“…Bugün Türkiye’deki ABD karşıtlığının içindeki Kürt düşmanlığını ayrıştırmış olsak, ABD karşıtlığından geriye ne kalırdı?!…” BU ŞEYTAN İMALATHANESİ KİMİN? (1) Danıştaya yönelik son saldırının islamcı bir faşist tarafından gerçekleştirildiği anlaşılıyor. İster, ne olduğu kim olduğu güya belli olmayan gizli(!) güçlerce gerçekleşirilmiş olsun, isterse arkasındaki oluşum tam anlamıyla açıklığa kavuşturulsun, Türkiye’nin kırılgan bir politik atmosfere girdiği görülüyor. […]
“…Bugün Türkiye’deki ABD karşıtlığının içindeki Kürt düşmanlığını ayrıştırmış olsak, ABD karşıtlığından geriye ne kalırdı?!…”
BU ŞEYTAN İMALATHANESİ KİMİN? (1)
Danıştaya yönelik son saldırının islamcı bir faşist tarafından gerçekleştirildiği anlaşılıyor. İster, ne olduğu kim olduğu güya belli olmayan gizli(!) güçlerce gerçekleşirilmiş olsun, isterse arkasındaki oluşum tam anlamıyla açıklığa kavuşturulsun, Türkiye’nin kırılgan bir politik atmosfere girdiği görülüyor.
Bu atmosferi düne kadar sadece Şemdinli ve çevresindeki kontrgerilla eylemleri ve batıdaki kimi kentlerde gerçekleştirilen devrimcilere, kürtlere yönelik linç girişimleri karakterize ediyordu. Bu durum da çeşitli muhalif çevrelerce, artan PKK eylemlerine karşı kullanılan bildik kirli savaş yöntemlerine böylesi linç girişimlerinin de eklendiği biçiminde yorumlanmıştı. Fakat son Danıştay saldırısı, ister istemez bu atmosferin salt PKK tehdidine yönelik olarak oluşmadığını, ABD’nin İran planlarıyla bağlantılı, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dönük bir laik-islamcı çatışmasının da bu atmosferin belirleyicilerinden biri olacağını düşündürttü.
Türkiye’de sınıf tabanını ağırlıkla köylülük ve orta sermayede bulan ciddi bir islamcı kesim olduğu biliniyor. Fakat 28 Şubat süreci de gösterdi ki bu kesimin düzene dönük itirazlarıyla bu itirazların işaret ettiği çözümlerin imkanları arasında “olmayacak duaya amin” türünden bir ilişki var. İslamcılık ne Türkiye büyük sermayesini ne de Türkiye işçi sınıfının ana gövdesini kendisine kazanamadı. İslamcılık, Sovyet sosyalizminin çözülmesinden sonra İran’daki Humeyni iktidarıyla müslüman dünyada esen dalgayı da arkasına alarak, gerek Türkiye sermayesinin yapısal güçsüzlüklerinden kaynaklanan siyasal temsil sorunlarından, gerekse de işçi sınıfının örgütsüz ve dağınık oluşundan yararlanarak köylülük ve orta burjuvazinin ittifakı halinde çeşitli düzen içi siyasal başarılar elde etti.
Türkiye sermayesi islamcılıktan boşalacak ideolojik konumu yine kendi yapısal eksiklikleri nedeniyle doldurabilecek kapasiteye sahip değil. Dolayısıyla islamcılığın işgal ettiği ideolojik alanının boşalması buralara düzen karşıtı sol güçlerin, Kürdistan’da ise PKK’nin yerleşmesi ihtimalini barındırdığı için islamcılıktan tamamen vazgeçmekte mümkün değil. Vazgeçemeyeceği islamcılığı ordu önderliğinde terbiyeye girişen Türkiye sermayesi Tayyip Erdoğan’ın şahsında bunu büyük ölçüde başardı.
Şunu biliyor olmamız lazım; çünkü Tayyip Erdoğan bile biliyor: TC Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasına izin vermeyecek ise, bunu sağlamaya yeter bir ‘olağan’ araçlar setine sahiptir. Provakasyonla gözünü korkutmasına gerek yoktur. Dolayısıyla Danıştay yargıçlarına yönelik saldırıda cisimleşen son provakasyonu sadece Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’nı engellemeye dönük bir laik-islamcı çatışmasının yeniden sahneye konulması biçiminde okumamak gerekir. Trabzon’dan Bozüyük’e oradan Sakarya’ya gerçekleştirilen linç girişimlerinden, Şemdinli’deki kontrgerilla saldırısına, saldırıyla ilgili iddianameyi hazırlayan savcının meslekten ihraç edilmesinden Kürdistan’daki olağanüstü askeri hareketliliğe kadar uzanan sürecin bir parçası olarak ele almak gerekir.
Türkiye’deki siyasal islamcılığın aslen düzen muhalifi değil, düzenin huysuz ve sinik bir yedeği olduğunu en iyi Türkiye’yi yönetenler bilir. Bunların sözcülerinin değiştirmek istediklerini söyledikleri düzenle bütünleşme düzeyleri benim diyen düzen yanlısına taş çıkartır. Öyleyse son provakasyonun tetiklediği gelişmelerin kaynağını laik-islamcı çatışmasının ötesinde daha geniş bir platformda aramak durumundayız.
ABD’nin Muhtemel İran Operasyonu ve TC’nin Açmazı
TC’nin ilgili tüm organları ABD’nin olası bir İran operasyonuna bigane kalmak gibi bir seçeneklerinin olmadığının farkındalar. Diğer yandan böylesi bir operasyonun ABD’nin gözünde Kürtlerin Ortadoğu’daki önemini daha da artırma ihtimali de aşikar. İran’da yaklaşık 8 milyon Kürt yaşamakta ve bunların İran rejimiyle barışık olduğunu kimse söyleyemez. Hatta oralarda PJAK’ye (İran Kürdistanı’ndaki PKK paralelindeki parti) dönük yaygın bir sempatinin olduğu da bilinmekte. PKK’nin mollalar rejimiyle çatıştığını biliyoruz. Yani nükleer başmüzakerecisinin son kriz bağlamında Türkiye’yi ziyaret ettiği günlerde İran’ın PKK kamplarını bombalaması tesadüf değil. TC’nin yumuşak karnını kuşku yok ki İran’ın mollakrasisi da biliyor: Türkiye kapitalizmi ve Türk devleti kendi Kürt sorununu barışçı temelde halledememiş ve halledemeyecek! (2)
Türkiye kapitalizminin bu kadim sorununa ABD’nin Irak’ı işgaliyle Kuzey Irak’taki federe Kürt devleti de ilave oldu. Şimdi Türkiye’nin egemenleri İran Kürtlerinin de olası bir İran operasyonunda ABD’nin himayesine girerek bu tabloya eklenebileceğini ya da güney Kürtlerinin ABD nezdindeki operasyonel öneminin daha da artabileceğini, dolayısıyla Kürt sorununun kendileri açısından büsbütün bir kabus haline gelebileceğini hesap etmekteler. Oysa Türk devletinin elinde ABD’nin İran’a saldırı ihtimalini ortadan kaldırmak için hiç bir araç yok.
Türk devleti ABD’nin İran’a saldırmasına seyirci kalsa, Kürtlerin bölgesel öneminin artışına seyirci kalmış olacak. ABD’yi desteklese, bu kez Kürtlerin önemini kendi eliyle artırmış olacak. Aşağı tükürse sakal yukarı tükürse bıyık.
Kuşkusuz ABD’nin herhangi bir askeri operasyonuna Türk devletinin tamamen bigane kalması söz konusu olamaz. ABD kapitalist-emperyalist sistemin hegemonik lideri ve askeri olarak tek süper gücüdür. TC açısından sorun desteğin ne ölçüde aktif bir destek olacağıdır.
Türkiye kapitalizmi salt ABD’ye değil bölgesel hesapları bakımından ABD ile çelişen AB’ye de bağımlıdır. ABD’nin Irak saldırısında alınan tutuma benzer bir tutumun zemini AB sayesinde oluşabilir. Ve olası bir İran operasyonunda AB Türkiye’ye Irak’takine benzer bir manevra alanı açabilir. Fakat TC bunu Irak’ta denemiş ve sonuçlarından memnun olmamıştır. Yarın da TC’nin ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik askeri planlarına hayır diyememesinin temel nedeni salt ABD emperyalizmine olan bağımlılığı değil, Irak savaşından aldığı dersler olacaktır. ABD’nin Irak’ı işgali Türkiye’nin egemenlerine kendi çıkmazlarının daha da derinleşeceğini göstermiştir. Sonuçta bölgedeki tüm Kürt’leri düşman belleyen bir noktaya gelinmiştir. Ve TC düşman gördüğü bu varlıkla mücadele edebilemenin tek yolunu da bölgede her geçen gün daha tayin edici hale gelen büyük ağabey ABD’nin gözüne girmekte aramaktadır.
Kürt meselesindeki bu açmaz ABD’nin bölgede kalıcılaşan varlığıyla her geçen gün derinleşiyor. Bu durum TC’yi olası bir İran saldırısında ABD yanında aktif(!) çözümler arama seçeneğine doğru itiyor. Danıştay’a yapılan saldırı göstermektedir ki, böylesi bir seçeneğe hazırlık olarak Tayyip Erdoğan hükümeti şahsında Türkiye islamcılığı’nın burnunun da iyice sürtülmüş olması, Irak’takine benzer bir pürüzün yaşanmaması istenmektedir.
İlk bakışta çelişkili gibi gözüken ABD’nin muhtemel İran saldırısına aktif destek verme tutumunun tamamen Türkiye Kapitalizminin kendi Kürt açmazından kaynaklandığı açık. Türkiye’nin egemenleri İran operasyonunda yeniden ABD’nin gözüne girmeyi ve bu ‘gözdelik’e sığınarak en azından inkar ve imhaya dayalı Kürt politikalarını Türkiye sınırları içerisinde kalıcılaşt