Boğaziçi ve Koç üniversitelerinden Ünal Zen-ginobuz, Fatoş Gökşen, Gökhan Özertan ve İsmail Sağlam’ın, “Vergi mükellefinin cebinden devletin hazinesine: Türkiye’de kim ne kadar vergi ödüyor?” başlıklı çalışmasını henüz okuyamadık. Ama basında çıkan değerlendirme/tanıtma yazılarından bu çalışmanın devlet-vatan-daş ilişkilerinde gerçekten son derece önemli alanları kurcaladığı anlaşılıyor. Mesela, Hakan Altınay’ın Radikal 2’de çıkan Vergi Prizmasından başlıklı yazısından (2 […]
Boğaziçi ve Koç üniversitelerinden Ünal Zen-ginobuz, Fatoş Gökşen, Gökhan Özertan ve İsmail Sağlam’ın, “Vergi mükellefinin cebinden devletin hazinesine: Türkiye’de kim ne kadar vergi ödüyor?” başlıklı çalışmasını henüz okuyamadık. Ama basında çıkan değerlendirme/tanıtma yazılarından bu çalışmanın devlet-vatan-daş ilişkilerinde gerçekten son derece önemli alanları kurcaladığı anlaşılıyor. Mesela, Hakan Altınay’ın Radikal 2’de çıkan Vergi Prizmasından başlıklı yazısından (2 Şubat 2006), sözkonusu çalışmanın özellikle dolaylı vergilerin (tanımı gereği) adaletsiz dağılımından ve devlet gelirleri içindeki aşırı payından yola çıkarak, devlet harcamalarının çeşitliliğini ve kalitesini sorgulama hakkını gündeme getirdiğini öğreniyoruz. Çalışma, devlet gelirlerinin yüzde 70’nin dolaylı vergilerden sağlandığını ve hane başına düşen ortalama tüketim harcamasının yüzde 25’inin dolaylı vergiler şeklinde devlete aktarıldığını vurguluyormuş. Bu bilgi kendi içinde önemli olmakla birlikte, bizce -çalışmayı görmeden, sezebildiğimiz kadarıyla- esas önemli olan bu bilginin bağlamı ve bu bilgi ile ne yapıldığı, nasıl yapıldığı da bir o kadar önemlidir.İlkin, devletin vergilerden sağladığı gelirlerle, bizzat bu vergileri kullanarak yaptığı harcamalar arasında ilişki kurmak çok önemli ve gecikmiş bir sorgulama alanı olduğunu belirtelim. Gecikmiş derken, sadece ülkemizdeki çalışmaları değil, dünya kamu maliyesi literatürünü de kastederek bir değerlendirme yapmaktayız. Kimin ne kadar vergi ödediğini araştırmak, hatta bundan yola çıkarak vergilerin adaletsiz dağılımından sözet-mek mubah sayılagelmiştir. Devlet harcamalarının azlığından, ya da neo-liberal moda gereği, çokluğundan sözetmek de mubahtır. Ama gel gör ki, kimin ne kadar vergi ödediği sorusu ile, kimin bu vergi gelirleriyle finanse edilen devlet harcamalarından ne kadar yararlandığı sorusu her nedense pek birlikte sorulmaz. Bizde de, dı-şarda da durum böyledir. Bu soruyu ABD ekonomisine ilişkin ilk defa gündeme getirenlerden biri olarak bu köşede bir iki defa bu konuya ilişkin yazdığımı hatırlıyorum. Özellikle Anvvar Shaikh’in bu alanda yaptığı ve bir çok ülkeyi ele alan Social Research dergisindeki karşılaştırmalı çalışmasının bulgularından sözettiğim yazı doğrudan bu tehlikeli soru ile ilgiliydi. Eğer çalışanlar olarak devlete vergiler yoluyla 10 YTL verip, karşılığında kötü okul ve sağlık hizmetleri, v.s. biçiminde sadece 7 YTL’lik bir şeyler geri alabiliyorsak isyan etmenin zamanı gelmiştir. 3 YTL’miz başka birileri tarafından, başka bir takım yerlerde kullanılmaktadır. Nerede bu bizden topladığınız paralar, niye bize geri gelmiyor, gelenler de niye kalitesiz diyebilmeliyiz.
İşte bizzat bu sorgulama için kimin devlete ne verdiğinin, kimin devletten ne aldığının bilinmesi gerekir. Dolayısıyla, yukarda sözünü ettiğimiz çalışma bu alana girebildiği ölçüde ayrıca önemli olacaktır. İşte bu noktada kullandığımız toplumsal kategorilerin ve siyaseti hangi kurumlar ve mekanizmalar ile yaptığımız önem kazanır. Örneğin çalışmanın dayandığı kategorilerden birinin tüketici kategorisi olduğu anlaşılıyor. Tüketici kategorisi her sınıf ve tabakadan kişiyi içerdiği için açıklayıcılığı olsa olsa “sınıfsız ve imtiyazsız” toplum kavramının açıklayıcılığı kadardır. Gerçi, H. Altınay’ın yazısında gelir vergisi ve kurumlar vergisi (şu verginin adını da adam gibi artık bir koyabilsek!) konusuna da geçerken değinilmiş ama, yazıda sadece tüketici hakları bağlamında ve dolaysız vergiler bazında geliştirilmiş gibi gözüken vatandaşın devletten talepkar olma hakkı argümanı zayıf kalmış gibi. Kâr ve ücret geliri üzerinden alınan vergilerin doğrudan üzerine gitmek ve bu konuda açık taleplerde bulunmak zamanı gelmiştir.
Bu talepler nasıl, kimler tarafından formüle edilecek ve nasıl dayatılacaktır. Evet dayatılacaktır kelimesini kasten kullanıyoruz. Siyasetin, çıkar çatışmaları alanında sınıfsal bazda “icra edilen” bir eylemlilik hali olduğu unutulmuş gibi günümüzde. Siyasi örgütlülüklerin yerini Sivil Toplum Örgütleri genel başlığı altında toparlanabilecek “alternatif” kuruluşlar almaya çalışıyor. Kimilerimiz pek umutlu STÖ yoluyla elde edilebilecekler hakkında. Biz pek değiliz. STÖ ile neyin, nereye kadar yapılabileceği konusundaki aykırı görüşlerimizi de bir başka yazıya bırakalım.
eahmettonak@birgun.net
Bu yazı 24/02/06 tarihli Birgün Gazetesi’nde yayınlanmıştır.