Hükümet yeni yıla gergin giriyor; TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu’nda yapılan eleştiriler ve bütçe görüşmeleri sırasında CHP’den gelen üslubu sert muhalefet ve nihayet Sezer’in yılbaşı vesilesiyle yaptığı 2006 siyasi kapışmasını açış konuşması AKP hükümetinde sinirlerin gergin olduğunu ortaya çıkardı. Halktan gelen tepkileri pişkin kabadayı tavrıyla yanıtlamaya alışkın olan Erdoğan hükümeti bu kez yine kabadayıydı ama aynı […]
Hükümet yeni yıla gergin giriyor; TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu’nda yapılan eleştiriler ve bütçe görüşmeleri sırasında CHP’den gelen üslubu sert muhalefet ve nihayet Sezer’in yılbaşı vesilesiyle yaptığı 2006 siyasi kapışmasını açış konuşması AKP hükümetinde sinirlerin gergin olduğunu ortaya çıkardı. Halktan gelen tepkileri pişkin kabadayı tavrıyla yanıtlamaya alışkın olan Erdoğan hükümeti bu kez yine kabadayıydı ama aynı pişkinliği gösteremedi. Acaba sorun neydi? Patronlarla atışmanın işçileri-köylüleri fırçalamaya benzemediği bir gerçekti. CHP milletvekillerini tuvalete kapatarak susturma şansı da yoktu. Ama yalnızca bu kadar mı? TÜSİAD, hükümeti ve uygulamalarını daha önce de eleştirdi; CHP’nin bütçe görüşmelerindeki “sıkıştırması” ise daha önce yaşanmamış sahnelerden değildi. Hükümetin bu gerginliği, “söyleyen”in ötesinde “söyletenler”le ilgilenilmesini gerektiriyor.
Patronlar Rahatsız, Muhalefet Ateşli, Hükümet Gergin
2005’in sonunda öne çıkan bazı gelişmeleri sıralayınca aslında bu gerilimin kaynağına dair pek çok ipucu da yakalanmış oluyor: Yoğun diplomasi trafiği, ekonomik göstergeler ve uluslararası finans kurumlarının değerlendirmeleri, hükümetin AB tarafından tasvip edilmeyen kimi davranışlardaki ısrarı, seçimlere dönük ısınma hareketleri…
FBI ve CIA başkanlarının hemen ardından NATO Genel Sekreteri ve İsrail Savunma Bakanı da Ankara’yı ziyaret etti. Bu ziyaretlerin zamanlaması manidardı: Seçimlerin ardından Irak’ta güvenlik sorunu iç savaş tehdidini büyüterek sürerken; İran nükleer faaliyetler üzerinden sürdürdüğü diklenmeyi İsrail’e dönük sert açıklamalarla tırmandırırken; Suriye diplomatik manevralarla sıkıştırılmaya devam ederken ve Filistin’de çatışmalar yeniden alevlenir ve rakip iki “dev”, Ariel Şaron ve Şimon Perez, yeni bir partide bir araya gelip İsrail politikasını altüst ederken…
Bütün bunlar olurken ABD’nin bu savaşta İtalya ve İngiltere dahil Avrupalı dostlarınca birer birer terk edildiğini ve İran’a dönük bir saldırıda İsrail’in baş rol oynamasının artık kaçınılmaz hale geldiğini aklımızda tutmalıyız. “İsrail ordusuna bağlı kar devriyelerinin ülkelerinde yeterince kar yağmadığı için eğitim almaya Türkiye’ye gelecekleri” haberi ile son aylardaki stratejik özelleştirmelerin hemen hepsinde “BOP yurttaşları”nın öne çıkışını; Irak Kürdistanı’ndaki Musul’dan çıkacak petrol borularının Akdeniz’e İsrail üzerinden ulaştırılacağını ve OYAK’ın Irak Kürdistanı’ndaki ekonomik faaliyetlerinin son aylarda tırmanışa geçtiği haberlerini bir araya getirirsek Türkiye’nin nasıl bir çelişkiler yumağının tam ortasında kıvrandığını daha kolay görürüz. Türkiye’ye ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nde özellikle askeri alanda çok zorlandığı ve BOP’un komutanlarının ziyaretlerinde Türkiye’den büyük olasılıkla yüklü isteklerde bulunduğunu düşündüğümüzde “gerilim”in hakiki kaynağı hakkında daha somut bir fikir elde edebiliriz.
Türkiye egemen sınıflarının Ortadoğu politikasının temel bir “değişmeyeni”nin, yani “Ortadoğu’da bir Kürt devleti’nin kurulmasına izin vermeyen bir uluslararası ilişkiler düzeni”nin ortadan kalktığı, Cumhurbaşkanlığı ve TSK gibi iki büyük devlet merkezi tarafından ilan edildi. Devletin temel kurgusunu ilgilendiren bu stratejik dayanağın ortadan kalkışıyla, orta vadede bu temel kurgunun değişime zorlanması kaçınılmaz. Bu değişimin, hem Türkiye’nin emperyalizmle ilişkisinin gelişme doğrultusunun, hem de rejimin bu yeni temele uygun bir revizyondan geçirilmesi biçiminde yaşanacağı da aşikar. Bu nedenle yaşamakta olduğumuz siyasi gerilimi, egemen sınıfların saflarında, stratejik bir “tartışma süreci”nin başlangıcı olarak algılamamız gerekiyor.
Bu tartışma sürecinin ne şekilde seyredeceği ve sonuçlanacağı ülkedeki bütün siyasi aktörleri çok yakından ilgilendiriyor. Çünkü bu aktörlerin geleceğine de bu tartışma damgasını vuracak.
Stratejik Tartışma Sürecinin Tarafları
Bu stratejik tartışma sürecinin çeşitli aktörleri, şu an için aynı kampta görülseler dahi birebir aynı kaygıları, beklentileri, öncelikleri taşımamaktadır. Bu yüzden tartışma net ve ayrık cephelerce yürütülmese de son günlerde biri Büyük Ortadoğu Projesi ve biri de Avrupa Birliği olmak üzere kesişen ama farklı iki eksen etrafında bir saflaşmanın görünür hale geldiğini söyleyebiliriz (AKP-TOBB-Yeşil Sermaye BOP seçeneğine sarılırken, TÜSİAD BOP’u da reddetmeden AB seçeneğini savunmaktadır). Altı çizilmesi gereken bir olgu bu saflaşmanın eski yeni saflaşması değil, henüz tam anlamıyla şekillenmemiş/bloklaşmamış iki ayrı yeni -emperyalizmle entegrasyonu savunan iki farklı yaklaşım- arasındaki bir saflaşma olduğudur.
Ancak şu an AKP’nin karşısında görünen Sezer’i, TÜSİAD’ı, CHP’yi ve ordunun kimi kesimlerini ortaklaşa kaygılandıran, hükümetin cesaretidir. Bu ülkede bir kural vardır ki egemen sınıfların belleğine oldukça acı deneyimlerle yazılmıştır: “Asla tek ata oynamayacaksın!”.
Fakat özelleştirme ihalelerinin sonuçları, “ılımlı İslam”a dönüş sinyalleri ve AB ile ilişkilerin gidişatı gibi pek çok sinyal AKP hükümetinin büyük bir “cesaretle”, içte ve dışta kimi köprüleri atmayı da göze alarak ABD patentli Büyük Ortadoğu Projesine kapaklanmaya çalıştığını göstermektedir. AKP’nin bu gözü karalığına karşı “egemen sınıfların sağduyusu” hem tek ata oynamanın tehlikesini hem de bu kadar ipliği pazara çıkmış bir projeye, alternatifsiz ve geri dönüşsüz bir şekilde bel bağlamanın risklerini bilmekte ve AKP’ye balans ayarı yapma ihtiyacı hissetmektedir.
AKP’nin Rota Değişimi…
Türban davasının AİHM’de kaybedilmesi ve AB’nin yükselen iç gerilimleriyle halkın gözündeki cazibesini yitirmesi sonrasına denk gelen dönemde AKP hükümetinin dinci söylem ve uygulamalarını tırmandırması, “AB motivasyonunun düşüşüne” eşlik etmişti. Oysa büyük sermayenin AB motivasyonu hiç düşmedi. Hem kendi varlık koşulları, hem de cari açık sorununun daha “akılcı” bir çözümü olarak Avrupa sermayesiyle daha derin bir bütünleşmeyi tercih eden büyük sermaye açısından AB sürecinin sorunsuz bir şekilde sürdürülmesi yaşamsal.
TÜSİAD için yaşamsal bir tercih olan AB, AKP’nin ufkunda geri plana düşüyor. Çünkü bu haliyle AB ile bütünleşme süreci, AKP tabanının İslami yaşam tarzına özgürlük beklentisini karşılayamıyor ve geleneksel destekçisi olan orta ölçekli sermaye gruplarına herhangi bir şey vaat etmiyor. BOP’ta ABD taşeronluğu yapmak, körfez sermayesiyle bütünleşmek AKP’nin iktidar perspektifinde bu nedenle yeni anlamlar kazanıyor. Her şeyden önce bu politika, AKP’nin geleneksel tabanıyla siyasi bağını güçlendirmesine daha çok hizmet ediyor. Özetle bir koalisyon partisi olarak kurulan AKP, dış konjonktürün de etkisiyle, Türkiye’ye özgü partileşme sürecini tamamlayarak, kendi işbirlikçilik çizgisini ve prenslerini yaratma hedefine ağırlık verdikçe, ilk kurulduğu anda önüne çizilen rotadan sapma göstermiş oluyor.
Bu rota değişimine karşı Sezer’in ve TÜSİAD’ın çıkışları “egemen sınıflarının genel çıkarlarını” gözeterek AKP’ye “ayar çekerken”, önce konuyu baraj tartışması sanıp önce AKP’ye destek çıkan CHP -konuya geç vakıf olsa da- muhalefet dozajını yükselterek yıllardır özlemini duyduğu bir cepheye kapağı atmanın hesaplarını yapmaktadır. Erdoğan’ın sertleşen üslubu ise kolay kolay “ayara gelmeye” niyeti olmadığını göstermekt
edir. AKP kurmayları Türkiye sermayesinin ve emperyalistlerin siyasi olarak kendisi dışında bir “B Planı” olmadığını düşünmekte ve bir siyasi seçenek olasılığına karşı şimdiden “kuyruğu dik tutmaya” çalışmaktadır.
AKP, TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulunda yapılan eleştirileri ve özellikle cumhurbaşkanı destekli seçim barajı tartışmasını bir yönüyle de “kendi siyasi seçeneksizliğine karşı bir tehdit” olarak okumuştur. AKP’de “aklı başında” herkes siyasi “seçeneksizlik”lerinde %10 seçim barajının etkisinin farkındadır. Baraj sayesinde AKP oy oranının yaklaşık iki katı bir milletvekili temsiliyle tek başına iktidara gelmiştir. Ve bu yüzden AB’nin, TÜSİAD’ın ve Cumhurbaşkanı’nın “temsili demokrasi” tartışmasının ne anlama geldiği açıktır. Ancak muhalefet partisi CHP’nin tavrının da kendi “seçeneksizliği” tespitine dayanması oldukça tuhaftır. Görünen o ki “seçim barajlarının korunması” konusunda AKP ile aynı safta buluşan CHP’nin “aklı başında” yöneticileri büyük bir siyasi kriz içinde debelenen sosyal demokrasi içinde seçeneksiz olmayı fazlasıyla kafalarına takmışlardır. Bu öyle bir saplantı haline gelmiştir ki CHP’liler egemen sınıfların en önemli temsilcisi olan kurumun ve Cumhurbaşkanı’nın bir cephesini oluşturduğu maça yanlış formalarla çıkmayı başarmışlar, sonradan “duruma” uyanıp muhalefetlerini sertleştirmişlerdir. Ancak sosyal demokrasi içinde, egemen sınıfların safında oluşacak bir cepheleşmeye yatırım yapan başka aktörler Baykal gibi “ayakta uyumamış”, oldukça “militan” bir tavırla TÜSİAD için yürüyeceklerini söyleyerek kendilerine “yürü ya kulum” denecek günlere hazır olduklarını göstermeye çalışmışlarıdır. Ancak AKP’nin bir alternatifi olması gerektiğine inanan ancak bunun yeni bir “sağ seçenek” olması gerektiğinden de emin olan egemenler bu çıkışa siyaseten fazlaca yüz vermemişlerdir. 2006 bütçesini protesto mitingine tüm Türkiye’den ancak 500 kişiyle katılabilen DİSK’in başkanının bu çıkışını, solu bir tehdit olmaktan uzaklaştırılma refleksi gereği, kimi köşe yazarlarına alkışlattırılarak “gönül almış”lardır.
Dar Alanda Yüksek Gerilimli Siyaset
TÜSİAD ve Sezer’in çıkışlarıyla siyasetin gerilimi yükselse de Türkiye egemen sınıflarının hareket alanının ciddi kısıtlara sahip olması, üzerinde siyaset yapılan alanı da daraltıyor ve egemenler arası farkları giderek belirsizleştiriyor.
IMF ve Dünya Bankası Türkiye’nin cari açığının tehlikeli boyutlara ulaştığını şu anda finanse edilebilir ama dış etkilere karşı hassas bir durumda olduğunu birkaç kez yineledi. Ayrıca üç yıldır yoksullaştırıcı ve iç üretimi yıkıcı karakterine rağmen geçici de olsa bir büyüme ritmi tutturan ekonomi 2005’te artık daha fazla dayanamayıp yeniden düşüş eğilimine girdiği “bağıra çağıra” ilan ediliyor. Bu ilanatın masum “değerlendirmeler”den çok, tehdit niteliğini taşıdığının kaydedilmesi gerek. Türkiye bağımlı ekonomiler içinde Doğu Avrupa ve Meksika dışında cari açık veren tek ülke, ki bu yüzden de “sıcak para” kaynaklarına karşı boynu kıldan ince. Yeni liberal politikalarla belirlenen kırmızı çizgileri ihlal etme şansı yok. IMF’nin cari açık için hem finanse edilebilir hem de dış etkiye karşı hassas nitelemelerini bir arada kullanmasının ve cari açık tehlikesini tam da bu dönemde telaffuz etmesinin bir anlamı var elbette. Türkiye egemenlerinin emperyalistlerin önüne koyduğu görevlerden kaçma şansı pek yok.
Zaten bunun farkında olan egemen sınıflardan “kaçalım” diyen de yok. Sermaye gruplarının zaman zaman farklılaşan kimi önceliklerine, devletin herkesin bir yerinden tuttuğu kimi “hassasiyetleri”ne, “AB soslu BOP mu, sade BOP mu” tartışmalarına yönelik kimi nüanslar Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim ortamına fiilen girmesiyle büyük gürültüler yaratan çatışmalara dönüşebiliyor. Ancak bu çatışmaların ve doğabilecek olası krizlerin emekçiler için olumlu sonuçlar doğurabilir mi?
Yeter ki Yollara Emekçiler İçin Çıkılsın…
Önümüzdeki dönemde egemenler arası gerilimleri değerlendirirken iki hataya düşmemek gerekir. Birincisi, AB’ci/liberal cephenin AKP ya da TSK karşısındaki çıkışlarını demokrasi adına ilerici bir çıkış zannedip destekleme gafletidir. Diğer bir hatalı yaklaşım da emperyalist dayatmalar karşısında “eski düzenin” direncinde niyetten bağımsız/zorunlu bir anti-emperyalizm potansiyeli bulunduğu yönündeki kabuldür. Solda “ulusalcılığa yelken açan” kimi kesimler bu teze dayanak olarak Latin Amerika ülkelerindeki anti-emperyalist/sosyalist eğilimli hükümetler ve onların “eski düzenin” kimi kalıntılarından aldığı desteği göstermektedir. Latin Amerika’daki sol hükümetleri anti-emperyalist / anti-kapitalist bir hatta iten asıl faktör olan proleter karakterli güçlü toplumsal hareketler olduğunun görülmemesi, “eski düzenin sahiplerinde keramet aranmasına” neden olmaktadır.
Türkiye’de de tepedeki gerilimin toplumsal muhalefet açısından elbetteki bir anlamı var. Tarihte emekçiler yararına köklü dönüşümler egemen sınıfların “birliği”nin çatladığı zamanlarda bir halk hareketinin bağımsız müdahalesiyle gerçekleşmiştir, yine böyle olacaktır.
Önümüzdeki dönem egemen sınıfların işlerinin zorluğu açıktır: Sömürgeci, katil efendilerinden aldıkları emirlerle karşımıza neo-liberal reçeteler ve yeni savaş tehditleriyle çıkacak olan egemenlerin işi hiç de kolay değil. Yeni-liberal reçeteler de, emperyalist savaş da Latin Amerika’dan Irak’a direnen halkların barikatını aşamıyor. Ve bu zorlu ekonomik-askeri savaşı yürütmesi beklenen egemenlerin şu an içinde bulunduğu durum, 1 Mart sürecinde olduğu gibi, halk direnişinin yarattığı enerjinin kat be kat üstünde başarılar elde ettiği bir konjonktür yaratmaktadır. Bu yüzden toplumsal muhalefet güçleri daha büyük düşünmeli ve hedeflerini ona göre belirlemelidir. Örneğin “Sosyal Güvenlik Ve Genel Sağlık Sigortası Yasası”nın durdurulmasını hedefleyen birleşik bir muhalefet cephesi hiç de “umulmayan” bir zafer kazanabilir. Yeter ki sokaklara patronlar için değil, emekçiler için çıkılsın.
3 Ocak 2005 Sendika.Org