Devlet iktidarı için mücadelenin “30 Ağustos sonrası”ndaki düzlemi yavaş yavaş belirginleşiyor. Ortadoğu’yu alevlerin sarmasıyla birlikte taraflar manevralarını bu kez “Kürt sorunu”nu öne çıkararak geliştirmeye başladılar. İktidar mücadelesinin tarafları değişmedi ama öne çıkan konusu değişti. Şimdiki taktik çatışma sahası, Kürt sorununun hangi askeri yöntemle konusunda: Kandil’e operasyon mu yapalım, Lübnan’a “barış gücü” mü gönderelim, Olağanüstü Hal […]
Devlet iktidarı için mücadelenin “30 Ağustos sonrası”ndaki düzlemi yavaş yavaş belirginleşiyor. Ortadoğu’yu alevlerin sarmasıyla birlikte taraflar manevralarını bu kez “Kürt sorunu”nu öne çıkararak geliştirmeye başladılar. İktidar mücadelesinin tarafları değişmedi ama öne çıkan konusu değişti. Şimdiki taktik çatışma sahası, Kürt sorununun hangi askeri yöntemle konusunda: Kandil’e operasyon mu yapalım, Lübnan’a “barış gücü” mü gönderelim, Olağanüstü Hal mi ilan edelim?
Her iki yöntemin de sorunun çözümüne en küçük bir katkı sağlamayacağı biliniyor. Bunlar denenmiş yöntemler. Bu yöntemlerle yalnızca, Türkiye hem içerde hem dışarda çok ağır zararlara uğratılıyor.
Ama Türkiye’nin uğrayacağı zarar kimin umurunda, devletin iktidarını ele geçirmek veya elde tutmak her şeyin üzerinde. Sanki 1984-2000 arasındaki dönem hiç yaşanmamış, 30 bin insan ölmemiş, ülkenin yüz elli milyar doları kendi insanlarımızın bombalanmasına, kurşunlanmasına, işkenceye, cezaevi yapımına, ormanların yakılmasına, dehşet ve korku ortamı yaratmaya, düşünce hayatının baskı altına alınmasına harcanmamış gibi yapıyorlar. Türkiye insanı aptal yerine konularak, Kürt sorununun “çözümü” için Olağanüstü Hal’in de, sınır dışı operasyonun da akla gelen her biçimi uygulanmamış gibi bağıra çağıra, “girerdin, giremezdin”; “bu yasalar yetiyor”du, “elimizi kolumuzu bağlıyor”du tantanası yapılıyor.
Bu tartışmanın karşılıklı argümanlarının Kürt sorununun çözümü açısından hiçbir değeri olmadığı ortada. Bu tartışma yalnızca gerici ve yıkıcı bir iktidar kavgası olarak anlam taşıyor:
Olağanüstü Hal, ordunun ve kontrgerillanın devlet iktidarı üzerindeki gücünü artıracak kesin formül.
Orduyu handikaplı bir konuma yuvarlayarak “sınır dışı etmek” ise kimi koşullarda AKP Hükümeti’nin elini rahatlatabilir.
Her iki durumda da okkanın altında Türkiye halkının kalacağı kesin. Her iki senaryo da yoksul kanı üzerinden iktidar hesabıdır!
İsrail’in Lübnan’a girişiyle birlikte bu iki taktik çizgi birbirine karşı hem içerde hem de dışarda manevralar geliştirmeye başladı. Zapsu’nun mekik diplomasisi ile Lübnan’da NATO önderliğinde bir barış gücünün oluşturulması önerisi arasında doğrudan bir bağlantının olup olmadığı henüz bilinmiyor. İsrail’den çıktığı söylenilen bu önerinin daha önce nerede pişirildiği karanlıkta da kalsa, Türkiye’yi ABD’nin Ortadoğu’ya saldırısı sürecinin eli kolu bağlı bir parçası haline getireceği kesin.
Çünkü ister NATO önderliğinde olsun, isterse de BM Güvenlik Konseyi’nin emrinde, bu kanallardan geçirilerek oluşturulacak bir silahlı gücün İsrail’in ABD tarafından arkalanmış saldırganlığını perdelemekten, Ortadoğu direnişini baltalamak ve bastırmaktan öte barış yönünde olumlu bir rol oynaması olanaksız. Bu nedenle de, böylesi bir “misyon”da görev almak, Türkiye’yi Ortadoğu halklarının emperyalizme karşı direnişinde hedef haline getirebilecektir.
Bu formülün, fiilen “dış savaş halinde” bir Türkiye durumu yaratacağı ve AKP iktidarı üzerindeki ordu tehdidini zayıflatacağı da düşünülebilir.
Ama diğer yandan, “uluslararası müdahale” adı altında gerçekleştirilecek bir saldırıya karşı direnişin genişlemesi, AKP Hükümeti’ni kendi tabanından koparan bir etki de yapabilecek; tamamıyla “politik otoritenin” kararı olacağı için de olası bir başarısızlıkta, ordu fatura kesilen değil, fatura kesen bir konumda durabilecektir.
***
AKP ve ordu arasında süregiden iktidar mücadelesi, toplumun politik biçimlenmesinde güçlü bir etki yapıyor. Türkiye toplumunun zihni, ulusalcılığı Kürt düşmanlığıyla, modernizmi militarizmle kaynaştırmış bir siyasi zihniyet dünyası ile halkçılığı ümmetçilikle, özgürlüğü şeriatçılıkla kaynaştırmış bir başka siyasi zihniyet dünyasının etki alanı içinde şekilleniyor. Toplum bu şekillenme içinde iki büyük gericilik kampına bölünüyor: Siyasal İslam ve Otoriter Milliyetçilik.
Türkiye solunun etrafını saran bu gerici kuşatmanın bir günde ortaya çıkmadığını; basitçe “ideolojik” bir şey olmadığını; “dünyadaki havanın tersine dönmesiyle” çözülmeyeceğini; bu gericiliğin içerisinde oluşacak çatlaklardan medet umulamayacağını; ve hepsinden önemlisi, Siyasal İslam’a ve Otoriter Milliyetçiliğe açıktan açığa karşı bir toplumsal politik güç merkezi yaratmanın, solun bu kuşatmayı aşabilmesi için bir ön şart olduğunu görmemiz gerekir.
Bu gerçekler görülmediği, üzerinden atlandığı sürece, zaten aşırı ölçüde parçalanmış, dağılmış ve demoralize olmuş olan solun büyük gerici güçlerin kuyruğuna takılmaktan, değirmenine su taşımaktan kurtulabilmesi olanaklı değil.
Bu gerici kuşatmanın büyük siyasi güçler tarafından ve çok geniş bir cepheden topluma dayatıldığı, bu nedenle de kırılamayacağı kaygısı yaygın ve etkili bir kaygı. Ancak bu düşünce tarzı yanlış. Türkiye toplumunun gündemini işgal eden sorunları sol bir bakış açısıyla ele almak, alternatif çözümler geliştirmek ve bu çözümlere inandırıcılık ve çekim gücü kazandırmak elbette zor ama olanaklı da.
Türkiye solu bugünkü zayıf halinde dahi, sözünü eylemle tamamlayabildiğinde toplumsal bir çözüm gücü hüviyetini kazanabiliyor. Çünkü Türkiye toplumunun Siyasal İslam ve Otoriter Milliyetçilik’le ilgili yakın dönem deneyimleri hiç de olumlu değil. Bu akımların Türkiye’yi dün olduğu gibi bugün de bir toplumsal yıkım sarmalına sürüklediği hissediliyor. Özellikle Şemdinli provokasyonundan bugüne kadar uzanan suikast, sabotaj ve entrika zinciri, her iki tarafın da inanılırlığını önemli ölçüde zedeledi.
Diğer yandan Türkiye toplumu, Ortadoğu’ya yapılan emperyalist müdahalenin kendi geleceğini de kararttığını görüyor; bu yangının Türkiye’ye sıçramasının huzursuzluğunu sürekli yaşıyor. Bu huzursuzluk neo liberal yeni sömürgecilik politikalarının neden olduğu yoksullaşma süreciyle bütünleştiğinde daha önce milliyetçi ve islamcı istismara kolayca açılabiliyordu. Bugün bu akımların, az çok derli toplu bir sol toplumsal muhalefet zemininin oluşturulması halinde aynı başarıyı gösterebilmesi oldukça şüphelidir.
Solun sorunu, bu istismarı önleyecek kitle politikalarını üretmekteki zayıflıklarında yatıyor. Yoksullaşan kitleleri, kendi öz güçlerinin Kürt sorununu da Ortadoğu sorununu da bağımsızlıkçı ve halkçı yöntemlerle çözmeye yeteceğine inandırmayı hedefleyen bir kitle çizgisi ve bu kitle çizgisinin, halkı oligarşi karşısında bütünleştirici bir siyasi iradeye dönüştürülmesini öngören bir siyasi süreçle iç içe geçirilmesi gerekiyor.
Böylesi bir çizgi birçok noktadan başlayarak üretilebilir. Elbette, neo-liberal yeni sömürgecilik politikalarının yarattığı toplumsal yıkıma karşı sol politikalarla yürütülecek direnişler en güçlü başlangıç noktalarından biridir; ama ilerici emek ve halk güçlerinin ortak mücadele zeminlerinden geliştirilecek, Kürt sorunu gibi bir soruna odaklanmış tümüyle politik bir kitle çizgisi de bir başlangıç noktası sağlayabilir.
***
Siyasal İslam ve Otoriter milliyetçilik, kendi toplumsal tabanlarını diri tutabilmek için cemaatçiliği ve Kürt düşmanlığını ateşleyecek araçları kullanıyor. Temel araçları her iki kesimin kendine özgü provokasyonları. Solun görevi, bu provokasyonlarla harekete geçirilen gerici ve faşizan toplumsal duyarlılıkları nötralize edecek sol politik-toplumsal önermeleri güç haline getirmekti
r.