Türkçe Monthly Review Nisan 2006 sayısından alınmıştır Stephen Jay Gould’un İnsanın Yanlış Ölçümü Kitabının Yirmi Beşinci Yıldönümü Anısına Düşünceler Özet: Gould’dan öğrenebileceğimiz en önemli derslerden birisi, ne dünyanın nesnel bilgisini arama idealini reddetmemiz, ne de bilimcilerin, doğanın toplumsal önyargılar tarafından lekelenmemiş hakikatlerini nakleden nesnel bir tarzda çalıştıklarını varsaymamız gerektiğidir. Hiç birimiz sahiden nesnel olamayacak olsak […]
Türkçe Monthly Review Nisan 2006 sayısından alınmıştır
Stephen Jay Gould’un İnsanın Yanlış Ölçümü Kitabının Yirmi Beşinci Yıldönümü Anısına Düşünceler
Özet: Gould’dan öğrenebileceğimiz en önemli derslerden birisi, ne dünyanın nesnel bilgisini arama idealini reddetmemiz, ne de bilimcilerin, doğanın toplumsal önyargılar tarafından lekelenmemiş hakikatlerini nakleden nesnel bir tarzda çalıştıklarını varsaymamız gerektiğidir. Hiç birimiz sahiden nesnel olamayacak olsak da, kendi önyargılarımızı kabul ederek ve incelikli, kendimize yönelik bir öz-eleştiriyle meşgul olarak, bu ideale doğru kürek çekebiliriz. Bu uğraş içinde, dünyayla ve başka insanların yanlılıklarıyla olduğu kadar kendi yanlılıklarımızla da yüz yüze gelme sürecinin içine gömülürüz. Gould, kitabının orijinal baskısını, maske düşürmenin kendisinin pozitif bilim olarak hizmet verebileceği teziyle bitiriyordu. Araştırmacıların yaptıkları hatalarla ilgili çalışmalardan çok şey öğrenebiliriz. Tezin ve karşı-tezin diyalektiği bilginin ilerlemesinde merkezi bir yere sahiptir. Bilimsel düzen ekonomik seçkinlerin endişelerine sempati besleyenlerin hakimiyeti altında olmaya devam ettiği için, hatalı araştırmaların maskesinin düşürülmesi solun entelektüel gündeminin merkezi bir parçası olmalıdır. Radikaller, Sokal’ın sergilediği anti-entelektüalizme yuvarlanmamalıdırlar; haklı bir davanın hizmetine koşan entelektüel namussuzluk ve son moda saçmalık, yine de namussuzluk ve saçmalıktır. Aklın reddiyesi yalnızca, solun hakikatin gücüyle konuşma yeteneğinin altını oymaya hizmet edebilir. Sosyalizmin, orada, akla yönelik bir yükümlülük olmaya ve sağ tarafından durmaksızın seferber edilen yavan dogmayla ve habis ideolojiyle kavgaya tutuşmaya devam ettiği Marks’ın entelektüel geleneğine sadık kalınması, verilecek olan hizmetlerin en iyisi olacaktır. Gould’un çalışması, aklın ışığının adaletsizliği ve eşitsizliği kalıcı kılmak isteyenlerin hatalı iddialarını nasıl çırılçıplak hale getirebileceğinin ve bizleri de nasıl, içinde yaşadığımız ve mücadele ettiğimiz maddi dünyaya dair daha iyi bir kavrayışa yöneltebileceğinin bir örneği olarak hizmet etmektedir.
Fizikçi Alan Sokal, “Transgressing the Boundaries: Toward a Transformative Hermeneutics of Quantum Gravity” (“Sınırları Aşmak: Kuantum Çekiminin Dönüştürücü Hermenotiğine Doğru”) isimli makalesini, sol eğilimli bir kültürel çalışmalar dergisi olan Social Text’e verdiği zaman, akademik solda yer alan post-modernistler ve anti-bilimci akademisyenler için bir tuzak kurmuştu. Tuzak, derginin makaleyi 1996 ilkbahar/yaz sayısında gönülsüzce basmasından sonra ok gibi yayından fırladı. Makale, akademinin bazı kesimlerinde yaygın bir hal alan ve kelime oyunları ile safsatayı, aklın ve kanıtların yerine koyan akademisyenlik tarzının gülünç bir taklidini amaçlıyordu. Sokal, çeşitli yanlış beyanları, mantıksız tezleri, anlaşılmaz cümleleri ve aralarında, aslında sahici bir dünyanın varolmadığı ve bütün bilimin yalnızca sosyal bir yapıntı olduğu iddiasının da bulunduğu saçma, desteksiz açıklamaları makalesine kasten dahil etmişti. Makaleyi Social Text editörlerinin herhangi bir ciddi entelektüel standarda sahip olup olmadıklarını sınamak üzere sunmuştu. Sınavdan kaldılar ve skandal, Sokal’ın bir efsane haline gelmesini garanti altına aldı.1
Akademik solda yer alan bazı mekteplilerin materyalizmi terk edip, içinde hiçbir nesnel gerçekliğin mevcut olmadığı ve herhangi bir olgusal iddianın da, ancak bir diğeri kadar anlamlı olduğu post-modern bir harikalar diyarına doğru doludizgin yol aldıklarını söylemek acı da olsa, gerçektir. Bu cinsten akademisyenler maruz kaldıkları eleştirileri hak etmektedirler ve hiç kimse, kendisi de Sandinista hükümeti döneminde Nikaragua’daki Ulusal Üniversite’de matematik eğitimi vermiş bir solcu olan Sokal’ı, bu kişileri entelektüel sahtekarlar olarak teşhir ettiği için suçlayamaz. Ancak, Sokal vakasından doğan yanlış anlamaların bir tanesi, sola hakim olanın anti-entelektüalizm olduğu ve sonuç olarak da sağın, aklın savunucusu olduğudur. Hiçbir şey hakikatten bu kadar uzak olamaz.
Marks Aydınlanmaya karşı derin bir entelektüel bağlılık içindeydi ve onun tarihsel materyalizmi de, Sokal ve diğerlerinin eleştirdiği içi boş latifelerle mistik saçmalıkların temelden karşısındadır. Marks bilimin, daha iyi bir dünya kavrayışının bir aracı olarak hizmet gördüğünü kabul etti. Ancak, kapitalizm altındaki toplumsal ilişkilerin ve üretim koşullarının bilimin elini kolunu bağladığını da gördü. Marks, “Fransa’da İç Savaş”ta, devrimci mücadelenin ve yeni bir toplum çalışmasının bir bölümünün “bilimi, sınıf egemenliğinin bir aracı olmaktan çıkartıp halkın sahip olduğu güçlerden birisi haline dönüştürmek”, bilimcileri ise “düşüncenin özgür taşıyıcıları” haline getirmek olduğunu belirtir. Yirminci yüzyıl boyunca solda yer alan bazı kimseler felsefi idealizme doğru meyletmiş olmakla birlikte, hareketin içindeki Marksistler genelde sebatkar materyalistler/gerçekçiler olmayı sürdürdüler. Eleştirel materyalizm (ya da eleştirel gerçekçilik) Noam Chomsky, Albert Einstein, Richard Levins, Richard Lewontin, Philip Morrison ve aralarında Monthly Review için yazılar yazan bilimcilerin ve düşünürlerin de bulunduğu, bugünkü ve eski MR editörleri gibi birçok radikal entelektüel tarafından korunup ilerletildi. Aslında, Monthly Review Press, Sokal skandalının tam hızla sürüp gittiği dönemde (o zaman MR ortak-editörü olan) Ellen Meiksins Wood ve (MR’nin şimdiki ortak-editörü) John Bellamy Foster tarafından derlenen In Defense of History: Marxism and the Postmodern Agenda (Tarihi Savunurken: Marksizm ve Post-modern Gündem) isimli bir kitap da yayınladı ve bu ciltte yer alan makaleler, Sokal ve destekçileri tarafından geliştirilmiş olanlarla aynı post-modernizm eleştirilerinin birçoğunu ortaya koydular.
O halde, solun gayrı-bilimsel eğilimlerle tanınması üzücü bir ironidir. Sağ, önemli ölçüde, gayrı-bilimsel bir temele dayanır. Bu durum, Hıristiyan kökten dinciler tarafından tezgahlanan, örneğin oxymoronik [anlamı kuvvetlendirmek üzere zıt kelimelerin bir araya getirilmesi; ç.n.] bir biçimde “yaratılış bilimi” olarak adlandırılan salaklıklar ve aynı nesilden türeyen “zeka-tasarım” tezi açısından da geçerlidir. Burjuva ideolojisi uzunca bir zamandır materyalizmi ve aklı inkar eden mistik ve obskürantist [bilmesinlerci, karanlıkçı; ç.n.] doktrinlere odaklanıyor. Marks, egemen sınıfın hizmetindeki bilime yönelttiği eleştirisinde, toplumsal ve doğal dünya hakkındaki olgusal değerlendirmelerimizi ideolojiye dayandırmayı değil, bunun oldukça tersi bir durumu savunmuştu. Marks insanın yanılabilirliğinin pekala farkındaydı ve tıpkı Francis Bacon ve modern bilimsel düşüncenin temellerini oluşturan diğer akademisyenler gibi, bu yanılabilirliği alt edebilmek üzere nesnel dünya hakkındaki algılarımızı kaçınılmaz biçimde çarpıtabilecek olan toplumsal ve psikolojik öğeleri net bir biçimde anlamamız gerektiğini ileri sürdü. Ancak, Marks, burjuva bilimcilerin tersine, toplumsal konumumuzun gerçekliği algılayışımız üzerindeki etkilerine ve iktidardakilerin toplumsal ve doğal fenomenler karşısındaki kavrayışımızı çarpıtma yeteneklerine işaret etti. Marks, Alman İdeolojisi’nde, şöyle belirtiyordu: “Toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda onun egemen entelektüel gücüdür de.” Marks daha nesnel olmak için, kapitalist toplum tarafından bize dayatılan ideolojik perdelerin arasından bakmak zorunda olduğumuzu savunuyordu. Bu damar dahilinde M
arks’ın bakış açısına sadık kalan radikal entelektüeller, bilimsel teorilere, benimsemekte olduğumuz siyasete uyma fermanları yağdırmazlar, tersine, siyasetin (tipik olarak da egemen sınıfın siyasetinin) bilimsel teorilere vurduğu damgayı fark etmek ve dünyayı, içinde olduğumuz toplumsal bağlam tarafından dayatılan çarpılmalara karşın açık seçik bir biçimde görmeye gayret göstermek üzere, daha da büyük bir uyanıklık sergilememiz gerektiğinde ısrar ederler.
Marks geleneğinin en seçkin temsilcilerinden, paleonteolog, evrim teorisyeni ve diyalektik bilimcisi yaşlı Stephen Jay Gould, çeyrek yüzyıl önce, 1981’de çığır açan kitabı The Mismeasure of Man’in (İnsanın Yanlış Ölçümü) ilk baskısını yayınladı.2 Gould, bireyleri varsayılmış olan kalıtsal bir tek boyutlu zeka değer ölçeği üzerinden sınıflandıran sağcı (psedo) bilimin taş üstünde taş bırakmayan bir eleştirisini sunar. İronik bir biçimde, bu çalışmanın gözden geçirilmiş baskısı, Richard Herrstein ve Charles Murray’ın The Bell Curve (Çan Eğrisi: Amerikan Yaşamında Zeka ve Sınıf Yapısı) kitabının maskesini düşüren birçok makaleyle beraber, Sokal’ın Social Text’deki makalesiyle aynı yıl basıldı. Böylece de bilim kılığında üstü hafifçe örtülen sağcı ideolojiye karşı çıkarak, gerçekçiliğe, nesnelliğe ve akla bağlı eleştirel bilimin, sürüp gitmekte olan önemini sergiledi.
Gould’un yaptığı analizin gücü parçalar üzerine odaklanmasına dayanır. Gould, toplumsal eşitsizlikleri meşrulaştırmayı amaçlayan tüm “bilimsel” çabaların bir büyük eleştirisine girişmek yerine, özgün bir teoriler ve ampirik iddialar dizisinin altında yatan hataları inceden inceye değerlendirir. “İnsanın Yanlış Ölçümü, insan gruplarının sınıflandırılmasına dair belirli bir nicel iddia biçimini: zekanın tüm insanları içkin ve değiştirilemez bir çizgisel akli değer ölçeği üzerinde sıralama yeteneğine sahip tek bir sayı olarak anlamlı bir biçimde soyutlanabileceği tezini ele alır.”(20); bu, “çoğunlukla, belirli bir akli sınama tarzının özel bir yorumu ile desteklenen özgün bir zeka teorisinin; üniter, genetik temelli, değiştirilemez zeka teorisinin eleştirisidir” (40). Bu yaklaşım Gould’un sahip olduğu tarzın simgesidir: Aklına takılan büyük soruları soyut ve genel bir biçimde çözümlemeye çalışmaz, tersine, özel vakaların sahip oldukları ayrıntıların dikkatli bir analizi aracılığıyla bu soruların içine sızar; ki burada da bunu, bu cinsten bir biyolojik determinizmin tarihsel başlatıcılarının çalışmalarını inceleyerek gerçekleştirmiştir.
Güçlü bir biçimde yaptığı bu vurgu, Çan Eğrisi gibi çalışmaların arkasında yatan araştırma geleneğini yerle bir ederek, eleştirisini daha da yıkıcı hale getirir. Eleştiri süreci içinde, düzgün bir biçimde uygulamaya konulan solcu bilimin gücünü de sergiler. İşe, birtakım olgusal iddiaları, ima ettikleri politik sonuçlardan duyduğu hoşnutsuzluk nedeniyle inkar ederek başlamaz. Tersine, olgusal iddiaların, ideolojiye dayalı bir biçimde değil, akla ve kanıta dayalı bir biçimde incelenmesi gerektiğini kabul ederek, insani eşitsizliğin tabiatı ile ilgili özgün iddialarla, bu cinsten iddiaları desteklemek üzere kullanılan kanıtların altında yatan akıl yürütme biçimine dair bir analiz geliştirir. Bu yol sayesinde de, eleştirel geleneğin önsezilerinin, kendisini, bilimsel teorilerin içine gömülü olan egemen-sınıf ideolojisi örnekleri konusunda uyarmasına izin verir, ama sol ideolojinin ampirik sorulara yanıtlar dikte etmesini beklemez. Gould, ideolojik aidiyetlerimiz ve entelektüel sadakatlerimizin bizleri, sormamız gereken sorular konusunda uyardığını, ama bunların bu sorulara yanıt vermediğini dikkate alır. Bu yanıtları yalnızca akla dayalı bilim verebilir.
Burada İnsanın Yanlış Ölçümü kitabının, egemen seçkinlerin sahip oldukları fikirlerin bir zamanlar hakim olan toplumsal eşitsizlikleri meşrulaştırmak üzere kullanılan bilimsel teorilerin içine nasıl gömülü oldukları hakkındaki; ve egemen sınıf dogmasının, güya nesnel olması gereken araştırmalar dahilindeki yalancı belirtilerine nasıl bakmak gerektiği hakkındaki bazı kilit derslerinin kısa bir özetini sunuyoruz. Seçkinlerin araştırma bulgularını kendi ideolojilerini doğrulamak üzere biçimlendirmelerindeki en kaba saba yöntem, kasıtlı veri imalatıdır ki, bu görev akademiye, toplumsal avantajlara sahip arka planlardan gelen insanların hakim olmaları olgusu nedeniyle, daha da kolaylaşmaktadır. Ama, Gould’un da gösterdiği gibi, gerici ideolojinin sinsi etkileri çalışmaya birkaç yolla nüfuz eder.
Apaçık akademik sahtekarlık güya yaygın olmamakla birlikte, zekanın büyük oranda kalıtsal olduğu ve toplumsal çevrenin, bireylerin yetenekleri üzerinde çok küçük bir etkiye sahip olduğu iddiasını desteklemek için kullanılan temel çalışmalardan birisi, mamul verilere dayanmıştır. Gould, doğum sonrasında birbirlerinden ayrılan ve ayrı ayrı yetiştirilen elli üç tek yumurta ikizinin IQ analizlerini bildiren ve etkili bir Britanyalı eğitim psikologu olan Sir Cyril Burt’ün (1883-1971) çokça bilinen öyküsünü yeniden anlatır. Geliştirdiği analiz, ikizlerin IQ skorları arasında yüksek bir korelasyon bulmuştu ve bu da kendisinin IQ’nun çevre tarafından fazlaca etkilenmediği yolundaki yaygın basmakalıp iddiasının temelini oluşturuyordu. Aslında Arthur Jensen, 1969 tarihinde Harvard Educational Review’da yayınlanan dillere düşmüş makalesinde, Burt’un geliştirdiği analizi, Birleşik Devletler’deki siyahlarla beyazlar arasındaki zeka farklarının doğuştan gelme ve ortadan kaldırılamaz olduğu biçimindeki kendi tezini desteklemek üzere kullandı. Princetonlu psikolog Leon Kamin ve London Sunday Times’ın tıp muhabiri Oliver Gille tarafından 1970 yılında yapılan araştırmaların gösterdiği gibi, Burt, sadece verilerini imal etmekle kalmamış, iki de “işbirlikçi” imal etmişti.
Kasıtlı sahtekarlık elbette, araştırmayı, politik gündemi desteklemek üzere arkadan yönetmenin en bariz yöntemidir. Daha da ilginç ve muhtemelen daha da yaygın olan yöntemse, araştırmacıların bilinçsiz yanlılığından ileri gelen çarpılmalardır. Bir kez daha, araştırma bulgularının bu şekilde arkadan yönetilmesi egemen sınıf ideolojisinin sürüp gitmesine hizmet eder çünkü araştırma çoğunlukla toplumsal seçkinlere yaltaklanan bilimciler tarafından yürütülür. Bu cinsten bir yanlılığın ilginç bir örneği, on dokuzuncu yüzyılın pratisyen bir kraniyometri uzmanından; yani insan kafatasını ölçmeye odaklanan bir uzmanlık alanında yer alan Samuel George Morton’dan alınabilir. Morton, ırklar arasındaki kraniyal kapasite farklılıkları konusunda yaptığı çalışmalarının, beyazların diğer ırklardan gelen insanlardan, özellikle de Afrikalı atalara sahip olan insanlardan daha büyük beyinlere sahip olduklarını gösterdiğini iddia ediyordu. Bu da doğal olarak beyazların diğer ırkları yönetmekle görevlendirilmiş oldukları yolundaki görüşe tam olarak uyuyor ve kölelikle, diğer ırksal eşitsizlik kurumlarını meşrulaştırmaya hizmet ediyordu.
Verilerin analizindeki bilinçsiz yanlılık potansiyelinin farkında olan Gould, Morton’un bildirdiği istatistikleri itibari değerleri üzerinden dikkate almadı, ama tersine (Morton’un inanç dolu bir biçimde yayınladığı) ham verileri kendisi yeniden analiz etti. Gould şöyle belirtmektedir:
Morton’un [istatiksel] özetleri önsel [a priori] inanışları kontrol etmeye karşı duyulan açık seçik bir ilginin, hile ve sahtekarlıklarından oluşan bir yamalı bohçasıdır. Yine de; ki işin en ilgi çekici yanı da burasıdır; hiçbir bilinçli sahtekarlık kanıtı bulmuş değilim
; aslında, Morton bilinçli bir dolandırıcı olsaydı, verilerini böylesine açıkça yayınlamazdı (54, orijinal baskı).
Gould kısacası, Morton’un çarpıtmalarının dört genel kategoriye girdiğini buldu. Birincisi, “Morton çoğunlukla [ırksal gruplar içindeki] bazı büyük alt örneklemleri grup ortalamalarını önsel beklentilere uydurmak üzere ya dahil etmeyi ya da dışarıda bırakmayı tercih etmişti. (68) İkincisi, Morton kraniyal hacmi ölçmek üzere önce kafataslarını tohumla dolduruyor ve sonra tohumları dışarıya dökerek bunların hacmini ölçüyordu. Ancak tohum, farklı sıkılıklarda paketlenebilir, bu yüzden ölçümü öznel bir öğeye sahiptir; yani ölçümü yapan kişi (bu durumda Morton), kafatasının ne zaman dolduğuna ve tohumun ne ölçüde “doğru” sıkılıkta paketlendiğine karar vermektedir. Morton’un ölçtüğüyle aynı kafataslarının, tohum yerine, paketlenemeyen bir madde olan saçma kullanılarak yenilenen ölçümü, Morton’un beyazlara kıyasla beyaz olmayanların kafatası hacimlerini sistematik biçimde eksik tahmin ettiğini ortaya çıkarmıştır.
Üçüncüsü, Morton örneklemler arasında cinsler ya da boy pos farkları açısından yapılması gerektiği aşikar olan prosedürel düzeltmeleri yapmayı da becerememiştir. Beyin büyüklüğü mutlak anlamda değil; beden büyüklüğüne kıyasla en anlamlı ölçüyü sağlar; yani entelektüel yeteneklerin beden büyüklüğü ile ilgisi var gibi görünmemekle birlikte, daha büyük bedenleri olan insanların, daha küçük bedenli insanlara göre, ortalama olarak, daha büyük beyinleri vardır. Cinsiyet açısından yapılacak kontroller de son derece önemlidir çünkü kadınlar, ortalama olarak, erkeklerden daha küçük bedenlere sahiptirler ve bu yüzden de, (beden büyüklüklerine kıyasla daha küçük olmamakla birlikte) daha küçük beyinlere sahiptirler. Morton örneklemler arasındaki cinsiyet bileşimini ya da ortalama boy pos farklarını asla kontrol etmemiştir ve ırksal gruplar arasındaki kraniyal büyüklük farklılığına dair bulguları da büyük ölçüde, örnekleminde yer alan grupların cinsel bileşimi ile beden büyüklüğü farklılıklarını yansıtmaktadır. Örneğin, “Morton, siyahların aptallığını desteklemek üzere hepsi de kadın olan üç Hottentot [Bushmen’lerle birlikte Güney Afrika’nın ilk yerleşik topluluklarından birisini oluşturan kabile; ç.n.] örneklemini ve beyazların üstünlüğünü doğrulamak içinse, hepsi de erkek olan bir İngilizler örneklemini kullandı.” (68)
Dördüncüsü Gould, Morton tarafından yapılan tüm hatalı hesaplama ve açıkça tesadüfi nitelikli dışarıda bırakma olaylarının tamamında, sonuçların beyazlar açısından kraniyal çap yüksekliğini ve beyaz olmayanlar açısındansa kraniyal çap düşüklüğünü desteklediğini buldu. Gould, bir kez daha, hiçbir kasıtlı sahtekarlık kanıtı bulmadığını belirtir: “Fark edebileceğim tek şey, ırksal sıralandırma hakkında, düzenlediği cetvelleri önceden belirlenmiş hatlara paralel biçimde yönetecek denli güçlü önsel bir inanışa sahip olduğudur” (69). Gould’un orijinal veriler üzerinde yeniden yaptığı dikkatli bir analiz, bilimcilerin verileri kasten sahtekarlık yapmaksızın da önsel inançlarına uymaları için nasıl biçimlendirdiklerine dair güçlü kanıtlar sunmaktadır.
Benzer bir örnekte, yirminci yüzyılın başlarında kraniyometrik geleneği takip eden Virginialı aktif bir hekim olan Robert Bennet Bean, kadavra beyinlerini ele aldı. Genu oranını; yani ön bölümdeki korpus kallosumun [corpus callosum; beynin iki hemisferi arasında iletişim sağlayan kalın sinir lifi; ç.n.], arka bölümdeki spleniuma [korpus kallosumun arkadaki kalın bölümü; ç.n.] olan oranını entelektüel yeteneğin temel göstergesi olarak saptamıştı. Beyazlarda ve erkeklerde göreceli olarak daha büyük genu oranları saptamış olmasına dayanarak, beyazların siyahlardan ve erkeklerin de kadınlardan entelektüel yetenekleri açısından üstün olduklarını ileri sürdü. Diğer kraniyometristler tarafından tercih edilen, daha geleneksel beyin büyüklüğü yerine bu ölçüye odaklanması olgusu da çarpıcıdır. Gould, “[beyin büyüklüğü] ile ilgili bu ihmalin nedeni, bir eklentinin içinde gömülü durmaktadır: Beyazların ve siyahların beyinleri toplam büyüklük olarak farklılık göstermez.” (79) Yani Bean, eşitsizlikleri izah etmek için alternatif bir yol tutmuştu.
Bean, Morton tarafından yapılanları anımsatan ölçüm hataları da işlemiştir. Bean’in, John Hopkins’teki danışmanı Franklin P. Mall, yalnızca çok mükemmel oldukları için Bean’in verilerinden kuşkulanmaya başladı. Bean’in çalışmasını tekrarladı ve oldukça farklı sonuçlara ulaştı. Mall, beyin ölçümlerini her bir beynin ait olduğu kişinin ırkını öğrenmeden önce yaparak, daha nesnel olmaya gayret etti (Bean ise, ölçüm yapmadan önce her bir beynin ait olduğu kişinin ırkını biliyordu). Mall, çalışması sırasında, beyazlarla siyahların ve erkeklerle kadınların beyinleri arasında hiçbir belirgin fark bulamadı. Üstelik, Bean’in üzerinde çalıştığı örneklem içindeki (10 beyaz, 8 siyah) 18 beyini inceledi ve Bean’in yaptığı genu ölçümlerinin, tek bir siyah hariç, yedi beyaz vakada kendi ölçümlerinden daha yüksek olduğunu ve Bean’in splenium ölçümlerinin de, sekiz siyahtan yedisinde, kendi yaptığı ölçümlerden daha yüksek olduğunu buldu. Bean’in yanlı beklentileri, ölçümlerini açıkça etkilemiş, böylece de siyahlarla beyazların ve kadınlarla erkeklerin beyinleri arasında muhtemelen hiç olmayan bir farklılık bulgusu inşa etmesine neden olmuştu.
Gerici bilimciler, kafataslarını hem (kumpas ve cetvel kullanarak) dışardan, hem de (hardal tohumu ve saçma kullanarak) içerden ölçmek suretiyle toplumsal eşitsizliklere yönelik geçerli biyofiziksel izahatlar oluşturmayı başaramadıkları için, “zeka testleriyle beyinlerin içeriğini” ölçme alanına doğru ilerlediler (23, gözden geçirilmiş baskı). Gould’un dikkatini belki de en fazla çeken hata burada bulunabilir: şeyleştirme; aslında soyut bir kavram olan bir şeye, gerçek bir varlık muamelesi yapma süreci. Cyril Burt ve onun zekanın, beynin psikometrik testler aracılığıyla tamı tamına ölçülebilir, tek boyutlu bir özelliği olduğu nosyonunun çağdaş savunucuları, kendi yapıntılarını şeyleştirmekten dolayı suçludurlar. IQ’yu şeyleştirmekten suçlu olanlar, her birimizde, IQ testleri ile mantıksal biçimde ölçülen, altta yatan genel bir entelektüel yeteneğin, bir g’nin mevcut olduğunu; bu g’nin, gerçek bir akli öznitelik olmayıp, testlerin kendilerinin bir ürünü, istatistiksel bir yaratı olduğunu ileri süren kanıtlara karşın ileri sürmektedirler.
Gould, yılmazcasına rasyonel bir biçimde bu “genel zeka göstergesi olarak IQ” yorumunu yerle bir etmekte ve bunu da, bu göstergenin, kullanılan istatistiksel prosedürlerin ve araştırmacıların önsel inanışlarının bir yaratısı olduğunu göstererek yapmaktadır. Genel zeka öğesi, çeşitli mental testlerin faktör analizlerinden doğar. Faktör analizi, değişkenler (bu örnekte çeşitli mental testler) arasındaki kovaryansı, gözlemlenen içsel-korelasyonları izah edebilecek olan bir ya da birkaç faktörü dışarıda bırakarak açıklamaya girişen istatistiksel bir yöntemdir (ki bireylerin farklı testlerdeki skorları birbirleriyle pozitif biçimde korelasyon içinde olma eğilimindedir; yani bir tip testte başarılı olanlar bir başkasında da başarılı olma eğilimindedirler). IQ savunucuları çeşitli mental testler arasında gözlemlenen korelasyonları açıklamak için, beynin gerçek bir karakteristiği olan genel bir zekanın varlığına işaret ettiğine inandıkları yalnızca tek bir faktörün gerekli olduğunu uzun zamandır ileri sürmekt
edirler. Ancak, Gould’un açıkladığı üzere, faktör analizleri sihirle çalışmaz; tamamen testler arasında gözlemlenen korelasyonlara dayalıdır. Faktör analizi yoluyla elde edilen bir faktörün gerçek bir varlık olduğu inanışı, analize alınan değişkenlerin (bu örnekte çeşitli mental testlerdeki becerinin) birbirlerine, altta yatan (beynin yapısından köklenen) bir neden-sonuç rejimi tarafından bağlandıkları biçimindeki muhteşem varsayıma dayanır. Bu varsayım tek başına istatistiksel yöntemlerle belirlenmemiştir ve belirlenemez de ve yalnızca, korelasyon neden-sonuç ilişkisini ima ettiği ölçüde geçerlidir. Korelasyonun belirlenmesi değişkenler arasında bir neden-sonuç ilişkisinin oluşturulması için gerekliyse de, yeterli değildir. Tek başına faktör analizleri ne neden-sonuç ilişkisi hakkında yargıda bulunabilir; ne de herhangi bir faktörün gerçek bir varlığa denk düşüp düşmediğini belirleyebilirler.
Gould, L.L.Thurstone’un yirminci yüzyılın ilk yarısında yapılan ve faktör analizi yoluyla elde edilen bir faktörü gerçek bir karakteristikle eşitleme hatasını ortaya çıkartan çalışmasına işaret etmektedir. Thurstone faktör analizine dahil edilen mental test tiplerinin, analiz sonuçları tarafından büyük ölçüde etkilendiğini göstermişti. Üstelik, aynı verilerden, nasıl analiz edildiklerine bağlı olarak, birçok farklı faktör de elde edilebileceğini ve çeşitli testlerde sergilenen becerinin altında tek bir mental yeteneğin yattığı önermesinin, birden çok ve farklı yeteneklerin, test becerisinin belirleyicisi olduğu önermesi karşısında tercih edilmesine neden olacak hiçbir nesnel sebebin mevcut olmadığını da gösterdi. Elbette, bu test tiplerinin ve istatistiksel analizlerin hiçbirisinin entelektüel yeteneğin temelde doğuştan mı geldiğinin, yoksa sosyal ayrıcalıkların bir ürünü mü olduğunun belirlenmesine hizmet etmediklerini kabul etmek de önem taşımaktadır.
Gould’un gözden geçirdiği biyolojik determinist araştırmanın en genel hatası, akademisyenlerin bulanık kanıtları önsel inanışlarını onaylayacak bir tarzda yorumlama eğilimi üzerinde merkezileşir. Bu Morton’un sunduğumuz türdeki hatalı hesaplamalarından da, Burt’un imalatından da, hatta faktör analizcilerinin şeyleştirmelerinden de daha genel bir hatadır. En yakıcı sorularımızın birçoğuna yanıt verecek ve entelektüel tartışmalarımızı çözüme kavuşturacak tek bir net ve bulanık olmayan kanıt parçasının bile mevcut olmadığı karmaşık bir dünyayla karşı karşıyayız. Araştırmacılar, bu koşullar altında, derin bir enformasyonu araştırmak zorunda kalmakta ve mantıklı bir sonuca varmaya çalışmaktadırlar. Ancak, bu koşullara içsel olan karmaşıklık ve bulanıklık verili olduğu zaman, iyi niyetli araştırmacılar bile kendi önsel inançlarını destekleyen kanıtlar aramaya, bunlarla çelişenleri ihmal etmeye ve bulanık enformasyonu kendi lehlerine yorumlamaya meyillidirler. Gould, bu fenomenin biyolojik determinist mental testler tarihinden alınmış birkaç şaşırtıcı örneğini sunmaktadır.
Özellikle, araştırmacılar tarafından, kanıtlar kendi beklentileriyle çeliştiği zaman, tercih ettikleri teorileri korumak üzere yapılan ad hoc [geçici, bir seferlik; ç.n.] açıklamalara ve özel gerekçelere başvurma örnekleri mevcuttur. Bu durum çoğunlukla, teoriler değiştikçe incelenecek olan verileri de kaydırmayı, böylelikle eşitsizlik iddialarının dayandırıldığı özgün temeller geçersizleşirken, (örn. egemen sınıf, ırk ve/ya da cinse üye olanların diğer herkesten üstün oldukları gibi) genel sonuçların değişmeksizin kalmasını sağlamayı da içerir.
Belki de en bilinen kraniyometristlerden birisi olan Paul Broca’nın ve ardıllarının çalışması çelişkili kanıtlar karşısında tercih edilen bir bakış açısını korumak üzere ad hoc açıklamalara başvurulmasının iyi bir örneğini sergilemektedir. Gould’un da açıkladığı üzere, Broca, son derece ünlü erkeklerin ortalamadan daha büyük beyinleri olacağı beklentisiyle, güzide erkeklerin beyinlerini ölümlerinden sonra ölçme girişiminde bulundu. Bu adayların bir kısmının büyük beyinleri olmakla birlikte, diğerleri de sadece ortalama-büyüklükteki beyinlere sahiplerdi ve bazılarının da çarpıcı biçimde, ortalamanın altında beyinleri vardı. Fikrinden caymayan Broca, “anormal” bulguları açıklamak üzere çeşitli taktiklere yaslandı. Bazı vakalarda, ünlü bir kişiye ait belirli bir beynin ortalama ya da ortalamadan daha küçük olabilmekle birlikte, entelektüel yeteneğin bir belirtisi olarak ele aldığı, özel olarak kıvrımlı bir yapıda olduğunu ileri sürüyordu. Başka vakalardaysa, kişilerin çok yaşlıyken öldüklerini ve beyinlerinin de bu yüzden bozulmuş olduğunu, beynin kötü biçimde saklandığını ya da söz konusu kişinin ufak tefek olduğunu ve bu yüzden de, bedenine göre göreceli olarak büyük sayılabilecek bir beyne sahip olduğunu farklı farklı biçimlerde ileri sürüyordu. (Elbette, bu özel gerekçelendirme biçimlerinin hiçbirisi, Broca’nın önsel olarak önemli birisi saymadığı kişilerin küçük ya da ortalama beyin büyüklüklerini affettirmek üzere kullanılmıyordu). Bunların içinde belki de en tuhaf olan taktik ise, tüm bu gerekçeler geçersiz kaldığında, küçük beyinlere sahip olan ve büyük kazanımlar elde etmiş olan erkeklerce ulaşılan kazanımların aslında hiç de büyük kazanımlar olmadığını ileri sürmekti!
Rekapitülasyoncu evrim teorisinin öyküsü, olguları kendi önyargısal nosyonlarına uydurmak üzere kanıt parçaları arasından seçmede bulunan araştırmacıların çarpıcı bir örneğini sunar. Darvinciliğin, evrimci teori hakkındaki kendine özgü girişimlerle birlikte ilk müritlerinden birisi olan Alman zoolog Ernst Haeckel, “bireyoluşun [ontogeny; ç.n] soyoluşu [phlogeny; ç.n.] tekrarladığı”; yani bireyler embriyodan yetişkine dönüşürken (bireyoluş), yetişkin formlarının evrim tarihleri boyunca izledikleri tüm aşamalardan geçtikleri (soyoluş) görüşünü geliştirdi ki bu, on dokuzuncu yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın başlarında daha itibarlı olup şimdi gözden düşmüş olan bir görüştür. Bu teori, evrimin ilerlemeci bir tabiatta olduğunu varsayıyordu; burada “ilerlemeler” eski gelişme evrelerinin hız kazanması ve yeni aşamalara eklenmesiyle oluşuyordu. Bu görüşe dayanılarak, daha az “ilerlemiş” ırkların yetişkinlerinin, daha “ileri” ırkların çocuklarına benzemeleri bekleniyordu. Örneğin, bu görüşün destekçilerinden birisi olan ünlü Amerikalı paleontolog E.D.Cope, dört aşağı grup tanımladı: kadınlar, beyaz olmayanlar, alt toplumsal sınıflardan beyazlar ve beyaz güneyli Avrupalılar. Bu konumun destekçileri bu güya aşağı grupların yetişkinlerinin kuzey Avrupa soylarının beyaz erkek çocuklarıyla olan benzerliğinin işareti olan çeşitli anatomik ve psikolojik karakteristikler ileri sürdüler.
Rekapitülasyon teorisi yirminci yüzyılın ilk yirmi yılının sonunda çöktü. Bunun ardından, Hollandalı anatomist Louis Bolk bunun tam tersi bir gelişme teorisi üretti. İnsanların maymunlardan, gelişimsel süreçlerin hızlandırılmasıyla değil, yavaşlatılmasıyla ayrıştığını ileri sürdü; böylece ataların çocuksu özellikleri sonraki nesillerin yetişkin özellikleri haline geliyordu; ki buna neoteny (“gençliğe yapışma”) fenomeni olarak atıfta bulunuluyordu. Yetişkin insanların, beden büyüklüğüne göre büyük bir beyin de dahil olmak üzere, genç maymunlarla bir dizi ortak özelliğe sahip olduklarını belirtti. Güya nesnel bilimsel çalışmanın, beyaz olmayanlar gibi “aşağı” grupların çocuksu olduklarını ileri sürdüğü on yıllardan sonra, bu yeni teori ve bu teorinin, daha çocuksu olanların zihnen
daha ileride oldukları yönündeki imalarıyla beraber,
“Bolk, kendi anatomik tombala torbasına ulaştı ve siyah yetişkinler için, daha avantajlı çocukluk oranlarından daha fazla uzaklaşmış olduklarını ima eden bazı özellikler bulup çıkardı. Bu yeni olgularla beraber, eski ve rahat bir sonuca doğru ilerleyen Bolk: … “En fazla engelli ırk olarak beyaz ırk, en fazla ilerlemiş ırk gibi görünmektedir” iddiasında bulunacaktı (121, orijinal baskı).
Burada dünyaya dayatılan ideolojinin silahından tüten dumanları açıkça görebiliyoruz. Teori, çocuksuluğun aşağı olma belirtisi olduğunu ileri sürdüğü zaman, ezilen insan grupları güya nesnel analize dayanılarak çocuksulukla özdeşleştirilmektedir. Ancak, çocuksuluğun üstünlük ima ettiğini ileri süren yeni bir teori ortaya çıktığı zaman, bu sefer de, egemen toplumsal grubun en çocuksu grup olduğu yarışını desteklemek üzere yeni veriler bulunmaktadır.
Irk, cinsiyet ve sınıf arasında zihinsel yetenek açısından içsel farklılıklar bulmak için harcanan çabaların çoğunda kullanılmış olan entelektüel yetenek göstergelerinin, aslında asla gerçekten, doğuştan gelen ve değiştirilemez entelektüel yeteneği ölçmek üzere oluşturulmamış olmaları sahiden de eğlendirici bir durumdur. Gould’un da belirttiği gibi, sadece ırkların ortalama kraniyal büyüklük açısından sistematik bir farklılık gösterdikleri bugüne kadar güçlü biçimde kanıtlanmamakla kalmamaktadır; kraniyal büyüklüğün de, beynin düzgün biçimde gelişemediği aşırı örnekler hariç, belirli bir tür dahilindeki zekayla özel olarak ilişkili olduğu yolunda bile son derece az kanıt bulunmaktadır. IQ’nun doğuştan gelen bir yeteneği ne derecede ölçtüğü ciddi ölçüde tartışma götürmekte ve ne ölçüde kalıtsal olduğu da hala güçlü biçimde kanıtlanmayı beklemektedir. Aslında, Gould’un yakın çalışma arkadaşı Richard C. Lewontin’in Biology as Ideology (İdeoloji olarak Biyoloji) kitabında da işaret ettiği gibi, ayrı ayrı yetiştirilmiş olan ikizlerle ilgili tüm mevcut çalışmalar, kendi sonuçlarının altını boşaltan yöntemsel noksanlara (örn. ayrılan ikizler çoğunlukla yakın akrabaları tarafından yetiştirilirler, böylece ikizler sık sık benzer sosyo-ekonomik ve kültürel koşulları paylaşırlar) sahiptir. O halde, biyolojik determinist araştırmanın arkasında yatan; örneğin, kraniyal büyüklüğün entelektüel yeteneğe denk düştüğü, IQ’nun zihnin gerçek ve doğuştan gelen bir özelliğini ölçtüğü gibi çoğu temel varsayımın sorgulanmadıkları ve yeterli destekleyici kanıt olmaksızın yalnızca doğruymuş gibi kabul edildikleri göze çarpmaktadır.
İnsanın Yanlış Ölçümü bakımından önemli olansa, on üç yıl önce yayınlandığı zaman Çan Eğrisi kitabının arkasında yatan akıl yürütmenin kesin bir eleştirisini sunmuş olmasıdır. Gould’un da belirttiği gibi, “Biyolojik determinizme yönelik eleştiri hem zamansız, hem de tam zamanında[dır]” ve biyolojik determinizmin nasıl “toplumsal bir silah olarak” kullanıldığı dikkate alındığında muazzam bir önem taşır (26-27, gözden geçirilmiş baskı). Biyolojik determinist tezlerin dirilişi “politik daralma ve sosyal cömertliğin yıkımı” dönemleriyle ilgili sosyo-politik bir dışavurumdur (28, gözden geçirilmiş baskı).
İnsanın Yanlış Ölçümü’nün, 1996’da yayınlanan gözden geçirilmiş baskısı, orijinal baskıyı, Çan Eğrisi’ni açıkça eleştiren makalelerle birlikte genişletti. Gould, Herrnstein ve Murray’ın, İnsanın Yanlış Ölçümü’nün orijinal baskısı tarafından maskesi düşürülen daha eski biyolojik deterministlerle aynı akıl yürütme hatalarının tümünü nasıl gerçekten tekrarladığını göstermektedir. Gould’un bıçak gibi bir keskinlikle açıkladığı üzere, Herrnstein ve Murray, mevcut kanıtlar bilançosu bu görüşü desteklemezken, IQ testlerinin yüksek oranda kalıtsal ve büyük ölçüde değiştirilemez olan tekil, tek-boyutlu zekayı ölçtüğünü fazla inceden inceye düşünmeksizin kabul etmektedirler. Sonra da, sorgulanmamış olan bu şüpheli ön kabulü yanlarına alarak, IQ’nun insanların toplum içinde varabilecekleri yeri belirleyen kilit bir öğe olduğunu, bu yüzden de, toplumsal sınıflar arasında, tamamen hak edilen bir katmanlaşmaya bağlı olarak, önemli farklılıklar arz ettiğini, tipik olarak siyahların beyazlardan ve öteki ırklardan ortalama olarak daha düşük IQ’lara sahip oldukları için toplumun alt kademelerinde bulunduklarını ve bütün bu “olgular” bir arada ele alındığı zaman, yoksulların büyük bir kısmının durumlarını iyileştirmeyi amaçlayan sosyal programların boşa harcanmış çabalar olduğunu, çünkü yoksulların, içsel olarak aşağı zekaları nedeniyle işgal ettikleri toplumsal konumlarda bulunduklarını ileri sürmek üzere yollarına devam etmektedirler. Kendi kendilerini yalanlayan yorumlar öneren bulgular (örn. IQ sosyal konum tarafından etkilenmektedir, o halde ayrıcalıklara sahip olmayanlar arasındaki düşük IQ, eşitsizliğin nedeni değil, sonucudur) görmezlikten gelinirken, bütün bu şüpheli iddialar; mevcut kanıtların oldukça seçmeci bir tarzda okunmasıyla; uygun kanıtlar olmadığı zaman ileri sürülen çılgın spekülasyonlarla; ve IQ’nun kendi biyolojik determinist öncülleriyle aynı düşüncesizce tarzda şeyleştirilmesiyle güya desteklenmektedir.
Herhangi bir makul insanın; bu insan isterse sola hiç sempati duymasın, Gould’un eleştirisini ciddi bir biçimde ele aldıktan sonra Çan Eğrisi’ni; kanıtların büyük bir çoğunluğunun zıt bir yorum için bas bas bağırması gerçeğine karşın, bulanık kanıtları önsel olarak tercih edilmiş olan bir konumu destekleyecek biçimde yorumlamaya yönelik, politik güdülü bir girişimden başka herhangi bir şey olarak kabul edebilmesi oldukça zordur. Çan Eğrisi belki de son zamanlarda sağcı ideolojinin namussuzca nesnel bilim olarak sunulduğu en iyi örneklerden birisidir. Egemen sınıfı kendi ideolojik silahlarından arındırmak ve onun toplumsal eşitsizliği meşrulaştırmaya yönelik girişimlerini yerin dibine batırmak için ebedi bir uyanıklık ve bilimsel araştırma gereklidir.
Gould’dan öğrenebileceğimiz en önemli derslerden birisi, ne dünyanın nesnel bilgisini arama idealini reddetmemiz, ne de bilimcilerin, doğanın toplumsal önyargılar tarafından lekelenmemiş hakikatlerini nakleden nesnel bir tarzda çalıştıklarını varsaymamız gerektiğidir. Hiç birimiz sahiden nesnel olamayacak olsak da, kendi önyargılarımızı kabul ederek ve incelikli, kendimize yönelik bir öz-eleştiriyle meşgul olarak, bu ideale doğru kürek çekebiliriz. Bu uğraş içinde, dünyayla ve başka insanların yanlılıklarıyla olduğu kadar kendi yanlılıklarımızla da yüz yüze gelme sürecinin içine gömülürüz. Gould, orijinal baskıyı, maske düşürmenin kendisinin pozitif bilim olarak hizmet verebileceği teziyle bitiriyordu. Araştırmacıların yaptıkları hatalarla ilgili çalışmalardan çok şey öğrenebiliriz. Tezin ve karşı-tezin diyalektiği bilginin ilerlemesinde merkezi bir yere sahiptir. Bilimsel düzen ekonomik seçkinlerin endişelerine sempati besleyenlerin hakimiyeti altında olmaya devam ettiği için, hatalı araştırmaların maskesinin düşürülmesi solun entelektüel gündeminin merkezi bir parçası olmalıdır. Radikaller, Sokal’ın sergilediği anti-entelektüalizme yuvarlanmamalıdırlar; haklı bir davanın hizmetine koşan entelektüel namussuzluk ve son moda saçmalık, yine de namussuzluk ve saçmalıktır. Aklın reddiyesi yalnızca, solun hakikatin gücüyle konuşma yeteneğinin altını oymaya hizmet edebilir. Sosyalizmin, orada, akla yönelik bir yükümlülük olmaya ve sağ tarafından durmaksızın seferber edilen yavan dogmayla ve habis ideolojiy
le kavgaya tutuşmaya devam ettiği Marks’ın entelektüel geleneğine sadık kalınması, verilecek olan hizmetlerin en iyisi olacaktır. Gould’un çalışması, aklın ışığının adaletsizliği ve eşitsizliği kalıcı kılmak isteyenlerin hatalı iddialarını nasıl çırılçıplak hale getirebileceğinin ve bizleri de nasıl, içinde yaşadığımız ve mücadele ettiğimiz maddi dünyaya dair daha iyi bir kavrayışa yöneltebileceğinin bir örneği olarak hizmet etmektedir.
Notlar
1. Sokal vakası orijinal makale ve çeşitli akademisyenlerin onu izleyen yorumlarının çoğu ile beraber, hilenin ilk kez ifşa edildiği yayın organı olan Lingua Franca editörleri tarafından derlenen The Sokal Hoax: The Sham That Shook the Academy (Sokal Oyunu: Akademiyi Sarsan Utanç) isimli kitapta yeniden nakledilmektedir. Sokal ve Jean Bricmont, akademinin bazı sektörleri içinde okuryazarlık muamelesi gören anlamsız sözlerin çoğunun maskesini düşürmeye hizmet eden Fashionable Nonsense: Postmodern Intellectuals’ Abuse of Science (Son Moda Saçmalar: Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları; Türkçe’de, İletişim Yayınları, 2002) isimli bir kitap yayınladılar. Paul Gross ve Normal Levitt’in, 1994 yılında basılan Higher Superstition: The Academic Left and Its Quarrels with Science (Yüksek Batıl İnanç: Akademik Sol ve Onun Bilimle Münakaşaları) isimli kitabı da kısmen Sokal’e hilesini icra etmesi için ilham verdi. Gross ve Levitt bazı anti-bilim akademisyenleri haklı biçimde eleştirmek konusunda övgüye layık olmakla birlikte, ne yazık ki, sağın güçlü anti-bilim eğilimlerini ve uzun vadeli gelenek açısından da solun akla bağlılığını ciddi biçimde hatırlatmayı ihmal ettikleri için, sadece kısmi bir gerçeği ifade etmektedirler. [Sokal’ın orijinal makalesinin İngilizcesi http://www.nyu.edu/gsas/dept/physics/faculty/sokal/index.html- adresinde bulunabilir. ç.n.]
2. Gould’un [İngilizce’deki] “Erkek” terimini tüm insanlara atıfta bulunacak biçimde kullanmanın potansiyel cinsiyetçi doğasını kabul ettiği belirtilmelidir. [Türkçe’ye İnsanın Yanlış Ölçümü olarak çevrilen The Mismeasure of Man isimli kitabın İngilizce başlığında kullanılan Man terimi kastedilmektedir; ç.n.] Şöyle diyor, “Başlığım Protagoras’ın tüm insanlar hakkındaki ünlü aforizmasını gülünç biçimde taklit ediyor ve erkekleri, insanlığın standartları olarak ele alan ve kadınları görmezlikten gelirken sahiden de erkekleri yanlış ölçen, gerçekten cinsiyetçi bir geçmişin gerçekliğini de vurguluyor” (20, gözden geçirilmiş baskı).
* Richard York Oregon Üniversitesi’nde sosyoloji eğitimi vermektedir. Araştırma konuları arasında küresel çevre krizi ile felsefe, tarih ve bilim sosyolojisi bulunmaktadır. Sage Yayınevine bağlı Organization & Environment bülteninin ortak-editörüdür.
Brett Clark Monthly Review’a sıkça katkıda bulunmaktadır ve Oregon Üniversitesi sosyoloji bölümünden mezundur