tartışmayı, modern Cumhuriyetin mahkûm edilmesine doğru mu evrimleştirmek istiyor?” sorusunu gündeme getirir. Modern Cumhuriyet en az iki kez daha mahkûm edilir BP’de. Birincisi bayrak satarak zengin olanlar, ikincisi de Cafe Kundera’dakilerin “anlamsızlığı” bağlamında. Sakın, aslında olmaması gereken, olması bir anomali, hata olarak görülen ve keşke silebilseydik/öldürebilseydik diye düşünülen “Baba”, Ilımlı İslam’ın nefret nesnesi, ‘Cumhuriyet’ olmasın?
Estetik yöneticilik
Gerek orta sınıf “içerilerini” kurarken bir araya getirdiği objelerle, gerek sık sık yarattığı rehavet ortamıyla, gerekse de artık günümüz orta sınıf mitolojilerinin, fantezilerinin (mekânlar ve kültürler arası uzaklıkları eriten, diyaloglara olanak sağlayan, ötekini tanımanın yeni bir aracı olduğu, en önemlisi siyasal devrimi gereksinimini ortadan kaldırdığı varsayılan teknolojik devrim) kaynağı İnternet ve cep telefonu aracılığıyla yaratılan “chat room”larla, BP karşımıza başarılı bir “estetik yöneticilik” örneği olarak çıkıyor.BP, bizi, kapağındaki resimle erotik bir deney, en az dört tartışma, eleştiri alanı vaat ediyor. BP’nin bu vaatlerini yerine getirebildiği söylenemez[10]. Birincisi, BP verili orta sınıf beğenilerini eleştirmek, ‘klişeleri’ yıkmak, en azından “üzerini açmak” yerine pekiştiriyor. Bence BP “kitch”e en çok bu “içerileri” betimlerken yaklaşıyo
r. BP daha baştan bize, “ben şimdi sizin huzur alanınıza gireceğim, sarsacağım, tarihle yüzleştireceğim, ‘yüce’ olanla ‘müstehcen’ olanı yan yana getireceğim, skandallar yaratacağım” gibi bir edayla başlıyor. Ancak, roman ilerledikçe Ermeni sorunuyla ilgili tartışmanın giderek “orta yola” yerleşmeye başladığını, nihayet “iki taraf da değişmelidir” gibi bir bayağılıkla sonuçlandığını görüyoruz. Yazar burada ne Ermenilerin, ne de Türklerin savlarını karşısına almaya cesaret edemiyor. İki kez karşımıza çıkan, özgür kadının özgürlüğü ve ateizmiyse, aslında onun erotik boyutu güçlü kişisel tarzıyla, tanrıya olan bir kızgınlığına indirgeniyor. Acaba yazar böylece ataerkil topluma baş kaldırının sınırlarını, ateizmin olanaksızlığını mı vurgulamış oluyor? Ötekini kabul etme çağrısı sanırım, söz ateiste gelince pek bir anlam ifade etmiyor. Tam, BP, toplumsal eleştiriye yöneliyor, estetik yöneticilikten uzaklaşıyor derken, ülkenin Avant-Garde’ının sahte milliyetçilerden, alkolik ve sadakatsiz karikatüristlerden, yeteneksiz şairlerden, nihilist, şaşkın kızlardan oluştuğunu, tam anlamıyla bir varoluşçu çıkmazda, anlamsızlıkta (Cafe Kundera) çürüdüğünü öğreniyor, orta sınıf önyargılarının bir kez daha pekiştirildiğine şahit oluyoruz. Bir kadının aykırılığı ise, mini etek giymeye, bolca makyaj yapmaya, dövmecilik gibi “garip” bir işle uğraşmaya, aykırılık olasılığının orta sınıf eksantrikliğine hapsedildiğini görüyoruz. Konaktaki değişmezlik sayesinde zaman, durdurulduktan sonra, gelecek zaman, her türlü etnik ve dini farklılıkların bir arada yaşamayı başarabileceğini (sınıf çelişkileri, uluslararası jeopolitiğin dinamikleri tümüyle göz ardı edilerek) kanıtlayan sıcak fantezi dünyasına dönüştürülüyor. Yazarın, Amerika’dan gelen kıza, Amerikalı, “ötekine” göstermek istediği Türkiye de sanırım bu.Kitabın sonunda, tecavüzcü cezasını bulmuş, çok kültürlü ve dingin bir aşk zaferini ilan etmiş, insanın içini ısıtmak için, alet çantasında ne kadar araç varsa harekete geçirilmiş, okuyucu biraz hüzünlü, biraz da rahatlamış bir ruh halinde romanı terk etmeye, günlük yaşamına dönmeye hazır hale getirilmiştir.Bir karşı çıkış, “havasının” olduğu şeyler ise egemen düşünce sistemi ve “statüko” değil, bu gün bu statükoya uyum sağlayamayan, hâlâ direnmeye çalışan, biçimlerdir. Böylece BP’in, neo-liberalizm üzerinde oluşan düzeni, ona eklemlenen ılımlı İslam projesini ve Osmanlı özlemini pekiştirdiği, sistemin bir ideolojik aygıtı olarak işlediği görülüyor. Baba ve Piç, yaptığı her hamlede, yarı yoldan dönmüş, ana-akıma yerleşmeyi, onun sıcaklığını yaşam alanı edinmeyi seçmiş bir yapıt… Bizi zıplatan, irkilten, değil, onu okuduğumuz koltuğa biraz daha gevşeyerek, rahatlayarak yerleşmemize yardımcı olan bir çalışma, estetik bir yöneticilik başarısı, Baba ve Piç.
Notlar:
(1) Elif Şafak, Baba ve Piç, Metis Yayınları, İstanbul, 2005/ 3. basım 2006, 376 sf.(2) “Sanat yapıtı her zaman zor ve haz alınmadan okunan bir üründür” demek istemiyorum. Baba ve Piç’de bu kolaylığı ve haz almayı sağlayan unsurlar, aynı zamanda romanın bir sanat yapıtı olarak başarısızlığını hazırlıyorlar, sorun da burada.(3) Bu kavram Donald Kuspit’e ait(Redeeming Art, Allworth Press, New York, 2000, sf, 134-154) ama esas kaynağı için: Bernd Schmitt and Alex Simonson Marketing Aesthetics – The Strategic Management of Brands, Identity and Image, Free Press, New York, 1997. (4) Bu sürece ilişkin ayrıntılı bir çözümleme için: Pierre Bourdieu, Les Règles de L’ Art, Edition Seuil, Paris, 1992.(5) Bu konudaki düşüncelerimi bir başka yerde (Köpeğin Ahlakı, Gri yayınları, 2005) tartıştığım için, özetlemekle yetineceğim.(6) Günümüzdeki küreselleşmeden farklı olarak… (7) Joseph Heath ve Andrew Potter, The Rebel Sell: How the Counter Culture Became Consumer Culture, Capstone, 2005.(8) Bir konuşmamızda Nihat Ateş dikkatimi, böyle bir baba sorununun Tanzimat romanının da önemli bir teması olduğuna çekmişti. Her iki dönemde de, “ulusal alanda ötekinin (emperyalizmin) iradesinin (Franz Fanon), hâkim olmaya, ulusal kimliğin/babanın fallusunu kaybetmeye başlaması bu paralelliğin nedeni olabilir mi?(9) Harvey, D. The Condition of Postmodernity, Blackwell, 2000, sf 41.(10) Gerçi, kapaktaki resimden, nar biçimindeki broşun öyküsünden ve tecavüzden hareketle ilginç bir psikanalitik geziye çıkmak olanaklı diye düşünüyorum ama bu başka bir yazının konusu.
Cumhuriyet Kitap Eki