Meğer Abdüllatif Şener’in ne çok seveni varmış. Deniz Baykal, Tayyip Erdoğan’ı Abdüllatif Şener’in aydınlık yoluna davet ediyor. Erkan Mumcu, AKP içindeki bayrağı kendisinden sonra devralan kişinin Şener olduğunu söylüyor. Radikal ondan hukukun koruyucusu; “AKP’nin Ahmet Necdet Sezer”i olarak bahsediyor. Akşam gazetesi yazar Şakir Süter, Erdoğan’ın kabine değişikliği yaparak Şener’in ayağını kaydırmaya çalıştığını ancak Ahmet Necdet […]
Meğer Abdüllatif Şener’in ne çok seveni varmış. Deniz Baykal, Tayyip Erdoğan’ı Abdüllatif Şener’in aydınlık yoluna davet ediyor. Erkan Mumcu, AKP içindeki bayrağı kendisinden sonra devralan kişinin Şener olduğunu söylüyor. Radikal ondan hukukun koruyucusu; “AKP’nin Ahmet Necdet Sezer”i olarak bahsediyor. Akşam gazetesi yazar Şakir Süter, Erdoğan’ın kabine değişikliği yaparak Şener’in ayağını kaydırmaya çalıştığını ancak Ahmet Necdet Sezer’in karşı çıkışı sonucu devletin zirvesinde büyük bir kavga yaşandığını söylüyor. Bir hükümetin bakanı muhalefet tarafından yere göğe konulamıyorsa; hükümetle ilişkileri çok “sıcak” olmayan Cumhurbaşkanı tarafından cansiperane kollanıyorsa ve tüm bunları yapanlar iktidar partisinin bir diğer bakanı Unakıtan ile Başbakan Tayyip Erdoğan’ın üzerine çullanıyorlarsa, bu işte kesin bir iş vardır. Ve bu iş Cumhurbaşkanlığı seçimidir… İçine girdiğimiz dönem, birçoğuna ilk bakışta anlam verilemeyen, “imal edilmiş siyasi gerilimler ve krizler” dönemi olacak gibi görünmektedir.
“Cumhurbaşkanı’nı biz seçeriz. Siz de buna uyarsınız” Başbakan’ın seçim stratejisini en iyi özetleyen cümlelerdir. Bu sözler ilk bakışta Tayyip Erdoğan’ın süreci tamamıyla kendi inisiyatifinde yürütme isteğini göstermektedir. Ancak şurası açıktır ki bu memlekette Cumhurbaşkanlığı makamına oturacak kişinin tek başına, kolayca bir siyasi partinin inisiyatifinde belirlenmesi görülmüş şey değildir. Nitekim Cumhurbaşkanlığı seçiminde inisiyatif kullanmak isteyen güçler yavaş yavaş devreye girmeye başlıyor ve zaten geride başladıklar inisiyatif kapma mücadelesini çok da son dakikalara bırakmak istemiyorlar. Tayyip Erdoğan ise doğal olarak önde başladığı bu mücadeleyi ve “masaya oturmayı” geciktirerek zamana oynuyor. Tayyip Erdoğan’ı en azından pazarlık masasına oturtmanın ve o masada daha güçlü olmanın yollarının başında da karşı tarafın kozlarının elinden alınması geliyor.
Erdoğan Masaya Sürükleniyor
Hükümetin şu an için görünen en büyük kozu da sermayenin ve emperyalistlerin “en sağlam” seçeneği olarak görülen AKP projesi. Bu güçlü kozu yıpratmak için kullanılacak silahlar da çok çeşitli değil: Belirli aralıklarla patlatılan yolsuzluklarla partiyi yıpratma, potansiyel Cumhurbaşkanı adayının “sıkıştırılması”; partinin içten bölünmesi ve parçalanma tehdidi; laiklik veya ulusalcılık temelinde yükselebilecek ideolojik saldırılar…
Yıpratma operasyonu AKP’nin bu saldırıya en müsait bakanlarından olan ve her hal ve hareketiyle kendi kendini harcamaya meraklı görünen Unakıtan ile başladı. Unakıtan’ın kaçak villaları, çıkarılan bir kanunla bütün yumurta kullanan imalathanelerin mecburi müşterisi olduğu pastörize yumurta şirketi, “babalar gibi satılamayıp” mevzuattan dönen başarısız TÜPRAŞ ve Galataport özelleştirmeleri AKP’nin yumuşak karnına inen sert yumruklardı. Erdoğan’ın zaman zaman düğün takılarıyla da açıklanmaya çalışılan “esrarengiz” serveti sanki yeni fark edilmiş gibi durduk yere hortlayan “malvarlığı” tartışmasının da, potansiyel Cumhurbaşkanı adayına veya onu tek başına belirlemeye kalkan Başbakan’a yönelik bir ikaz olduğu da aşikardı.
AKP kendisine yönelik ikinci tehdit olan “İçten bölünme ve parçalanma”ya karşı da bir hayli savunmasız bir görüntü sergiledi. AKP içindeki çatlakların büyüdüğü, özellikle alacakları gasp edilerek çöküşe terk edilen hastaneler konusunda bütün bakanların birbirini suçladığı, Başbakan’ın da hepsini fırçalayıp “ihanet” ile suçladığı konuşmasının basına yansımasıyla daha net görüldü. 2003’te, özelleştirmelerdeki yetkisi Unakıtan-Erdoğan tarafından elinden alındığından beri ufak tefek “marazalar” çıkaran Şener’in pohpohlanmasını ise ikinci bir “Erkan Mumcu” yaratma tehdidi olarak düşünebiliriz. Türban konusunda “Niye sözünüzde durmadınız” diye hesap soran bir seçmene “Söz vermeyince oy vermiyorsunuz” diyen, şarap üretimini desteklemek gerektiğinden bahseden, “eşi türbanlı oğlu küpeli” diye gazetelerde demokratlığına övgüler düzülen Şener’in, AKP’nin siyasi rakiplerince başka bir “zayıf halka” olarak değerlendirildiği anlaşılıyor. Ancak Şener’in kulağına fısıldanan tekliflere karşı temkinli davrandığını da Kanal 7 televizyonunda yayınlanan şu sözleri gösteriyor: “Bir kelle alınmak istendiğinde o kişiye bir hedef koyarlar ve daha sonra diskalifiye ederler”.
Gelelim üçüncü tehdide… İmam Hatip Liselilere ikinci diploma hakkı, Kıbrıs ve Kürt sorunları ise şimdilik torbadan çıkarılmayan “ideolojik saldırılar” için uygun ortamı ilerideki günlerde gündeme getirecek gibi. TSK’ya giydirilen Amerikan çuvalının intikamını Kurtlar Vadisi filmiyle alarak kafasına deli saçması bir milliyetçilik çuvalı giydirilen “Çılgın Türkler”in politik aktörleri pusuda bekliyor. Cumhuriyet Gazetesi ise Hava Kuvvetleri’nin “Füze Raporu”na dayandırılan ve “Şeriatçı İran’ın nükleer silahları laik Türkiye’yi tehdit ediyor” ana fikrini işleyen bir yazı dizisini yayına koyarak, birilerine “Uşak İslamcı olmak zorunda değil” mesajı veriyor.
Erdoğan ise erken savunmaya çekilerek pozisyonunu koruyamayacağının bilinciyle “Allah ne verdiyse” karşı tarafa sallıyor. Kah CHP’ye karşı Türk Tarih Kurumu’nun alacaklarını piyasaya çıkarıyor, kah medyaya karşı “Salı günü öyle bir açıklama yapayım da sözlerimle çelik-çomak oynasınlar” diye gürlüyor. Ama “Salı sallanıyor”, “Çarşamba çarşafa dolanıyor”.. Erdoğan zamandan çalıyor…
Başbakan’ın Unakıtan’a yönelik koruyucu tavrının ise iki nedeni olabilir. Başbakan bilmektedir ki, bir kere adamlarını harcatmaya başlayınca bu işin sonu gelmeyecektir. Ayrıca Başbakan yine bilmektedir ki, Unakıtan’ın ne kaçak villası, ne pastörize yumurtası, ne tavukları, ne de mısırları yeni şeylerdir. Yeni olan, Cumhurbaşkanlığı seçimi konjonktürüdür. Tabii Başbakan bu kadar taktiksel düşünemiyor da olabilir. Unakıtan’a yönelik bu babacan tavır, bir zamanlar Cavit Çağlar’ın aleniyet kazanmış hırsızlıklarına ve kirli ilişkilerine “aile fotoğrafı”yla dokunulmazlık kazandırmaya çalışan Demirel’in tavrıyla aynı gerekçeye dayanıyor olabilir: Kayıt dışı iş ortaklığı! Unakıtan’ın belli bir yaşın altındakilere izlettirilmesi sakıncalı olabilecek beyanlarındaki rahatlık ise, başbakanla aralarındaki hukukun, Unakıtan hükümette olsun veya olmasın, her zaman “aile fotoğrafı”nda yer alabilecek kadar derin olduğunu gösteriyor.
Ancak Tayyip Erdoğan direndikçe Cumhurbaşkanlığı seçiminde tek sözü Erdoğan’a bırakmak istemeyenlerin baskısı da artacak ve Erdoğan masaya sürüklenecektir. Başbakan ne kadar direnir, ne kadar geciktirir, masada ne kadar kendi inisiyatifi egemen olur bilinmez ancak 11. Cumhurbaşkanı o koltuğa oturana kadar tansiyon hep yükselecek, bu gerilimin kısıtları AKP’nin icraatlarını ister istemez etkileyecektir.
Deliye Cesaret Kazandırmayalım…
%30’luk temsil gücüyle Cumhurbaşkanı’nı tek başına belirlemeye çalışırken, şişirilmiş gücünü muhalefetsizlikten alan hükümet Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası’nı meclise getirmeye hazırlanmaktadır. Kuş gribi salgınında ülkenin sağlık sisteminin zaafları açığa çıkmışken ve bütçe görüşmelerinde yapılan hırsızlık sonucunda hastaneler kaloriferlerini yakamaz, ilaç alamaz, yemek çıkaramaz, ücret ödeyemez hale gelmişken “sağlıkta dönüşüm” yapmaya çalışmanın, hele hele bunu AKP içine de yansıyan bir siyasi gerilim ortamında gerçekleştirmeye ka
lkmanın tek bir ifadesi olabilir: “Deli Cesareti”. Ancak şurası açık ki delinin cesaretini arttıran biraz da karşısındakinin cesaret ve ufuk eksikliğidir. Sağlık hizmetlerinin piyasalaştırılması anlamına gelen bir yasanın maddelerini tartışmaya kalkmakla, özünde “kamu”ya karşı “piyasa”yı savunan sağcı örgütleri mücadeleye dahil etmeye çalışmakla vakit kaybetmeye hiç gerek yoktur. Emekçilerin bu yasayı durdurabilmesi için önemli konjonktürel avantajlar vardır ve bunların değerlendirilememesinin tek gerekçesi toplumsal muhalefetin öznel sorunları olabilir. Bu öznel sorunların bertaraf edilmesi için de bir çizgi belirmeye başlamıştır. “Herkese Sağlık Güvenceli Gelecek” talebiyle İstanbul’da oluşan birliğin hem ülke çapında hem de yerel ölçekte yaygınlaştırılması ve bu yasayı durduracağız iddiasının bilince çıkarılması, emek hareketinin öncülerinin en acil ödevidir. Yeni 1 Mart’lar yaratmak ve kamusal hizmetlerin özelleştirilmesine karşı mücadele içerisinde toplumsal muhalefeti yeniden kurmak için önemli bir moment olabilecek olan bu döneme seyirci kalmamak tarihsel bir sorumluluktur.
Sendika.Org
06/02/2006