Avrupa Birliği, neo-liberal politikaların baskısı altında. Ve bu gerçeği seslendirebilmek adına, şu günlerde açık kanıtlarla donanımlıyız. Neo-liberal gündemin ilk sırasında, AB Hizmetler Yönergesi ya da taslağı hazırlayan AB eski İç Piyasa Komisyoneri Hollandalı Fritz Bolkestein’ın adıyla özdeşleşen Bolkestein Yönergesi var. 13 Ocak 2004’te kamuoyuna açıklanan ve açıklanmasıyla birlikte büyük tepkilere neden olan Yönerge, 14 Şubat […]
Avrupa Birliği, neo-liberal politikaların baskısı altında. Ve bu gerçeği seslendirebilmek adına, şu günlerde açık kanıtlarla donanımlıyız. Neo-liberal gündemin ilk sırasında, AB Hizmetler Yönergesi ya da taslağı hazırlayan AB eski İç Piyasa Komisyoneri Hollandalı Fritz Bolkestein’ın adıyla özdeşleşen Bolkestein Yönergesi var. 13 Ocak 2004’te kamuoyuna açıklanan ve açıklanmasıyla birlikte büyük tepkilere neden olan Yönerge, 14 Şubat 2006’da Strasburg’da Avrupa Parlamentosu’nda görüşüldü ve 15 Şubat’ta da oylamaya sunulacak. 14 Şubat’ta, binlerce Avrupalı emekçinin katılımıyla düzenlenen Strasburg’daki “Bolkestein’ı Durdurun” mitingi, Yönerge’nin 2006 yılının en önemli konusu olduğunu ifade eden Komisyon Başkanı Barroso’nun ya da AB Dönem Başkanı Avusturya’nın tutumunu nasıl etkileyecek? Kuşkusuz tüm bunlar, yanıtlanmayı bekleyen sorular.
Avrupalı sermayedarların sınırsız kar hırsı ile biçimlenen ve sosyal haklar alanına yönelik son 20 yıldaki en sistemli ve en kapsamlı saldırı olan Bolkestein Yönergesi, AB açısından ne gibi değişimlere kapı aralayacak? Bunu anlamak için, somut örnekler üzerinden gitmekte yarar var.
Bolkestein Yönergesi’nin Avrupa kamuoyunun gündemine yerleştiği ve Mart 2005’te 100 bin kişinin Brüksel’de bir protesto mitingi düzenlediği günlerde, İsveç’te, tam da Bolkestein Yönergesi ile gündeme oturan konuları somutlayan örnek bir vaka gündeme geldi. “Laval Vakası” olarak adlandırılan bu olayda, Stockholm yakınlarındaki bir okula yeni bir kafeterya yapılması için yerel yönetim, Letonyalı bir inşaat firması ile anlaşmıştı. Ve burada temel soru ortaya çıktı: Letonyalı firma Laval, işçilerine İsveçli işçilere ödenen ücretten daha aşağı bir ücret ödeyebilir miydi? Laval, Letonya’dan beraberinde getirdiği işçilere İsveç’teki yasal standartlara göre değil, Letonya’daki standartlara göre ödeme yapacağını ilan ettiğinde, İsveçli sendikacılar, “evinize dönün” sloganlarıyla büyük protesto gösterileri örgütledi. Böylece kafeterya şantiyesi, bir anda Avrupa’nın ekonomik geleceğini belirleyecek bir tartışmanın sahnesi konumuna geldi. İsveçli işçiler, Letonyalı işçilere daha düşük ücret ödenmesi ile kendi sosyal modellerinin ortadan kalkacağını ve işlerini kaybedeceklerini düşünürlerken haklıydılar ve elbette İsveç gibi yüksek yaşam standartlarına sahip bir ülkede, Letonya’nın sosyal standartlarını temel alan bir ücretlendirmeye maruz kalacak Letonyalı işçiler de.
İşte Bolkestein Yönergesi, tam da bu noktada öne çıktı ve tepkileri üzerine çekti. Tepkilerin nedeni ne? Bolkestein Yönergesi’nin getireceği temel değişiklikler neler? Şimdi bu soruları yanıtlayalım.
Bolkestein Yönergesi, iki ilke üzerine kurulu. Birincisi, “hizmet özgürlüğü” olarak da dilimize çevrilebilecek ilke. Bu ilke ile, herhangi bir AB ülkesinde hizmet üretme yeterliliği yasalarla kabul edilmiş bir birey ya da şirketin, aynı hizmeti AB’nin diğer üye ülkelerinde de aynı koşullarla sağlayabilmesinin önündeki engellerin kaldırılması amaçlanıyor. AB’nin hizmet ticaretinde “Ortak Pazar” niteliği kazanması için ortaya atılan bu ilkenin sakıncaları, ikinci ilke olan “köken ülke” ile birlikte düşünüldüğünde açıkça ortaya çıkıyor.
“Köken ülke ilkesi”, Yönerge’nin en tartışmalı ve emekçileri hedef alan en saldırgan ilkesi. Bu ilkeyle hizmet sağlayıcı şirket, ilk ilke sayesinde hizmet verme “özgürlüğü”ne kavuştuğu AB üyesi diğer ülkelerde, kayıtlı olduğu ülkenin, diğer bir deyişle köken ülkenin yasal düzenlemelerine bağlı olacak. Bu konuda özellikle Fransız kamuoyunda oldukça bilinen bir örnek, “Polonyalı muslukçu” örneği. Buna göre Polonyalı bir tesisat firması Fransa’da hizmet üretmeye başladığında, Polonya’daki asgari ücrete ve çalışma yasasına göre Polonyalı muslukçular istihdam edebilecek. Böylece aynı hizmeti üretmek için sözgelimi saat ücreti olarak 5 Euro kazanan Fransız işçisi, saat ücreti Polonya yasalarına göre 2.5 Euro olan Polonyalı işçi karşısında işini kaybetme riskiyle karşılaşacak, işini kaybetmemek için ücretinden ve sosyal haklarından daha düşük düzey adına vazgeçmek zorunda kalacak. Sendikal ve sosyal hakların budanması anlamına gelen ve emekçiyi emekçiye kırdırmayı amaçlayan bu ilkenin ve bununla bağlantılı olarak ilk ilkenin tehlikeleri neler?
Kapitalizmin Avrupalı emekçilere yönelik bu sistemli ve kapsamlı saldırısının yukarıdaki iki ilke kapsamında yaratacağı tehlikenin boyutlarını algılamak için şu nokta da göz önüne alınmak durumunda. “Hizmet verme özgürlüğü” ve “köken ülke” ilkeleri çerçevesinde, sözgelimi Çokuluslu bir Şirket (ÇUŞ), çalışma ve ücret standartlarının daha düşük olduğu bir ülkeye doğru kayabilecek, kaydını bu ülkelere yaptırarak bu ülkelerin ücret ve çalışma standartlarıyla diğer gelişkin AB üyesi ülkelerde hizmet ticaretini daha ucuz işgücü ile sağlayabilecek. Bu durum sadece ÇUŞ’lar için geçerli değil; sözgelimi “köken ülke”si Fransa ya da Almanya olan bir şirket, Bolkestein Yönergesi’nin kendilerine sağlamayı vaad ettiği maksimum kara ulaşmak için köken ülkelerini değiştirebilecek. Böylece AB yanlılarının AB üyeliği ile refahın genelleşeceğini, Türkiye’nin de AB standartlarında çalışma yasalarına kavuşacağını savunan masallarının büyüsü bir kere daha bozulacak. Zira bu örnek üzerinden de görülmektedir ki, Avrupalı kapitalistlerin büyük bir baskıyla AB bürokrasisine dayattığı bu düzenleme, ölen Avrupa Anayasası ile gerçekleştirilemeyeni gerçekleştirmeyi hedefliyor. Özetle, Bolkestein Yönergesi ile refah değil, yoksulluk standartlaştırılıyor.
AB’de bu yönergeden olumsuz etkilenecek emekçi sayısı oldukça fazla. Hizmet ticaretini GATS’a paralel biçimde serbestleştirmeyi amaçlayan bu neo-liberal Yönerge’den olumsuz etkilenecek emekçilerin genel çalışan nüfusa oranı %70. AB İşadamları Örgütü Unice’nin verilerine göre, 1997 ile 2002 yılları arasında AB sınırları kapsamında yaratılan yeni istihdamın %96’sı hizmet işkolunda. Bu da, Bolkestein Yönergesi’nin sınırsız kar hırsıyla hareket eden küçük bir kapitalist azınlığın çıkarlarının ençoklaştırılması için gündeme getirildiğini anlatmaya yetiyor.
Eğitimden sağlığa, inşaattan, bankacılığa kadar birçok alanda sınırsız özelleştirmelerin kapısını aralayacak olan Bolkestein Yönergesi üzerinden üç temel saptama daha yaparak yazıyı sonlandırmakta yarar var.
Birincisi, yukarıda da belirttiğim üzere Bolkestein Yönergesi, AB ile entegrasyonun sosyal standartlarda, emekçilerin yaşam koşullarında iyileştirme yaratacağı yönündeki masalın sonuna gelinmiştir.
İkincisi, Bolkestein Yönergesi, 2000 yılında Lizbon’da gerçekleştirilen AB Başkanlar Konseyi toplantısının sonuç bildirgesi olan ve AB’yi 10 yıl içinde dünyanın en dinamik ve rekabet edebilir, bilgiye dayalı ekonomisi haline getirmeyi amaçlayan Lizbon Stratejisi ile uyumludur. Bunu Avrupalı işadamlarının örgütü Unice, açıklıkla belirtmektedir. Lizbon Stratejisi çerçevesinde ortaya konulan hedefleri benimsediğini açıklayan ve bu yönde çalışmalar gerçekleştiren ETUC (Avrupa Sendikalar Kondefederasyonu) ve ETUCE (Avrupa Eğitim Sendikaları Konfederasyonu), Bolkestein Yönergesi’ne karşı çıktıklarını açıklarken, samimi olmaktan uzaktırlar. Lizbon Stratejisi’nin öngördüğü “rekabet edebilir bir Avrupa ekonomisi”ne ulaşmak için her türlü sosyal budamanın amaçlanacağını tahmin etmemeleri mümkün olmayan AB sendikal aygıtının bu önemli bileşenleri, “Lizbon’a Evet, Bolkestein’a Hayır” diyerek, aslında sermaye ile emek
çiler arasındaki mücadelede arada kalmanın yalpalamalarını sergilemektedirler.
Son olarak bu yönerge, politik olarak da AB’nin geleceği açısından önemli sonuçlara gebedir. Başını Almanya ve Fransa’nın çektiği “çekirdek Avrupa” projesine karşı “gevşek Avrupa” tezini destekleyen, bu nedenle hem Doğu Avrupa ülkelerini hem de Türkiye’yi AB kapısına bağlayan ABD ve İngiltere özelinde Anglo-Sakson model, AB’ye kendisini dayatmaktadır. AB’nin politik bir birlik olma yönünde irade ortaya koyamayışı, büyük ölçüde emperyalistler arası çelişkilerle ve burada kullanılan mücadele yöntemleriyle ilişkilidir. Bolkestein Yönergesi’ne en çok karşı çıkan ülkelerin Almanya ve Fransa olması ise, rastlantı değildir.
Sonuç olarak petrol tekeli Shell’in eski yöneticisi Fritz Bolkestein’in yönergesinin reddedilmesini sağlayacak emekçi iradesinin, “AB Anayasası’na Hayır”ı örgütleyen iradede saklı olduğu ve bunun politik sonuçlarının AB’nin yönelimini belirleyeceği açıktır. Yol ayrımındaki AB, varolmakla yokolmak arasındaki ince hattadır.
Deniz Yıldırım, Eğitim Sen Uluslararası İlişkiler Uzmanı – Ankara Ü. SBF Siyaset Bilimi Doktora öğrencisi