Dünyadaki tartışmalara paralel olarak, Türkiye’de, de ‘sol’ kavramı ile ilgili tartışmalar sıklıkla yapılıyor. Solcuların veya kendisine solcu sıfatını yakıştıranların çeşitli yayın organlarında veya internet üzerinde yaptıkları bu tartışmalar büyük ölçüde AB ya da askeriye (güvenlik) eksenli ilerliyor. Bu tartışmalarda genellikle, Türkiye’de bugünlerde kimlere solcu denildiğinden veya kimlerin kendilerine solcu dediklerinden hareket edilerek sol kavramı için […]
Dünyadaki tartışmalara paralel olarak, Türkiye’de, de ‘sol’ kavramı ile ilgili tartışmalar sıklıkla yapılıyor. Solcuların veya kendisine solcu sıfatını yakıştıranların çeşitli yayın organlarında veya internet üzerinde yaptıkları bu tartışmalar büyük ölçüde AB ya da askeriye (güvenlik) eksenli ilerliyor. Bu tartışmalarda genellikle, Türkiye’de bugünlerde kimlere solcu denildiğinden veya kimlerin kendilerine solcu dediklerinden hareket edilerek sol kavramı için tanımlamalara ulaşılmaya çalışılıyor. Ve işte asıl kıyamet de bundan sonra kopuyor. Çünkü bütün bunlar sonucunda sol kavramına ilişkin öyle tanımlamalara ulaşılıyor ki akıllara ziyan! Askeriyeci sol, ulusal sol, Avrupa Birlikçi sol, Liberal sol, Milliyetçi sol bunlardan sadece birkaçı. Birbirleriyle uzlaşamaz olan bu gibi ifadelerin hepsinin aynı kavramı yani sol kavramını nitelemeye çalışmalarından hareket edilirse, ortada bir yanlışlığın olduğunu söylemek herhalde yanlış olmayacaktır.
Türkiye Solu, Liberaller ve Avrupa Birliği
30/04/06 tarihli Radikal İki’de Sayın Arslan ‘AB sürecinin hakiki destekçileri’ isimli yazısında “Türkiye solu, AB konusunda ezberiyle hayat ve sokağın dayattığı arasında, hep ezberini tercih etti. Sokaktaki işsizlerin, çalışanların, Kürtlerin ve Alevilerin AB sürecine yönelik umutlarını görmezden geldi.” demekte. Elbette geçmişte Türkiye solunun birçok yanlışı olabilir ve hatta hala daha inatla birçok konuda yanlış yapıyor da olabilir, ama solun ülkede yaşayan insanların AB sürecine yönelik umutlarını dikkate alması gibi bir görevi olabilir mi? Üstelik bugün, Türkiye solunun büyük bölümü yazarın dediğinin aksine AB rüzgarına kapılıp sağa savrulmakta. Neyse ki sayıları az da olsa, geri kafalılık ve dinozorluk suçlamalarına rağmen doğru yoldan şaşmayan münafıklar da var. Ve iyi ki varlar. Varlar ki insanların sosyo-ekonomik durumlarının gelişmesinin, yaşanabilir bir gelir elde edilmesinin, toplumdaki eşitsizliklerin giderilmesinin, özgürlüklerin artırılmasının tek ve mutlak yolunun Avrupa Birliği’ne girilmesi olduğunu savunanların karşısında ‘AB emperyalist bir bloktur. AB’ye girişi savunmanın solculukla yakından uzaktan ilgisi yok’ diyenler var.
Yine aynı yazıda şu ifadeler yer almakta: “AB karşıtı solun, AB projesinin gerçek sahibi dediği neoliberaller, projeyi terk etmiş görünüyor”. Bu sonuca da Şemdinli olayları ve Ferhat Sarıkaya ile ilişki gelişmeler sayesinde ulaşılıyor. Acaba bir olaydan hareket edilerek böyle bir sonuca ulaşmak ve demokratikleşme ile AB sürecini özdeş görmek ne kadar doğru. Peki her şeyi bir kenara bırakırsak bunlardan hareketle solu suçlamak niye? Avrupa Birliği o kadar demokratik ise niye 12 Eylül’ün üzerine hiç gitmiyor dersiniz? Demokrasinin beşiği!? Avrupa Birliği ülkelerinden hangisi 12 Eylül olduktan sonra tepki göstermiş. Hangi AB ülkesi hapishanelerin hücreleştirilmesini eleştirmiş? Peki kendi ülkesindeki hapishaneleri yıllar önce F tiplerine çeviren ülkeler, bizde aynı şeyin olmasına karşı durabilirler mi? Rekabet gücünü yükseltmek, piyasa ekonomisini tüm kurumlarıyla tesis etmek bizzat AB Anayasasında yer almamakta mıdır? Bu da emekçilerin bir maliyet unsuru olarak görülerek koşullarının mümkün olduğunca kötüleştirilmesi anlamına gelmez mi? Peki AB ülkelerinde çalışanların, emeklilerin sosyal hakları hızla ellerinden alınırken bizde bunun tersi olabilir mi? Daha önemli bir soru AB ile sol nasıl yan yana olabilir? Solun olmazsa olmazları eşitlik ve özgürlük kavramları piyasa ekonomisi çerçevesinde nasıl çözümlenebilir? Bütün bunlardan sonra yazarın sorduğu bir soruyu ben kendisine soruyorum: Gerçekten de bugün AB sürecinin hakiki destekçileri kimlerdir?
Burada bir parantez açıp Monthly Review Türkçe’nin Nisan 2006 tarihli dördüncü sayısında John Bellamy Foster’ın yazdıklarını aktarmanın isabetli olacağını düşünüyorum: “Avrupa hala refah devleti ve sosyal demokrasiden arta kalanları elinde tutuyor. Ancak, işçi sınıfının tarihsel kazanımları, neo-liberal saldırganlık karşısında hızla eriyor. Avrupa Birliği genişlerken, Türkiye gibi, kendisine üye olan ya da üye olma beklentisi içinde olan ülkeler, hala kendilerinin; sosyal demokrasi tarafından onarılan daha rasyonel bir kapitalist düzenle birleştiklerini hayal ediyorlar. (…) Açık seçik olan sonuç, sol açısından, sermayenin mantığı ile uyumlu bir rasyonel siyaset alanının mevcut olmadığıdır. Tersine yönelik tüm niyetlerin yanılsama olduğu ortaya çıkmıştır.”
Değerlendirme
Sayın Arslan Radikal İki’deki yazısının son kısımlarında doğru ve güzel şeyler de söylemiş. “Türkiye’nin … bir sol harekete her zamankinden çok ihtiyacı var”. Evet bu kesinlikle doğru. Devlet yatırımlarının durduğu, eğitim ve sağlık sisteminin çöktüğü, yolsuzlukların engellenemediği, doğan her çocuğun büyük bir borç yüküne sahip olduğu, reel ücretlerin düştüğü, emekçilerin birçok sosyal hakkının elinden alındığı, gelir dağılımının toplumun büyük bir kesimi aleyhine bozulduğu ve yoksulluğun giderek arttığı bir süreçte sola olan ihtiyaç çok fazla. Ama belki de asıl sorun burada ortaya çıkıyor. Nasıl bir sola ihtiyaç var? Nasıl bir sola ihtiyacımız olmadığını ifade ettiğimizde bu soruya da cevap vermiş olacağız aslında. Piyasa ekonomisini savunan, silahlı kuvvetleri bir kurtarıcı ve ilerici bir güç olarak gören dolayısıyla onların geçmişte yaptıklarını da eleştirmeyen, enternasyonalizm yerine ulusalcılığı ya da yurtseverliği savunan, bütün sorunları dış güçlere bağlayan, Avrupa Birlikçi, salonlarda siyaset yapan, statükocu olan, devletle aynı dili konuşan, sürekli uzlaşma peşinde olan ve sınıf kavramını kullanmaktan özellikle çekinen bir sola kesinlikle ihtiyacımız yok. Bütün bunları reddeden bir sola yani radikal-sosyalist sola ihtiyacımız var. Şunu da unutmamak gerekir ki ihtiyaç duyulan er geç ortaya çıkacaktır. Kim bilir belki de çoktan ortaya çıkmıştır…
Devrim ERSEZER