“…Karl Kautsky ve yoldaşları I.Dünya Savaşı’nın öngününde Bundestag’ta Alman savaş kredilerini onaylarken işçi sınıfına ihanet ettiklerini değil, tam aksine işçi sınıfının sesini dinlediklerine inanıyorlardı. Ve bu inançları da yanlış değildi!” Kürtçülük ve Türkçülük aynı kefeye konulabilir mi? (1) Sendika.org’un ‘aktüel gündem’leri ve Türkiye’deki ABD Karşıtlığına Yakından Bir Bakış Türk halkının ciddi bir çoğunluğunun ABD karşıtı […]
“…Karl Kautsky ve yoldaşları I.Dünya Savaşı’nın öngününde
Bundestag’ta Alman savaş kredilerini onaylarken işçi sınıfına ihanet ettiklerini değil, tam aksine işçi sınıfının sesini dinlediklerine inanıyorlardı. Ve bu inançları da yanlış değildi!”
Kürtçülük ve Türkçülük aynı kefeye konulabilir mi? (1)
Sendika.org’un ‘aktüel gündem’leri ve Türkiye’deki ABD Karşıtlığına Yakından Bir Bakış
Türk halkının ciddi bir çoğunluğunun ABD karşıtı düşüncelere sahip olduğu, ABD’yi düşman olarak görmeye başladığı biliniyor. Bu karşıtlıktan antiemperyalizm mücadelesine dayanak çıkartmaya çalışan genişçe bir kesimin varlığı da malum. Asıl olarak islami duyarlıklardan ve Kürt karşıtlığından kaynaklanan bu ABD karşıtlığı, antiemperyalist nitelikte demokratik bir emek mücadelesinin ve/veya sosyalizm mücadelesinin dayanaklarından biri olabilir mi?(2) Bu konunun açıklıkla tartışılması gerektiğine inananlardanım. Türkiye’deki mevcut ABD karşıtlığının deşifre edilmesi, Türkiyeli emekçilerin her türden mücadelesi açısından hayati önem taşıyor. Fakat, Türkiye solunda ABD karşıtlığındaki güncel yükselişi, içerdiği gericiliklerden ayrıştırmak yerine, ona çeşitli ilerici roller biçme tavrının yaygınlaştığının farkındayım. Diğer yandan son iki aydır sendika.org’ta yayımlanan çeşitli yazılardan site editörlerinin benimle aynı fikirde olmadıklarını da anlıyorum.(3) Dolayısıyla tartışmayı burada yapmanın gerek anlaşılması, gerekse de muhtemel verimliliği açısından uygun olacağını düşünüyorum.
Antiemperyalizm mi? Kürt karşıtlığı mı?
sendika.org ‘taki yazılarda ülkemizdeki siyasal olgu ve gelişmeleri açıklarken Türkiye’nin kapitalist emperyalizmin merkezlerine bağımlı oluşuna doğrudan belirleyicilik atfediliyor. Bununla bağlantılı olarak da toplumdaki güncel ABD karşıtlığının bu bağımlılığı sorgulatıcı bir kapasiteye sahip olduğu düşünülerek buna ilerici bir rol biçiliyor. Anlayabildiğim kadarıyla bu yaklaşımın zihinsel arka planı şöyle:
“Türkiye’deki mevcut rejimin sorumlusu emperyalizm ve en başta da emperyalizmin hegemonik önderi ABD’dir.(4) Ülkedeki ekonomik düzenin de, uygulanmakta olan yoksullaştırıcı ekonomik politikaların da, TC devleti eliyle gerçekleştirilmiş türlü faşist baskı ve katliamların da, Kürt Halkı’nı inkar ve imhaya dayalı 80 yıllık resmi devlet politikasının da, 20 yıllık kirli savaşında, sorumlusu ABD ve ABD’nin emrindeki kontrgerilladır.(5) Hatta ABD ve yerli işbirlikçileri bugün Türkiye’de bir iç savaşın da yolunu döşemektedirler. Aynen 12 Eylül 1980 ve öncesi günlerdeki gibi.Yalnız 1970’li yıllardan farklı olarak bugünkü muhtemel bir iç savaşın tarafları Türkler ve Kürtler olacaktır.Türkiye’yi böylesi bir iç savaşa sürükleyecek olan ABD bu sayede İran’a dönük muhtemel bir askeri operasyonuna Türkiye’yi de rahatlıkla yedekleyebilecektir.(6)
Türkiye’deki ABD işbirlikçilerini ve kontrgerillayı alt edersek faşizmi de, şovenizm de alt etmiş oluruz. Kürt sorununu çözecek olan da budur! Bunun için mücadeleye IMF-DB patentli ekonomik politikalara karşı sesimizi yükselterek, bu politikalara karşı örgütlenerek başlamalıyız. Fakat IMF-DB politikalarına karşı mücadele apolitik, salt sendikalist bir mücadele olmamalı. Bu mücadelenin siyasal çehresini toplumdaki yaygın ABD karşıtlığına dayanan bir anti-emperyalizm oluşturmalı. Zaten Türkiye’de ABD karşıtlığı da tavana vurduğundan, siyasal çehresini aslen ABD karşıtlığının oluşturduğu bir ekonomik-sendikal mücadelenin imkanları bugün çok daha fazladır. Fakat, bu mücadeleyi yürütürken ne Türkçülük ne de Kürtçülük yapmamalıyız. Çünkü her iki milliyetçilik de sola yabancıdır, emekçileri birleştirmeye değil bölmeye hizmet eder. Bizi birleştirecek ortak payda hepimizi yoksullaştıran IMF-DB politikalarına ve halkların ortak düşmanı ABD’ye (ve her türden emperyalizme) karşıtlıktır.
Öyleyse Kürt Türk diye bölünmeyelim, emekçi ortak kimliğinde birleşelim, IMF-DB politikalarına ve faşizme karşı, ABD düşmanlığı (ve anti-emperyalizm) temelinde mücadele edelim!”(7) Kuşkusuz benim bu özetlemem eksikler ya da fazlalar içerebilir. Yazarların itirazları olacaktır. Fakat yazılarda ifade edilen analizlerden ve çözüm önerilerinden bu yaklaşımın çıkarılabileceğini düşünüyorum.
Bu yaklaşımda benim sorunlu gördüğüm nokta, asıl olarak emperyalizm-Türkiye ilişkisine dair zımni ya da aleni saptamalar değil. Bu yaklaşımın kapitalist-emperyalist sistemin kendi iç ilişkilerini doğru analiz ettiğini, bu nedenle de ABD kapitalizmi-Türkiye kapitalizmi ya da ABD-TC, AB-TC ilişkisini doğru resmettiğini söyleyemeyiz. Fakat bence sorun bu resmin daha derininde, daha temel bir noktadan kaynaklanıyor.
Mesela: “Kürt sorununun şovenizmle çözülemeyeceği Türkiye toplumunun baskılayıp bilinç altına ittiği bir öz-deneyim gerçekte. Çocuklarını askere gönderirken çılgınlar gibi “asker gidecek, geri dönecek” diye haykırarak içini rahatlatmaya çalışırken bozkurt işaretleri yapan bir şizofreninin başka bir açıklaması var mı?…”(8) Bu türden saptamaları Kürt meselesine dair olduğu için değil, naif bir mazur görme içerdiği için önemsiyorum. Çünkü askere gidenin ve yolculayanın davranışını muhakkak psikolojiden ödünç bir kavramla açıklayacaksak cezai ehliyet de içeren daha uygun bir başka adı var: Öğrenilmiş çaresizlik. Yolcu edenlerin davranışı ynı zamanda; efendisinin uzattığı zehre ilaç diye sarılan kölenin şuursuz şehvetini ifade ediyor. Şehvetin kaynağı zehir değil, bu zehir sayesinde isyancılara karşı (Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi-KUKM) kazanıldığı/kazanılacağı düşünülen askeri başarıya/başarıya ortak olma duygusu.
Fakat burada önemli olan nokta TC eliyle şovenizmle zehirlenmiş Türk halkının çoğunluğunun asker yolculama seremonisi sırasında sergilediği bu iki yüzlü tutumda (çünkü devlet zoru olmasa haklı olarak pek az Türk genci askere gider) bile toplumsal bilinçaltına gizlenmiş bir çare bulma iyimserliği.
Ben bu iyimserliğin politik yaklaşımla ilgili olduğunu düşünüyorum. Eğer mücadeleye çağırdığınız topluluğu, onun bir takım ortalama siyasal düşünceleriyle uzlaşarak çağırıyorsanız, bu uzlaşma, yaklaşımınızı da derinden etkiler. Kuşkusuz burada bozkurt işaretleriyle uzlaşma türünden bir kastım yok. Kast ettiğim iyimserlik ve uzlaşmayı aşağıda açıklamaya çalışacağım. Fakat şu kadarını söyleyeyim, Türkiye’deki sosyal siyasal olguları ABD emperyalizminin Türkiye üzerindeki egemenliğiyle açıklamanın arka planında, açıklamaya niçin buradan başlandığını da açıklayan daha derin bir olgu var. Analizler, ‘her şeyin sebebi ABD’ tespitinden başlıyor gözükmekle beraber, aslında buradan değil temelde bir politika yapma anlayışından başlıyor.
ABD Karşıtlığı ve Şovenist Gericilik Yan Yana Gelebilir mi?
ABD kapitalist emperyalist sistemin hegemonik süper gücüdür. Bu yanıyla kapitalist-emperyalist sistemin insanlığın başına açtığı tüm sorunlardan ve felaketlerden sorumludur. Diğer yandan ABD’nin tüm çabası bir yandan kapitalizm-emperyalizmin dünyadaki hükümranlığını diğer yandan bu hükümranlığa bağlı olarak da kendi hegemonyasını devam ettirmektir. Fakat kapitalist emperyalist sistem salt ABD hegemonyasından ibaret değildir. Zaten hegemonya da hegemonyadır, kadir-i mutlak da değil.(9) Türkiye sözkonusu olduğundaysa ABD hegemonyasına kadir-i mutlak payesi vermek, olguları açıklamaya değil, halkın bu konudaki ‘yaygın
yanlış anlama’sına katkıda bulunuyor. Çelişkileri dışsallaştırıyor veya ancak dışsal olduğu kadarıyla içselleştiriyor. Bu kavrayış, eski kolonyalizmin modern dünya bağlamına yerleştirilmesinden ibarettir. Bu kavrayışın temel birimleri ulus devletlerdir (dikkat buyurun, uluslar değil, zira bu kavrayışa kaçınılmaz olarak içkin olan statükoculuk bir taraftan da uluslaşma sürecinin sona erdiğini vaaz etmek durumundadır), sınıflar değil ve bu kavrayışın Marksizmin kapitalist sistemi açıklamasıyla ilgisi yoktur.
Uluslararası bir araştırma firması bugün Türkiye’deki ABD karşıtlarının oranını %88 veriyor.1999-2000’de ise ayno oran %48.(10) Acaba 6 yılda ABD karşıtlığını 40 puan artıran olaylar, olgular neler? Çözümlemeye bu noktadan başlayabiliriz. Tabii ki Türkiye’de bir IMF-DB karşıtlığı var ve AKP de aslında böylesi bir söylemle iktidara geldi. Ama unutmayalım ki ABD’ye bu denli karşı olan aynı Türk halkı IMF-DB politikalarının diğer yüzü AB’ye çoğunlukla ve bu politikaların yürütücüsü AKP’ye de parlamenter çoğunlukla hala taraftar.
Yakından bakınca ABD karşıtlığını 2006’da bu seviyeye getiren asıl olgunun Afganistan ve Irak saldırısı karşısında artan islami duyarlılık ve ABD’nin Irak Kürtlerini kollayan tavırlarından başka bir şey olmadığı açık. Türkiye’de devletin kışkırtmasıyla yükselen Kürt karşıtı şovenizmle ABD karşıtlığı at başı gidiyor? Son aylarda AB’ye yönelik desteğin azalmasında da herhalde yoksulluktan çok AB’nin Türkiye’yi Kürt sorunu ve Kıbrıs konularında zorlayan tavırları neden olmakta: Şemdinli’deki kontrgerilla saldırısı sonrası AB temsilcilerinin sergilediği Türk Ordusu’nu suçlayan tutumları, AB’nin limanlarınızı Rum gemilerine açın vb. talepleri.
Türkiye’deki güncel şovenizm, herhangi bir şovenizm değildir. Kürt karşıtlığı, hatta yer yer Kürt düşmanlığı temelinde şekillenmiş bir şovenizmdir. Bu şovenizmin ABD karşıtlığıyla atbaşı gitmesinde ise şaşılacak bir şey yok. Çünkü Türk Devleti ABD tarafından Öcalan’ın kendisine teslim edilmesiyle Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ne karşı tam da zafer ilan etmişken, bundan 4 yıl sonra, Ortadoğu’da ABD askeri varlığıyla ve ertesinde Güney Kürdistan’daki Kürt Federe Devleti’yle karşılaştı. ABD’nin bu devleti kollayan ve PKK’ye yönelik askeri operasyondan kaçınan tavırları, ABD’nin bölgedeki Kürtleri müttefik olarak gördüğünü gösteriyordu. Dün TC’nin kendi sınırları içerisinde, daha çok bir iç (AB’nin demokratikleşme baskısı dışında) sorun olan Kürt sorunu, artık tam anlamıyla uluslararası bir sorun haline gelmiş, kendi Kürt’ünü ezmenin yetmediği yeni bir döneme girilmişti. Bu süreçte zaten 20 yıldır istim üzerinde olan Kürt karşıtlığı temelli şovenizm yeniden ve daha bir gayretle harlandı. Çünkü dün PKK’den ibaret olan bir sorun TC açısından artık bölgesel bir kabus haline gelmişti. Ve aslında bu kabusun sorumlusu bölgedeki statükoyu bozan ve Kürtleri kollayan ABD idi. Bu noktadan sonra şovenizmle ABD karşıtlığı artık at başı gider hale geldiler.
Türk egemenleri ABD-TC ilişkilerini derinden sarsan ‘1 Mart Tezkeresi kazası’ndan sonra hem, ABD’nin baskısı nedeniyle hem de muhtemel kaotik Ortadoğu senaryolarına hazırlık amacıyla bu ABD karşıtlığını ayrıştırmaya başladılar. Fakat burada da tamamen ABD’nin yönettiği bir süreçten söz edemeyiz. ABD karşıtlığının islami duyarlılıktan kaynaklanan kısmı ABD’nin AKP üzerindeki baskısıyla çözülmeye çalışılırken, Kürt karşıtlığından kaynaklanan kısmına dokunulmuyor. Amaç, Kürt karşıtlığını, muhtemel bir İran operasyonunda ABD ile işbirliği yapabilmenin gerekçesi olarak el altında tutmak. Yeter ki ABD, İran operasyonundaki muhtemel işbirliğine karşılık TC’ye kendi Kürt’ünü ezme, Irak ve İran Kürtlerini hizaya getirme iznini versin. Böyle bir durumda Türkiye’deki ABD karşıtlığının Kürt karşıtlığından kaynaklanan büyük kısmının ABD dostluğuna dönüşeceğinden kimsenin kuşkusu olmamalıdır.
Toplumdaki mevcut ABD karşıtlığını antiemperyalist politikaların temel çehresi haline getirenlerin, bunu görmeleri gerekir. Aslında bunu görmek için çok uzağa gitmeye de gerek yok. Aynı Türk toplumu AB’ye karşı değil. IMF-DB politikalarını yürütmekte olan AKP oy oranını hala koruyor. Muhalif burjuva partileri ise IMF-DB politikaları üzerinden değil de şoven Türk milliyetçiliği üzerinden muhalefet yürütmeyi tercih ediyor. Yani bugün Türkiye’deki ABD karşıtlığındaki yükselmenin içinde sınıfsal içerimleri olan bir antiemperyalizm bulabilmenin hiç bir verisi yok. Görünen o ki ABD karşıtlığındaki mevcut yükseliş Türk milliyetçiliğinin bizzat kendisi. Rum ya da Yunan karşıtlığından uzun boylu farkı yok. Öyleyse Türk milliyetçiliğinin ya da sünni islam’ın bu topraklarda herhangi ilerici bir rolü olabileceğine inanıyorsak ABD karşıtlığındaki mevcut yükselişi ciddiye alalım, bununla birleşmeye çalışalım. Değilse uzak duralım, dostluğumuzu da düşmanlığımızı da sınıfsal perspektif (sosyalizm, demokrasi ve enternasyonalizm) temelinde sürdürelim.
Arabaşlıktaki soruya dönersek; evet ABD karşıtlığı ve şovenist gericilik yan yana gelebilir. Irak’ta ve Filistin’de ABD karşıtlığıyla dinci gericiliğin içiçe olması gibi? Burada sorun kimin ABD karşıtı olduğu veya olmadığı değildir. Sorun, bu ABD karşıtlığının neye, kime hizmet ettiğidir. Irak ve Filistin’deki dinci gericiliğin ya da bağımsızlıkçı milliyetçiliğin ABD karşıtlığı o toplumların mevcut (kapitalist gelişmesini tamamlamamış, modern sınıflar henüz oluşmamış) sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeylerinde, bugün olduğu gibi, nesnel olarak anti-emperyalist, bağımsızlıkçı dolayısıyla da o toplum için ileri bir rol oynayabilir. Fakat Türkiye gibi kapitalist bir ülkede bu birliktelik kesinlikle gericidir. Eşitsiz gelişmenin tarihsel yatağının kapitalist emperyalist sistem olduğunu unutmayalım.(11)
ABD Karşıtlığındaki Yükselme Niçin Bu Denli Önemseniyor?
TC sınırları içerisinde yükselen KUKM’ni başından itibaren ’emperyalizmin bir oyunu’ ya da ’emperyalizmin böl ve yönet taktiği’ vb. değerlendiren hem de kendini sol içinde sayan genişçe bir kesim olduğu biliniyor. Dahası Türkiye işçi sınıfının sendikalarda örgütlenebilmiş kesimlerinde de ‘devlet solu’ diyebileceğimiz bu yaklaşımın geniş bir tabana sahip olduğu malum. Bu yaklaşımların sahipleri çeşitli ekonomik ve sosyal sorunlar karşısında zaman zaman farklılaşabilmekle birlikte KUKM karşısındaki bu ortak yaklaşımı her durumda sürdürüyorlar. İdeolojik zeminini Kemalizm’in oluşturduğu bu yaklaşım esasen Kürtleri 70 yıl dağ Türkü olarak niteleyen resmi TC politikalarının ideolojik uzantısı. Bunlara göre zaten M.Kemal ‘ne mutlu Türküm diyene’ derken de bunu etnik bir referansla yapmamıştı (nedense M.Kemal’in bu sözle aslında neyi kast ettiğini öğrenebilmek için Kürtlerin 27. isyanını beklemek zorunda kaldık?!), mevcut KUKM de emperyalizmin bir oyunu, PKK de emperyalizmin maşası.
sendika.org’un aktüel gündemlerinde ve benzeri yaklaşımlarda ise milliyetçiliklere emperyalizm karşısındaki tutumlarına göre tavır alınıyor. ABD emperyalizmine hizmet ettiği söylenerek şovenist Türk milliyetçiliğine karşı tutum alınırken, Kürt milliyetçiliğine de yine AB ya da ABD yanlısı olduğu için karşı çıkılıyor. Ve solculardan halihazırdaki her türden milliyetçiliğe karşı olmaları isteniyor. Çünkü bunların tamamı ya emperyalistlere hizmet ediyor, ya emperyalistlerin dümen suyunda ya da yeterince anti-emperyalist değil. ‘Kürt milliyetçiliği AB
ya da ABD yanlısı olmasa farklı olurdu’ gibi bir ima da var. Yani anti-emperyalist olsa.
Buranın tartışmalı bir saha olduğunun farkındayım. Fakat milliyetçilikler karşısında emperyalizmlerden kerteriz alarak tavır almanın bir yandan Marksist analizin tarihsel boyutunu diğer yandan da TC’nin Kürdistan’daki varlığının emperyal karakterini ihmal ettiğini söylemeliyim. Herhangi bir milletin (kuşkusuz Kürt milletinin de) kendi kapitalizmini (diğer bağımlı kapitalizmler gibi olacak olsa da) kurmak ve geliştirmek hakkı olduğuna, bunun Kürtler bakımdan tarihsel ilerleme olduğuna inanıyorum. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı salt Misak-ı Milli içi bir hak olamayacağı gibi, salt sosyalizm içi bir hak da olamaz. Kürt halkı kendi kaderini Misak-ı Milli ve sosyalizm dışında da tayin edebilir. Bu meşru bir haktır. Dünya işçi sınıfı hareketlerinin ve sosyalizminin bu denli gerilediği, Türkiyeli emekçilerin milliyetçilik ve dincilikle bu denli zehirlendiği bir konjonktürde ezilen bir milletin kurtuluş mücadelesinden bu denli net bir tutum beklemek adil değil. Bu mücadelenin çeşitli bölmelerinin emperyalizmin işbirlikçiliğinden bağımsızlıkçı bir tutuma uzanan bir spektrumda değişken tavırlar göstermeleri gayet anlaşılır bir durum. Aynen Irak’taki direnişin BAAS’cı bir milliyetçilikten köktendinciliğe uzanan bir spektrumda yer alması gibi.
Diğer yandan milliyetçilikleri salt emperyalizmler karşısındaki tutumlarıyla ya da emperyalist merkezlerle ilişkilerine göre tasnif etmenin de asıl olarak SSCB ve sosyalist blok çözülmeden önceki iki kutuplu dünyaya ait bir şablon olduğu açık.(12) Şablonun kaidesinin (sosyalist blok) ortadan kalktığı bir dünyada, ona göre şekillenmesi beklenen milli kurtuluşçuluktan net bir anti-emperyalist tutum beklemekle, Musul ve Kerkük’ü Misak-ı Milli sınırları içinde olduğu halde İngiltere’ye, Hatay’ı ise Fransa’ya terk eden genç TC’ye ‘terk etme, savaş’ demek arasında da ciddi bir fark yok.
Fakat Kürt milliyetçiliğini ABD ve AB karşısındaki tutumuna göre tasnif edenler bu tasnif temelinde sosyalizm içi bir tartışma yürütmek istiyorlarsa en azından “Kürdistan’ın dört parçaya bölünmüş ayrı bir ülke, Kürtlerin ayrı bir halk olduklarını, Türkiye kapitalizminin bölgenin diğer üç devletiyle birlikte Kürt Halkını boyunduruk altında tuttuğunu, bunun her halükarda gayri meşru olduğunu, TC’nin Kürdistan’daki egemenliğinin kendi kapitalizminin gelişkinliği ölçüsünce emperyal bir karakter taşıdığını, Kemalizm’in gerici Türk burjuvazisinin Türkler bakımından tarihsel olarak aşılmış resmi ideolojisi, Kürtler bakımından ise başından itibaren asimilasyoncu emperyal bir ideoloji olduğunu, Türk Devlet aygıtının Kürt’leri inkar ve siyasal olarak imha konusunda tüm organlarıyla hemfikir olduğunu, Türk devletinin (henüz ABD dünyanın kabadayısı ve kendisinin patronu değilken bile) Kürtlere karşı pek çok kıyım ve katliama imza attığını, tutarlı bir ABD (ya da AB) karşıtı olabilmek için TC karşıtı da olmak gerektiğini, tutarlı bir antiemperyalist olmanın temel koşulunun tutarlı bir sosyalist ve enternasyonalist olmak olduğunu” söylemeleri gerektiğini, tasniflerini en azından bu gerçeklerin içine de oturtmaları gerektiğini de bilmelidirler.
Emekçilerin Ortalama Duyarlıklarına Seslenen Sendikalizm,
Kendiliğinden Bilinçlerine Seslenen Politika
Fakat benim gelmek istediğim nokta, Türk ve Kürt milliyetçiliklerini aynı kefeye koyan tutumun içeriği kadar, bu tutumu almayı cesaretlendiren temel sosyal faktör. Bu faktör, şovenizm kaynaklı ABD karşıtlığının işçi sınıfına da (bilhassa da sendikalarda örgütlü kesimlerine) sirayet etmekte oluşu. Ulusal sorun bahsinde sesleri zaten çok fazla çıkmamış olan işçi sınıfının örgütlü kesimleri, Öcalan’ın TC’ye tesliminden itibaren hız kazanan şovenizm dalgasından nasiplerini aldılar. Türkiye işçi sınıfının örgütlü kesimlerinin temsilcilerinde ‘Kürt sorununa siyasi-demokratik çözüm’ diyen birkaç cılız sesin dışında, bırakın sosyalisti, demokrat olarak bile niteleyebileceğimiz bir yaklaşım yok. En son Eğitim-Sen tüzüğünden ‘anadilde eğitim hakkı’nın çıkarılması da bu duruma tüy dikti. Dolayısıyla şovenizme paralel bir ABD karşıtlığının bu kesimler içinde de yaygınlaştığını, ya da şovenizmden ve dincilikten kaynaklı yükselişin bu kesimleri de ciddi olarak etkilediğini, bu durumun da ABD karşıtlığındaki güncel yükseliş üzerine politikalar üretmeyi teşvik ettiğini söylemekte sakınca yok.
Ben ABD karşıtlığının Türkiyeli emekçiler arasında da yaygınlaşıyor oluşunun, sendika.org’un aktüel gündemlerini ve özellikle de bu yazılardaki Kürt milliyetçiliğiyle Türk milliyetçiliğini aynı kefeye koyan yaklaşımları esinleyen önemli bir faktör olduğuna inanıyorum.
Buna karşılık asıl olarak şunların konuşulması gerektiğine inanıyorum:
İşçi sınıfının sendikalarda örgütlü kesimlerinin ortalama duyarlıklarına seslenen bir mücadele hattının gidebileceği yer bu kesimlerin 28 Şubat’taki çizgilerinden daha ileride olmayacaktır. Bugün işçi sınıfının sendikalarda örgütlü kesimlerinin mücadele pratiklerinde sosyalizmden eser kalmamıştır. Bu kesimin ekonomik-sendikal mücadelesindeki sosyalizmden mülhem yanlar, geniş emekçi kitleleriyle birleşmek adına budanmış ‘aman radikal şeyler söylemeyelim, radikal işler yapmayalım, yoksa geniş emekçi yığınlarıyla birleşemeyiz’ denerek sendikal mücadele AB müktesebatından mülhem bir liberalizmin ve laiklikten ibaret bir ilericiliğin sınırlarına kadar gerilemiştir. DİSK’in geldiği çizgi de(13), Eğitim-Sen’in yetki kaybı (o da neyin yetkisiydiyse?!) da kitlelerle buluşmak adına yapılan bütün bu siyasal ve ideolojik operasyonların gelip dayandığı yerlerdir.
Bugün bunu gören kimilerinin (sendika.org’un aktüel gündem yazarlarının da) sorunun kaynağını liberalizmde, Kürtçülükte ya da laiklikte gördüklerini biliyorum. Fakat Marksistlerin sosyal olguları kolayından aynı sepete koyma lüksü yoktur. Olgunun çıplak hali kadar, içinde yer aldığı sosyal bağlam ve tarihselliği de en az o kadar önemlidir. Ne milliyetçilikle liberalizm, ne dincilikle alevicilik, ne AB’cilikle ABD’cilik, ne de Türkçülükle Kürtçülük aynı sepete konulabilir cinsten olgular değildir.
Sorun emekçilerin ortalama duyarlıklarına bağlı sendikal mücadele, kendiliğinden bilinçlerine dayalı politik mücadele üretme çabasında. Yoksa KESK’i, DİSK’i birer mücadele örgütü olmaktan çıkarıp devletin çizdiği meşruiyet sınırlarına mahkum eden anlayışların hala buraları yönetiyor olmasını nasıl açıklarız. Yönetebiliyorlar, çünkü ortalama duyarlıkları örgütlüyorlar, emekçilerin kendiliğinden bilinçlerinin ötesindeki politik tezleri (sosyalizm gibi) buralara yaklaştırmıyorlar.
Her bir parçası çifte baskı ve sömürü altında ezilen dörde bölünmüş Kürdistan için milliyetçilik ileri bir programdır. Fakat aynı şeyi Türk milliyetçiliği için nasıl söyleriz? Türk milliyetçiliği, Kapitalist Türkiye’deki sermaye egemenliğinin temel ideolojik aracı, dincilik ise hemen onun yanıbaşındaki yedeğidir. Türk halkını sömürü ve baskı altında tutmanın, Kürt Halkı’nı ise çifte baskı ve çifte sömürü altında tutmanın araçlarıdırlar. Kürdistan’ın Türkiye’den ayrı bir ülke olduğu gerçeğini inkar etmeden, tarihsel gelişmenin daha geri bir evresindeki bu ülkenin milliyetçiliğini Türk milliyetçiliğiyle aynı kefeye koyamayız?(14) Fakat Türkiyeli emekçilerin kendiliğinden bilinci bunu yapıyor.
Türkiye’deki ortalama solcu, Türkçülükle Kürtçülüğü çoğunlukla aynı kefey
e koyuyor. Güya milliyetçiliğin her türlüsüne karşı olup suret-i haktan görünüyor. Fakat Marksistler, sosyalistler zalimin zulmüyle, mazlumun feryadını aynı kefeye koyamazlar. Salt vicdan sahibi ve adil oldukları için değil. Ondan önce tarihsel maddeci oldukları için, bir başka ulusu ezen bir ulusun asla özgür olamayacağını, ezen ulus milliyetçiliğiyle ezilen ulus milliyetçiliğinin asla aynı kefeye konulamayacağını bildikleri için. Fakat eğer, Türkiyeli emekçilerin ortalama duyarlıklarına dayanarak sendikal mücadele yürütecekseniz, onlara sosyalizmden kaynaklı bir bilinç taşımayacaksanız, bunları sendikal pratiğinizde tabii ki aynı kefeye koyarsınız. Politik pratiğinizdeyse yine döner emekçilerin kendiliğinden bilincinin özgürlükçü yanına yaslanmak isterseniz sol liberalizmi, bağımsızlıkçı yanına yaslanmak isterseniz de yükselen ABD karşıtlığını bayrak yaparsınız kendinize.
Kürt milliyetçiliğinin, Kürdistan’ın sosyo-ekonomik gerçeğinde ileri bir program olması onun Türkiye’deki sosyalist akımlarının içinde sayılacağı anlamına gelmez. Ama Türkiye sosyalizminin müttefiki olduğu anlamına gelir. Dünyada kendi halkları için ileri programları temsil eden tüm akımlar Türkiye sosyalizminin müttefikidir. Hele de aynı Türk burjuvazisi ve aynı burjuva devlete karşı mücadele eden Türkiyeli sosyalistlerle Kürt Ulusal Kurtuluşcularının müttefikliği tartışma dahi götürmez.
Bugün Türkiyeli sosyalistleri işçi sınıfına ulaşmaktan alıkoyan temel etkenlerden biri olan şovenizmi aşmanın yolu, Kürt milliyetçiliğini şovenizmin sorumluları arasında gösterip suret-i haktan görünmek değildir. Şovenizmin faturasını KUKM’ne çıkartmak en hafifinden arabayı atın önüne koşmaktır. Aynı mantıkla 1970’li yıllardaki faşist terörün faturası da o dönemin devrimci akımlarına çıkartılabilir. Türkiyeli sosyalistler şovenizmi alt edeceklerse bunun yolu emekçilerin iç savaş koşullarında burjuvazi ve onun devleti tarafından şekillendirilmiş geri bilinçleriyle uzlaşmak değildir. Tam aksine bunun yolu bu geri bilinçle hesaplaşmaktır. Yani sosyalist bilinci emekçilere taşımak.
Türkiye işçi sınıfı hareketinin bu gün içinde bulunduğu durumun sorumlusu ne AB’ye endeksli sol liberalizm ne de laiklikle sınırlı ilericiliktir. Bunlar sınıf hareketinin üzerinde yükseldiği temel mantığın dışavurumlarıdır. Sorun, emekçilerin ortalama duyarlıkları üzerinden, işçi sınıfının kendiliğinden bilinci üzerinden mücadele geliştirme mantığındadır. Uzunca bir süredir bu ortalama duyarlıklara seslenmenin çehresi sol liberalizm, laiklik ve sendikalizmdi. Bu gün sınıf hareketini sağlam temeller üzerinde ve yeniden kurmanın mantığı ABD karşıtlığı, laiklik ve sendikalizm olamaz!? Olursa varacağı yer aynı olacaktır.
Nasıl ki salt kendi günlük çıkarını düşünen bir ekonomizmden demokrasi ya da sosyalizme yol gitmezse, devletin bekasını düşünen bir ABD karşıtlığından da anti-emperyalizme yol hiç gitmez. Bugün Türkiye’deki ABD karşıtlığındaki güncel yükselişi işçi sınıfının sendikal mücadelesini yeniden canlandırmanın manivelası olarak görenler bilmelidir ki, bu manivela, TC menşeli Kürt karşıtı şovenizmden ve köktendinci duyarlıklardan ayrıştırılmadıkça işçi sınıfının sendikal mücadelesine de tarihsel davasına da hizmet etmez. Türkiyeli sosyalistler olarak öncelikle yaşadığımız ülkedeki mücadeleden sorumluyuz. Verimli bir işbirliğinin koşulu, gerçekçi bir işbölümüdür. Ve bu ülkenin gerçeği ile Kürdistan’ın gerçeği farklıdır.
Bir de ek; Trabzon ya da Sakarya için Ankara’nın hukukunu istemek nasıl ki kimseyi ‘TC’nin sömürücü politikalarının demokratik sonuçlar yaratabileceğini düşünen bir hayalperest’ yapmazsa, Diyarbakır için Brüksel’in hukuku istemek de kimseyi ’emperyalizminin sömürgeci politikalarının “demokratik sonuçlar yaratabileceğini” hayal eden’ler(15) haline getirmez. Ayrıca Trabzon ya da Sakarya’da Ankara’nın hukukunu hakim kılmanın Trabzon için de Sakarya için de demokratik bir gelişme olacağını da belirteyim. Keza Diyarbakır’da da Brüksel hukukunun.
Sosyalistler, işçi sınıfının mücadelesine hizmet etmek istiyorlarsa öncelikle tüm emekçilerin zihinlerini esir alan ‘öğrenilmiş çaresizlik’i parçalamalıdırlar. Çaresizliği zihinlere çakansa, tüm zor aygıtlarıyla tüm ideolojik aygıtlarıyla Türk devletidir. Türkiyeli emekçi kendi tarihsel davasına önce patronundan, sonra milliyetçilikten sonra emperyalizmden en sonunda da kapitalizmden sırasıyla, aşama aşama bağımsızlaşarak sahip çıkmayacak. Mücadele içerisinde kendisine sosyalizmin bilinci ulaştıkça bunların tümünden ve Türk devletinin zihnine çaktığı ‘çaresizlikten’ topluca bağımsızlaşacaktır.
Son Not
İşçi sınıfının ortalama duyarlıklarına, kendiliğinden ideolojisine dayanarak mücadele yürütme anlayışı I.Dünya Savaşı’nda Engels’in yakın arkadaşı Karl Kautsky’yi ve önderi olduğu II.Enternasyonal’i kendilerini inkar pahasına ‘anayurdu savunma’ çizgisine götürmüştü. Alman savaş kredileri Bundestag’ta Kautsky’nin yoldaşlarınca da (1918’in Spartakist önderi Karl Liebnicht hariç) onaylanmıştı.
‘İşçi sınıfının ekonomik-sendikal mücadelesi bağımsız sosyalist bilinç ve örgüt olmaksızın fabrika duvarını aşamaz’ diyen Lenin ve yoldaşları ise aynı tarihsel kesitte ‘halklar hapishanesi’ olarak niteledikleri Rusya’da insanlığa Ekim 1917’i armağan ettiler.
Kautsky ve yoldaşları Bundestag’ta savaş kredilerini onaylarken işçi sınıfına ihanet ettiklerini değil, tam aksine işçi sınıfının sesini dinlediklerine inanıyorlardı. Ve bu inançları da yanlış değildi!
Dr. Ahmet Tellioğlu
dr.ahmet.telli68@gmail.com
dipnotlar
1- sendika.org izlediğim ve nadiren de olsa katkıda da bulunmaya çalıştığım bir yayın organı. Ağırlıkla Türkiye işçi sınıfının sendikalarda örgütlü kesimleri, sosyalist aydınlar ve sosyal branşlardaki akademisyenlerce izlendiğini düşünüyorum. Temel olarak da emekçilerin ekonomik-sendikal mücadelesine ışık tutmaya çabaladığını gözlemliyorum. Hem bilgilendirici özellikleri, hem de işçi sınıfının sendikal gündemiyle bağlantılı çeşitli siyasal yazılara özgürce yer veriyor olması nedeniyle (benim de iki yazım sitede yayınlandı:)de beğeniyorum. Kısa zamanda teknik ve içerik olarak kendini geliştiren ve daha da geliştireceğine inandığım sitenin editörlerine de yeri gelmişken hem teşekkür ediyor hem de kendilerini kutluyorum.(yn)
2- Kuşkusuz mevcut ABD düşmanlığının içinde hiç antiemperyalizm, hiç demokrasi, hiç sosyalizm özlemi olmadığı anlaşılmamalı. Fakat güncel ABD düşmanlığı, ezici çoğunlukla ve sürükleyici motifleri itibariyle asıl olarak dinci ve milliyetçi gericilikten besleniyor. (yn)
3- 1 Mayıs Devlete mi Kalacak?-Arzu Çerkezoğlu,Dev-Sağlık İş Genel Sekreteri,09 Mayıs 2006, http://sendika.org/yazi.php?yazi_no=6021
ABD Türkiye’yi İç Savaşa mı Sürüklüyor?-11 Mayıs 2006, http://sendika.org/yazi.php?yazi_no=6055
Şeytan İmalathanesi-Aktüel Gündem, 18 Mayıs 2006, http://sendika.org/yazi.php?yazi_no=6144
Karşınızda Hür Parlamenter Demokratik Rejim-Aktüel Gündem-22 Haziran 2006, http://sendika.org/yazi.php?yazi_no=6520,
Çıkış Sol Politikalarda -Aktüel Gündem, 29 Haziran 2006, http://sendika.org/yazi.php?yazi_no=6607
4- Karşınızda Hür Parlamenter Demokratik Rejim: “Bütün bu cerahatli siyaset-cinayet-rezalet oyunlarının arkasında duran, köpeklerin tasmalarını elinde tutan, dahası bu devlet düzenini kuran gücün kim olduğunu her kes biliyor: ABD”! “Bu kontrger
illa hamleleriyle ABD, devletin tepesinde, hep kendisinin yukarda kalacağı bir tahteravalli kuruyor. Bu tahtaravallinin siyasi eksenleri ‘Türkçülük-Kürtçülük’ ve ‘Laiklik-Şeriatçılık'”, “ABD’nin harekete geçirdiği tezgah büyük bir siyasal gericilik dalgası yaratıyor.”
Şeytan İmalathanesi : “Dolayısıyla diyebiliriz ki, devlet iktidarı için yarış, ABD kırbacı altında gelişiyor”.
5- Şeytan İmalathanesi: ABD Türkiye’nin orta yerine şeytan imalathanesini kurdu. Bu imalathanenin hangi iktidar güçleri ve biçimlerini yarattığı Türkiye toplumunun ortak hafızasında gayet canlı bir biçimde duruyor: Faşizmin en aşağılık unsurları…”
6- ABD Türkiye’yi İç Savaşa mı Sürüklüyor?: “Ama artık halkının tamamı ABD’ye karşı olan Türkiye’yi, ABD’nin büyüyen savaş bataklığına sokabilmek için “uygun politik koşullar”ın yaratılması gerekiyor. ABD bu koşulları, orduyu yeniden iktidar dümenini doğrudan ele almaya sevkederek sağlayabileceğini umuyor… Üzerinde ancak ordu iktidarının güçleneceği bu olağanüstü hal atmosferinin Türkiye’yi “sus pus edeceği” beklenmemelidir. Tam tersine böylesi bir politika, Türkiye’yi 1984-1996 sürecinden farklı olarak tehlikeli bir “toplumlararası kutuplaşma” sürecine sokacaktır.
Bir “toplumlararası kutuplaşma”nın ABD’nin “işine gelmeyeceği”ni sanan yanılır. Tersine Ortadoğu’da batağa saplanan ABD, bataklıkta yalnız kalmamak için Türkiye’de unsurlarını yönetebildiği bir iç savaş sürecinin gelişmesini tercih edecektir.”
1 Mayıs Devlete mi Kalacak?: “ABD’nin Türkiye’yi dışarıda Irak ve İran halkının üzerine sürmeye, içerde ise bir Türk-Kürt savaşına sürüklemeye çalıştığı bugün,…”
7- Karşınızda Hür Parlamenter Demokratik Rejim:”… Bu belirsizlik, gıdasını solun ve anti-emperyalizmin birbirinden ayrılmış olmasından alıyor. Bu ayrışmanın doğmasında, siyasi islamı veya Türk ırkçılığını anti-emperyalist cephenin bir bileşeni olarak gören militarist ve liberal sol anlayışların oynadığı rolü hiç kimse unutmamalıdır. Yine bu ayrışmanın doğmasında ABD ve AB emperyalizmlerini demokratik hak ve özgürlük mücadelelerine dolaylı veya dolaysız destek olarak gören Kürt milliyetçiliği ile liberal sol anlayışların oynadığı rol unutulamaz. Türkiye’de sol olmayan ne varsa, (türkçülük, kürtçülük, alevicilik, şeriatçılık, orientalizm, işçicilik, liberalizm, militarizm, pasifizm, terörizm) solda cirit atıyor;…”
8- Çıkış Sol Politikalarda -Aktüel Gündem, 29 Haziran 2006
9- Dünya kapitalizminin en yüksek aşaması olarak emperyalizm, pek çok farklı gelişmişlik düzeyindeki kapitalizmleri bir arada içerir. Bunlar arasında tek (Japonya gibi) ya da blok halindeki (AB gibi) gelişmiş kapitalist ülkeler bulunduğu gibi Türkiye gibi orta gelişkinlikte bağımlı kapitalist ülkeler de vardır. Bunların birbirleriyle ve hegemonik güçle olan ilişkileri salt bir tabiyet ilişkisi değildir. Ulusal pazarda birbiriyle rekabet halinde olan ama kapitalizmin genel çıkarları söz konusu olduğunda birlikte hareket edebilen kapitalistler arası ilişkiden farklı olarak emperyalizmin kendi bünyesinde barındırdığı blokları, güçleri ya da bütünün tüm parçalarını tek bir siyasal düzen ve barış içerisinde tutabilme yeteneği sınırlıdır. Çünkü tek tek kapitalizmlerden farklı olarak emperyalizmin ‘burjuva devlet’ gibi bir aygıtı, sınırları belli bir coğrafyada tarihsel olarak elde edilmiş bir meşruiyeti yoktur. Unutmayalım ki çağımızdaki emperyalizmin ayırdedici özelliği, dünyanın emperyalist ülkeler ve sömürge ülkeler olarak bölünmesinden önce finans kapital egemenliğidir.
Tek bir finans kapitalden söz ediyor olmamız onun homojen, yekpare bir olgu olduğunu düşündürtmemelidir. Finans kapital, mali ve sınai sermayenin ‘tekeller’ içerisinde bütünleşmiş halidir. Ve bütün tekeller uluslararası ölçekte iş görmekle beraber, kapitalizmin doğasından kaynaklanan rekabetlerini salt ekonomik araçlarla değil, pek çok zaman ulus devlete dayalı bir siyasal-askeri araçlar setiyle sürdürmektedirler.
Citibank bugün bütün dünyada iş görmektedir ama bir ABD bankasıdır. Siemens Alman, Toyota ise Japon’dur. Sermaye gruplarının hepsi birden çok alanda tekelleşmiş olmakla beraber, hem tek tek faaliyet alanlarındaki diğer tekellerle, hem de finans kapital grupları olarak dünya ölçeğinde birbirleriyle rekabet halindedirler. Gerek kapitalist emperyalist sistemin bu iç rekabeti, gerekse de eşitsiz gelişmeye dayalı doğası dünyayı salt bir ’emperyalist ülkeler-sömürge ülkeler’ çelişkisi olarak kavramamızı olanaksız kılar.
Kapitalist emperyalizmin gerici özü emperyalist ülkelerin diğer ülkeleri sömürüyor olmasından önce; dünyaya egemen finans kapitalin yatırıma dönüştüremediği muazzam sermaye fazlasında en gelişmiş ifadesini bulan yıkıcı asalaklığından kaynaklanır. Azalan kar oranları, bir yandan yatırım olanaklarını azaltırken diğer yandan yatırıma dönüşemeyen sermayeyi tüm dünyada artırır. Yatırıma dönüşemeyen sermaye fazlası arttıkça, kar oranları üzerindeki basınç da artar. Bu fasit daire tüm finans kapital bloklarını sömürüyü sınırsızca artırmak yönünde saldırganlaştırır. Emperyalist gericiliğin kaynağı burada, kendi iç çelişkisindedir.
Dolayısıyla Türkiye gibi uluslararası kapitalizme entegre bir ülkenin ekonomisi ve siyaseti salt ABD’nin mutlak hegemonyasıyla açıklanabilecek karakterde bir ilişki değildir. Kaldı ki Türkiye uluslararası kapitalizmin ekonomik ve siyasal hegemonya yarışından kopmamış bir başka gücüyle (AB) daha üst düzey bir entegrasyona gitmeye çabalamaktadır. Bağımlı olsun olmasın, her kapitalist ülkenin kendi tarihsel gelişimi ve uluslararası kapitalizme entegre olma biçimi (uluslararası işbölümündeki yeri) onun ekonomik ve siyasal düzenine karakterini veren özgüllükler taşır. Ve unutmamalıyız ki, dünün iki kutuplu dünyası sadece sosyalist bloğu değil, ortak düşmana (sosyalizm) karşı tek yumruk halinde mücadele eden kapitalist emperyalist sistemin ‘tek yumruk’ niteliğini de çözmüştür. (yn)
10- Kamuoyu kimden yana?, Sami Kohen, http://www.milliyet.com.tr/2006/06/15/yazar/kohen.html
“…Merkezi ABD’de bulunan “Pew” adlı kurumun “küresel tavırlar projesi” adı altında Türkiye dahil, 15 ülkede yaptığı kapsamlı anketin sonuçlarına göre de, Türk halkı ABD’ye ve Bush yönetiminin politikalarına karşıtlık alanında en ön safta yer alıyor…Her iki araştırmadaki bulgular, bundan önce yapılan benzer anketlerle kıyaslandığında, Türk toplumunun genelde Batı’nın politikalarından giderek uzaklaşmakta olduğu açıkça görülüyor.
Rekor düşüş!
Pew’nun araştırmasının önemli bir bölümü, ABD karşısındaki “küresel tavırlar”la ilgili. Bu bağlamda Türk kamuoyunun tavrı bir hayli olumsuz. Örneğin Türkiye’de toplumun ancak yüzde 12’si ABD’nin lehinde görünüyor. Bu oran 2000’de yüzde 52, 2003’te yüzde 30, geçen yıl da yüzde 23 idi…”
Yani Türk toplumu, uluslararası sermaye eliyle bir gecede %40 fakirleştiği 2000’de ABD’ye ancak %48 karşı iken bugün %88 karşı. Ben o günkü %50’den az karşıtlıkta da bugünkü %88 karşıtlıkla da temel etkenin ABD’nin Kürt’lere karşı tutumunun temel etken olduğunu, bugünkü %88 karşıtlıkta ise IMF-DB politikalarının Kürt sorunundan sonra ancak ABD’nin müslümanlık karşıtı tutumuyla birlikte anılabilecek düzeyde etken olduğuna inanıyorum (yn)
11- Sosyalist bloğun varlığı koşullarında henüz kapitalist gelişmesini tamamlamamış ülkelerin bağımsızlıkçı milliyetçiliklerini antiemperyalist kılan olgu bizzat sosyalist bloğun varlığı idi. Yoksa milliyetçiliğin ya da
bağımsızlıkçılığın özsel doğası değil. Bağımsızlıkçı milliyetçilik=antiemperyalizm=ilericilik denklemi iki kutuplu dünyanın mümkün kıldığı, o dünyaya ait bir denklemdi. Bugünün konjonktüründe ise bağımsızlıkçı milliyetçilik=ilericilik≠ antiemperyalizm (Güney Kürdistan) olabileceği gibi, bağımsızlıkçı dincilik=antiemperyalizm≠ilericilik(Irak, Filistin) denklemleriyle karşı karşıyayız.
Fakat bu denklemlerin kurulabileceği zemin kesinlikle Türkiye gibi kapitalist gelişmesini tamamlamış, modern sınıfların oluştuğu bir ülke değildir. Türkiye’deki bağımsızlıkçı milliyetçilik=ABD karşıtlığı=gericilik≠antiemperyalizm denklemini kurduran olgu Türkiye kapitalizminin gelişmişlik düzeyi, TC’nin Kürdistan’daki egemenliği ve bu egemenlik nedeniyle ABD ile yaşadığı konjonktürel çelişkidir.
12- Bkz. Türkiye İşçi Sınıfı Milliyetçiliğin Her Türüne mi Karşı Olmalı?-Dr. Ahmet Tellioğlu, 16 Kasım 2005, http://sendika.org/yazi.php?yazi_no=3813
13- DİSK genel Merkezi’nin ‘Kürt Milliyetçiliği’ni gerekçe olarak gösterip geçen yıl yapılan 12 Eylül’ü protesto mitinglerinden çekilmesi de liberal sosyal demokrat bir partinin kuruculuğuna soyunması da birbirleriyle son derece uyumlu hareketlerdir. DİSK, devletin sola açtığı, bir yanı milliyetçilik (DİSK sözkonusu olunca ulusalcılık demek daha doğru) diğer yanı liberalizm olan kulvarda kendine yol açmaya çabalamaktadır.
14- Bkz. Türkiye İşçi Sınıfı Milliyetçiliğin Her Türüne mi Karşı Olmalı?-Dr. Ahmet Tellioğlu, 16 Kasım 2005, http://sendika.org/yazi.php?yazi_no=3813
15- Çıkış Sol Politikalarda -Aktüel Gündem, 29 Haziran 2006