Bir hata sonucu, Ergün İşeri’nin makalesi eksik olarak yayına konuldu. Aşağıda makalenin tamamını bulacaksınız. Yazarımızdan ve okuyucularımızdan özür dileriz.Sendika.Org Sosyal güvenlik sistemini tümüyle değiştiren yasa tasarısının gündeme geldiği tarihten bu yana epey zaman geçti. Yasa tasarısına karşı etkili bir muhalefetin olduğunu söylemek ise mümkün değil. Ne siyasi partilerden ne de yasadan etkilenen kesimlerin örgütlerinden. Hiç […]
Bir hata sonucu, Ergün İşeri’nin makalesi eksik olarak yayına konuldu. Aşağıda makalenin tamamını bulacaksınız. Yazarımızdan ve okuyucularımızdan özür dileriz.Sendika.Org
Sosyal güvenlik sistemini tümüyle değiştiren yasa tasarısının gündeme geldiği tarihten bu yana epey zaman geçti.
Yasa tasarısına karşı etkili bir muhalefetin olduğunu söylemek ise mümkün değil. Ne siyasi partilerden ne de yasadan etkilenen kesimlerin örgütlerinden.
Hiç bir şey yapılmadı diyemeyiz, buna ne hakkımız var ne de vicdanımız elverir. Evet bir şeyler yapıldı, ama yukarıda da belirtmiş olduğumuz gibi “etkili” olmadı.
İktidarın, IMF’den aldığı talimatı hiçbir engele takılmadan uygulaması için adeta elleri kolları serbest bırakıldı.
Yasanın getireceği ek yükler ve elden aldığı haklar konusu ise başta emekçiler olmak üzere halka yeterince anlatılamadı. İktidarın ve medya tekellerinin bilgi kirlenmesi yaratmasına karşı önlem de alınmadı.
Cumhurbaşkanı tarafından muhalefete seslerini çıkarmaları için bir kez daha fırsat verildi ama muhalefetteki davranış kalıplarında yine bir değişiklik görülmedi.
Yasa AKP çoğunluğunun oylarıyla, sermayenin ve medya tekellerinin yoğun desteğiyle bir kez daha Meclis’ten geçti.
Son iki gün içinde konulan birkaç eylemin ise “namusu kurtarmak” adına yapıldığını kabul etmeliyiz. Bunlar sokakları terk eden muhalefetin geç kalmış çırpınışlarıdır. Burada bir parantez açalım; sakın Ankara’da kararlı bir duruş sergileyen emekçiler bundan alınmasın. Sorgulanacak epey konu var, örneğin bir memur kentinde KESK’in neden ancak 200 kişi ile eyleme gidebildiğinden yola çıkılabilir.
Tasarı için Cumhurbaşkanı’nın yeniden geri gönderme yetkisi yok, yapılacak tek şey Anayasa Mahkemesi’ne dava açmak. Açılır mı açılmaz mı bunu zaman gösterecek.
Cumhurbaşkanının ne yapacağı veya ne yapmayacağından çok bizi ilgilendiren başka bir konu var. Türkiye’de bir muhalefet sorunu var. Belki de doğru söz muhalefet edememe olabilir.
Tek başına şu veya bu örgüt, kuruluş için çeşitli iddialar sıralanabilir, bunu oldukça hak edenlerin listesini vermek de mümkündür.
Ama bundan önce genel olarak tabloya bakıldığında muhalefet adına yapılanları bir gözden geçirmek gerekmektedir.
Öyle uzun ve süslü teorik laflar gerekli değil. Bir iktidar var ve ondan derin bir düzen var. Bunların uygulamalarından etkilenen, değiştirilmesini isteyenlerin yapacakları işin adı muhalefet.
Muhalefet etmenin tek bir biçimi yok, ama yapılan muhalefetin iktidarı veya düzeni zorlaması, en azından atacağı adımların mesafesini kısabilmesi gerekir.
Tarih boyunca muhalefetin kendini en iyi gösterdiği alan hep yüz binlerin doldurduğu sokaklar olmuştur. Yani toplumun kendi gücünü göstermesiyle muhalefet ete kemiğe bürünmüştür. İktidarlar toplumun fiziki gücünü gördükleri ve haykırışlarını işittikleri zaman bir bedel ödeyeceklerini öğrenmişler ve hesaplarını gözden geçirmişlerdir.
Seçimlerden bu yana, Irak’a asker gönderilmesi ve ABD ordusunun Türkiye’de yığınak yapması için hazırlanan yasa tasarısına karşı konulan eylemler hariç sokaklar muhalefetin sesini yansıtmadı.
Sosyal ve siyasal yaşamın önde giden aktörleri sokaklardan çekilmekle de kalmadılar, çenelerine de kilit vurdular.
Muhalefetin dinamik güçleri olması gereken unsurlar sol partiler, sendikalar, meslek örgütleri merkezlerde yapılan basın açıklamaları ve dar kadro eylemlerinin ötesine geçemeyen bir çizgiye sıkışmış durumdalar.
Meclis’teki siyasi partilerin muhalefet yeri çok net; TBMM Grup Toplantı Salonu. İktidar ve muhalefet partilerinin liderleri bu salonlarda sevenlerinin alkışlarıyla kendilerini mutlu eden atışmalar için laf üretmenin ötesine geçmek istemiyor.
Sendikalar da sokakları boşaltılar, birkaç konu dışında emekçilerin alanlarda gücünü gösterdiklerine artık pek tanık olunmuyor.
Tek başına sendikaları suçlu ilan etmenin kimseye yararı olmaz. Konu işçilerin sokağa çıkmaması olunca soldaki kimi partiler, hareketler bilinen formüllerini sıralarlar: Sendikal bürokrasi sınıfın önünü tıkıyor vs. Bunun “sen neden yoksun” sorusuna yanıt olamadığını görmezden gelirler.
Bildirilerde, programlarda, söylevlerde kendilerini işçi sınıfının, halkın öncüsü, örgütlü gücü olarak tanımlayan bir çok iddialı siyasetin bu öncülüğün hakkını neden veremediklerini ise hiç tartışma konusu olmaz.
Bu “anlı şanlı” siyasi partiler 1 Mayıs’ın veya eleştirdikleri sendikaların düzenlediği mitinglerin dışında alanlara tek başlarına çıkmazlar. Çıkmaya niyetlenmezler dahi. Ve hala oturdukları bürolardan halkın kendilerine gelmelerini beklerler.
Bırakın sokakları insanlarla doldurmayı, duvarlara bir afiş asmayı, bir boya ile tepkileri yazmayı bile unutmuş bir sol var bu ülkede. İşçi sınıfıyla, sendikalarla bağını yitirmiş, bu bağı bir sendika koltuğunu doldurmaya eşitlemiş ve eleştirdiği ağalık sistemini kendisi için sürdürmeyi ilke olarak benimsemiş bir sol var.
Solun kendini baştan aşağıya gözden geçirmesi gerekli. Elbette işin en başında da hem kendilerine hem de örgütledikleri kesimlere karşı dürüst ve samimi olmaları gerekli.
Bu gerekliliklere yenilerini eklemenin sonu yok.
Siyasetin muhalefeti örgütleyemediği her yerde kimi kitle örgütleri öne çıkmaktadır. Bunlardan beklentiler, örgütsel güçleriyle orantısız bir biçimde artmaktadır.
Tutumlarıyla bir çok insana yön verebilecek, hedef gösterebilecek, örgütlenmesini kolaylaştıracak bu örgütlerin başında da DİSK, KESK, TMMOB ve TTB gelmektedir.
Doğal olarak son yaşanan süreçte bu örgütlere yönelik eleştiriler artacaktır. Çünkü halk, emekçiler bu örgütlerden beklentilerine yanıt verebilecek bir hat izlemesini isteyecekler, göremedikleri zaman da tepkilerini dile getireceklerdir.
Kitleleri dışlayan bir muhalefet anlayışıyla bir yere varılamayacağını herkes görmelidir. Medya tekellerinin icazetine tabi açıklamalar, birkaç yönetici ve temsilcinin katıldığı “profesyonel” ve süslü eylemlerin artık emekçilerin taleplerinin yaşama geçirilmesine katkısı yoktur.
Muhalefeti yalnızca masa başına, kurumsal diyaloglara indirgeyen yolların çok uzun olmadığı gerçeği en nihayet DİSK’in açıklamasıyla da ortaya konulmuştur. Eksik olan DİSK’in, KESK’in, TMMOB’nin ve TTB’nin yönelttikleri onca eleştirilere, kendi tabanlarının tepkilerine rağmen Emek Platformu gibi tıkaca dönüşmüş bir yapıda neden yer almayı sürdürdüklerine doyurucu bir yanıttır.
Emek Platformu tıpkı Demokrasi Platformu gibi tarihsel dönemini ve misyonunu tamamlamıştır. Bu örgütler, Emek Platformu’ndan ve içindeki ayağı prangalı kuruluşlardan medet ummaktan neden vazgeçmezler, kendi güçlerine güç katacak, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin örgütlenmesinde yol açacak yeni birlikteliklerin arayışına neden girmezler.
Önümüzdeki günler yeni gelişmelere gebedir. Türkiye fırtınalı ve sonunda sancılı bir sürecin eşiğindedir. Ani ve küçük bir darbe ile büyük bir kaosun içine sürüklenebilir.
Yıllardır ezilen, sömürülen ve baskı altında tutulan tüm kesimlerin tek olmaktan güç olmaya yönelmelerini kolaylaştıracak bir yapıya gereksinim bulunmaktadır.
Bu noktada sorulacak soru, böylesine bir yapı için kimin veya kimlerin misyon üsteleneceğidir.
Halkın gücünü örgütleyecek ve bunu gösterebilecek yapıyı kimler ve nasıl inşa edecektir.
Yanıtı hep birlikte vereceğiz diyebiliyorsak işte o zaman doğru bir adım atmış oluruz. Kendini, bırakın devrimciliği, genel anlamıyla solcu diye tanımlayan hiç kimse bunun sorumluluğundan kaçamaz, kaçmamalıdır.
Sokaklar yeniden halkın coşkun akan seliyle kaplanmalıdır. Bunun için de herkes elini yükün altına koyma cesareti ve sorumluluğu göstermelidir.
5 Haziran 2006