“Ülke ‘Kardeş’, Hikaye Neredeyse ‘Özdeş’” Yozlaşmış sivil ve askeri neoliberal hükümetler yönetiminde ağır kayıplara uğrayan Pakistan işçi sınıfı, son derece olumsuz siyasi ve toplumsal koşullar altında bu yıl başlarında beklenmedik bir mücadeleye girişti. Askeri diktatörlüğün baskılarına ve yozlaşmış sendika bürokrasinin dolaplarına meydan okuyan telekomünikasyon işçilerinin özelleştirmeye karşı gerçekleştirdiği direniş bir çok gözlemciyi şaşırttı. Hareketin hazırlanmasında […]
“Ülke ‘Kardeş’, Hikaye Neredeyse ‘Özdeş'”
Yozlaşmış sivil ve askeri neoliberal hükümetler yönetiminde ağır kayıplara uğrayan Pakistan işçi sınıfı, son derece olumsuz siyasi ve toplumsal koşullar altında bu yıl başlarında beklenmedik bir mücadeleye girişti. Askeri diktatörlüğün baskılarına ve yozlaşmış sendika bürokrasinin dolaplarına meydan okuyan telekomünikasyon işçilerinin özelleştirmeye karşı gerçekleştirdiği direniş bir çok gözlemciyi şaşırttı. Hareketin hazırlanmasında ve beklenmedik bir militan karakter kazanmasında solcu işçilerin oynadığı kilit rol de, 1980’lerde uğradığı ağır baskılar ve yenilgilerle marjinal bir konuma itilen Pakistan sosyalist solunun politik alana geri dönüşünün işaretlerini veriyor.
Kenardaki (periferal) ülkelerin servetlerinin uluslararası mali oligarşilere aktarılması neoliberal karşı devrimin belirleyici özelliklerindendir. Genel bir kural olarak, sanayileşmiş merkeze kenar ülkelerin zenginliklerini aktarmanın bu son yeni sömürgeci biçimi, pek çok Latin Amerika ülkesi buna karşı önemli birer istisna teşkil etse de, birçok kenar ülkede de oldukça başarılı bir şekilde hayata geçirilmiştir. Hakim devlet oligarşisinin tarihsel olarak komprador burjuvaziyle özdeşleştiği Pakistan’da da 1980’lerin sonlarında başlayan bu süreç giderek hız kazanarak devam etmektedir.
Son 15 yılda yapılan 160 küsur özelleştirmeden çoğunda, devlete ait fabrikalar, entegre tesisler ve görece daha küçük ölçekli imalat birimleri çoğunlukla yerel alıcılara satıldı. Bu tesislerin tam 130 tanesi, binlerce işçiyi işsiz bırakarak özelleştirmelerin ardından kapandı. Maaşlarını devletten alan iktisatçılar bile, özelleştirilen işletmeler içinde çok küçük bir azınlığın özelleştirmeden güçlenerek çıktığını ve ekonomik verimliliğini artırdığını itiraf etmektedir. Bu arada, ülkenin en güçlü siyasi kurumu olan Pakistan ordusu ülkenin en büyük şirket gücü haline geldi. Orduya ait şirketler, emlakçılıktan havacılığa, ulaştırmadan inşaata ve petrol ve doğalgaz işletmeciliğine kadar birçok farklı sektörde faaliyet göstermektedir. Bu şirketlerin çoğu kronik zarar ve fiili iflas halindedir ama bu devlet tarafından korunmalarını ve ayrıcalıklı ihalelerle ödüllendirilmelerini engellememektedir. Bu durum, Pakistan’da uygulandığı şekliyle neoliberal deneyin taşıdığı pek çok çarpıcı çelişkilerden biridir.
Pakistan solu, özelleştirme sürecinin başlamasından beri son derece marjinal kalmış ve 1970’li yıllarının başlarında siyasi bir güç olarak örgütlü işçi sınıfı arasında edindiği güçlü konumu gitgide yitirmiştir. İmalat sanayiinde son yirmi yılın başat yönelimi olan üretim sürecinin küçük parçalar halinde dağıtılması ve artan taşeronlaşma yüzünden, özel sektör sendikacılığı neredeyse ortadan kalkmıştır. Başta demiryolları, telekomünikasyon, havayolları ve elektrik, su, gaz gibi kamu hizmetleri alanlarında olmak üzere kamu sektöründe sendikalar şu ya da bu şekilde varlığını korumuştur. Ama ne yazık ki, kamu sektöründeki sendikaların büyük bölümü de devlet tarafından sıkı bir şekilde terbiye edilmiştir. Bu sürecin kökleri doğrudan doğruya devletin 1970’lerdeki militan ve politik sendikacılık hareketine karşı açtığı savaşa dayanmaktadır.
Sonuç olarak, General Pervez Müşerref’in 1999’daki darbesinin ardından gelen yeni özelleştirme dalgası başladığında, devletin güçlü bir direniş beklememesi için her türlü sebep vardı. Kaldı ki, 1990’larda, ekonomik durumun kötülüğünden ve bunun sonucunda devletin pazarlık gücünün zayıflamasından yararlanan uluslararası finans kurumları Pakistan’a daha can alıcı önemdeki kamu varlıklarını elden çıkarması için baskılarını şiddetlendirmişti. Ama, durum böyle de olsa, 1999 Ekim ayındaki darbenin ardından devlet mallarının özelleştirmeye çıkarılmasındaki hız, askeri yönetimin neoliberal ortodoksiye olan ideolojik bağlılığının göstergesidir.
Özelleştirme kapsamındaki birçok kuruluşun ülke halkına hayati önemdeki sübvansiyonlar sağlıyor olmasına rağmen, büyük özelleştirme hamlelerine direnişin önemsiz kalacağına olan inanç, büyük ölçüde doğru çıktı. Karaçi Elektrik Dağıtım Şirketi’nin özelleştirilmesinde olduğu gibi, bazı örneklerde, siyasi bakımdan bilinçli işçiler kamuoyundaki özelleştirme karşıtı eylemliliklere katılmaya çalıştılar. Bu eylemlilikler görece bir başarı sağladıysa da, belli başlı sendikaların siyasi irade eksikliği (siz bunu sendika yönetiminin devletin kuyruğuna takılması diye anlayın) yüzünden, özelleştirme uygulamaları bu direnişlerin üstesinden gelerek, pek de büyük güçlüklerle karşılaşılmadan ilerletildi.
Devlete ait işletmelerden sadece üçü, yani Petrol ve Gaz Üretim Limited Şirketi, Pakistan Devlet Petrol şirketi ve Pakistan Telekomünikasyon Limited Şirketi (PTCL) gerçek anlamda karlı biçimde çalışıyordu. Emperyalist sermaye açısından açık bir stratejik önem taşıyan iki petrol şirketi önde gelen sendikaların ve siyasi partilerin göstermelik muhalefeti dışında ciddi bir engelle karşılaşmadan satışa çıkarıldı. PTCL ise on yıldan fazla bir süredir özelleştirme kapsamındaydı, ancak, esas olarak önceki hükümetlerin şu anki askeri cuntanın aksine göstermelik de olsa işçi sınıfına karşı sorumluluk duymasından ötürü, süreç asla başlatılamamıştı. Bununla birlikte, telekomünikasyon sektörü önce yerli ardından yabancı cep telefonu şirketlerinin pazara girmesine izin verecek şekilde kuraldan arındırılmıştı.
Pakistan telekomünikasyon sektörünün çokuluslu telekom şirketlerinin iştahını kabartması şaşırtıcı değildir. 150 milyon nüfusuyla Pakistan cazip bir pazardır ve hükümetin neoliberalizme olan ideolojik bağlılığı bu pazara gireceklere ek fırsatlar vaat etmektedir. Neoliberalizme karşı koyacak örgütlü bir kitle hareketinin yokluğunda, iş başındaki askeri yönetim ciddi bir muhalefetin engellemesiyle karşılaşmadan özelleştirme ve benzeri neoliberal politikaları uygulayabilmekte kendini serbest hissetmektedir.
Bu genel tabloya bakıldığında ve özellikle bir bütün olarak emek hareketinin bu ve önceki hükümetler döneminde gerçekleştirilen diğer birçok özelleştirmeye karşı anlamlı bir mücadele vermemiş olduğu gerçeği hatırda tutulduğunda, PTCL işçilerinin özelleştirmeye karşı öncü bir rol üstlenmesinin hakiki nedenini bulup açıklamak güçtür. Bu durumda en önemli etmen, PTCL içinde gerek düz işçiler gerek orta yönetim kademeleri arasına hatırı sayılır sayıda solcu işçinin sızması ve bunların özelleştirmeye karşı kitlesel bir hareket örgütlemek için sistematik biçimde mücadele etmesi olmalıdır. Gerçekten, yakın dönemde özelleştirilen önemli devlet işletmelerinden hiçbirinde solcuların buna benzer bir şekilde hareketlendiği görülmemişti. PTCL örneğinde, önemli bir özellik de, solcu işçilerin sol arasında öylesine yaygın olan klik ve fraksiyon çekişmelerinden özenle kaçınmalarıdır. Bu tür çekişmeler, geçmişte farklı partilerden ve gruplardan solcu işçileri ortak hareket etmekten alıkoymuş ve enerjilerini ortak düşmana karşı birleştirmek yerine kendi aralarında kısır çekişmelere harcamalarına neden olmuştur.
Bir başka önemli etmen, PTCL işçilerinin gerek özel, gerek kamu sektörü işçilerinin çoğunluğuna kıyasla görece iyi ve güvenli bir durumda oluşudur. PTCL’nin şirket olarak yıllardır karlı ve sağlam bir konumda oluşu sayesinde PTCL işçileri diğer kamu işçilerinin çoğunluğunun sağlayamadığı maddi kazanımlar elde etmişti. Özel sektörde ise art
an kayıt dışılık ve buna bağlı olarak reel ücretlerin, çalışma koşullarının ve çalışma güvencesinin sürekli kötüleşmesi durumu daha da ağırlaştırmaktadır. Böyle koşullarda örgütlenmenin son derece güç olduğunu ise söylemeye bile gerek yoktur.
PTCL işçilerinin özelleştirmeye karşı harekete geçişinin fiili başlangıcı olarak, bu yılın Mart ayında -PTCL içinde örgütlü 11 sendikadan 9’unun yer aldığı bir ittifak olan- Sendikalar Eylem Komitesi’nin (SEK) kurulması gösterilebilir. İttifak şirket yönetiminin ihmali sonucu genç bir işçinin ölmesini protesto etmek için kurulmuştu. SEK kuruluşunun neredeyse hemen ardından, şirketin özelleştirilmesi kapsamında Mayıs sonunda açılacak ihaleye karşı ülke çapında bir kampanya başlattı.
Tüm önemli devlet şirketlerinde olduğu gibi, PTCL içindeki sendika yönetimi de devletle işbirliği konusunda uzun bir tarihe sahiptir. Bu nedenledir ki, SEK’in kurulmasına rağmen, PTCL’deki solcu işçiler bile ciddi bir hareket beklemiyordu. Mayıs ayı başından itibaren sembolik nitelikte bir dizi protesto, gösteri ve yine sembolik nitelikte 2 saatlik bir uyarı grevi örgütlendi. Bunlar olurken, hükümet ihale tarihinin 10 Haziran’a ertelendiğini ilan etti. Açıktır ki, hükümet, bu erteleme süresince protesto dalgasının da yatışacağını ve işçilerin taleplerinin işbirlikçi sendika önderliği aracılığıyla hasır altı edileceğini umuyordu (ne de olsa defalarca denenmiş ve her seferinde başarılı olmuş bir yöntemdi bu. Bu amaçla, özelleştirmeden etkilenecek işçiler için 3 milyar rupilik (50 milyon dolar) bir destek paketi hazırlanmıştı. Bu paket şimdi işçileri özelleştirme karşıtı eylemden vaz geçirmek için bir yem olarak kullanılıyordu.
Ne var ki, küçük köşe başı mitingleri, broşürler ve benzeri araçlarla işçilere yönelik bir siyasal eğitim inisiyatifi başlatan solcu işçiler, sendika liderliği üzerinde “aşağıdan” bir baskı uyguladılar. Ardından, ülkenin bütün büyük kentlerinde, Lahor’da başlayıp, Ketta, Peşaver ve Karaçi’de devam eden büyük kitlesel mitingler düzenlendi. En sonunda, 25 Mayıs’ta PTCL’nin de merkezinin bulunduğu başkent İslamabad’a ulaşan protesto dalgası, 12 bin işçiyi bir araya getirdi. PTCL’nin toplam işgücünün 62 bin olduğu düşünülürse 12 bin kişilik bir kitlenin önemi anlaşılır. Bütün ülkeden temsilcilerin de katıldığı bu son mitingde işçiler son derece militan bir ruh hali içindeydi.
Hükümet işçileri iş yerlerinde kilitleyerek mitingi engellemeye çalışmakla zaten parlamış olan yangına körükle gitti. Ne var ki, iş yerlerine kapatılan işçilerin polisle sürtüşmeye başlaması ve binlerce işçinin sokağa dökülme tehdidinde bulunması hükümeti geri adım atmaya zorladı. PTCL’nin kapıları açıldı, ama iş işten geçmiş, işçiler çileden çıkmıştı. İşçiler arasındaki aktif solcu kadroların bilinçli çabalarıyla kalabalık, mali destek paketini de reddetmeyi göze alarak özelleştirmeye karşı tek maddelik bir taleple yürüdü.
Sendika yönetiminin işlerin bu noktaya gelmesini beklemediği açıktı. İşçilerden gelen, direnmeye hazır olmadıkları baskı karşısında kalınca pes ettiler ve hemen ertesi günden, yani 26 Mayıstan itibaren ülke genelinde grev kararı almak zorunda kaldılar.
Sendika yöneticilerinin kaypaklığı, grevin 26 Mayıs’ta başlamasına rağmen bütün telekomünikasyon işlemlerinin gerçekten kesileceği tarih olarak 6 Haziran tarihini seçmelerinden de belliydi. Bu, grevin ilanıyla gerçekten uygulanması arasında 11 günlük bir boşluk demekti. Gerçek bir mücadeleye başlamadan 11 gün dayanmak her yerde zordur, hele ki Pakistan gibi sanayi işçi sınıfının dağınık, yalıtılmış ve siyasi bakımdan olgunlaşmamış olduğu bir ülkede… Açıktır ki, sendika liderleri grevin devam etmeyeceğini bekliyorlardı, bütün umdukları hükümetten işçilere zafer diye satacakları bir kaç taviz koparmaktan ibaretti. Bu senaryo hükümetin de işine geliyordu, bir kaç taviz karşısında işçilerin militanlığını kesin olarak söndürecek ve özelleştirmeye tam gaz devam edebilecekti.
Ne var ki, sadece grev devam etmekle kalmadı, işçilerin özelleştirme karşıtı duyguları daha da keskinleşti. Şirket merkezi, 25 Mayıs’tan sonra her gün büyük mitingler düzenleyen işçilerin eline geçti. Özelleştirmeye ideolojik olarak hiç de karşı olmayan resmi partiler de işçilerin kamuoyunda topladığı sempatiden parsa toplamak için, ülkenin en karlı ve stratejik sektörünün özelleştirilmesine karşı feryat ederek grevcilere destek vermek mecburiyetini hissetti. Ne yazık ki, emek hareketinin genel zaafiyeti de kendisini acı bir biçimde ortaya koydu. Diğer büyük devlet şirketlerindeki sendikalardan hiçbiri göstermelik destek açıklamaları dışında anlamlı bir destek sağlamadı. 1980’lerin sonundaki ilk özelleştirme dalgasındaki işbirlikçi tutumlarıyla itibar yitirmiş olan büyük sendika konfederasyonları göstermelik destek mesajları vermekte bile zorlandılar. Gene de PTCL işçilerinin arasındaki mutlak birlik ve telekomünikasyon altyapısının toptan durmasına yönelik ciddi tehdit sayesinde, hareket yoluna devam etti. 4 Haziran’da hükümet yetkilileri ve SEK liderliği arasında bir dizi maraton müzakerelerin ardından, özelleştirmenin belirsiz bir tarihe kadar ertelenmesinin kabulüyle anlaşma sağlandı. Devletin 6 Haziran’da telekomünikasyonun kesilmesinden korktuğunu söylemeye bile gerek yok. Sendika yönetiminin bunu engelleyemeyeceği açıktı.
Bu sırada, greve hazırlanmaktaki yetersizliği ve genel politik iklimi göz önünde bulunduran solcu eylemciler, devletin ilk kez açıkça geri adım atmaya zorlanması ve neoliberal ortodoksinin işçi sınıfı tarafından açıkça reddedildiğini ortaya koymasıyla, elde edilenin büyük bir zafer olduğuna inandılar. Solcular, neoliberalizmi bu şekilde geri püskürtmekle kazanılan moralin, hareketi PTCL’nin ötesine yaymak ve (sendika bürokrasisine rağmen) sırf kamu kesimindeki işçileri değil, tarım işçileri ve balıkçılar gibi işçi sınıfının informel kesimlerini de kucaklayacak daha büyük bir örgütlenmenin oluşturmak için çabalara güç vereceğini kabul ediyorlardı.
Oysa, grev kararının kaldırılmasından sonraki 48 saat içinde, -eski bir devlet başkanının oğlu ve büyük bir toprak ağası olan- enformasyon teknolojisi bakanının öncülüğündeki hükümet içindeki neoliberal ideologlar özelleştirmenin ay sonuna dek tamamlanacağı yönünde açıklamalar yapmaya başladılar. Bu açıklamalarda sendika yönetiminin özelleştirmeyi kabul ettiği ve hükümetin işçilerin haklarıyla ilgili düzenlemelerinden tatmin olduğu bile iddia ediliyordu.
Ardından yeni ihale tarihi olarak 18 Haziran’ın belirlendiği ilan edildi ve verilmiş bütün sözler inkar edildi. İhale tarihinin ilan edilmesinin hemen ardından 11 Haziran’da geniş bir tutuklama dalgası başlatıldı. Bütün ülkede sendika aktivistlerinin ve ailelerinin evleri basıldı ve tutuklananlar “devlete karşı eylemler” ile suçlanarak davalar açıldı. İşçilerin birliğini kırmak için birkaç oportünist sendika lideri özelleştirmenin “kabul edildiğini” bildirmek için sahneye çıkarıldı. Bununla birlikte, PTCL işçileri bir bütün olarak sağlam durdu. Ama ne yazık ki, bu tarihi duruşa, siyasi partilerin ve diğer sendikaların desteği gelmedi.
Rejim, ihale günü bütün PTCL tesislerine jandarma ve polis yerleştirmekle kendine olan güvensizliğiyle birlikte giden baskıcı eğilimlerini bir kez daha gösterdi. Alınan bu polisiye önlemler bir bakıma PTCL işçilerinin siyasi zaferinin işaretiydi. Ama bu polisiye önlemler işçilerin bir araya gelmesini ve özelleştirmeye karşı yeni bir kalkışmada bulunmasını engell
emeye yetmedi.
PTCL’nin 62 bin işçisinin çoğunluğu özelleştirmeye sert muhalefeti sürdürdü. Ama bu, hükümeti medyayı manipüle ederek ve diğer siyasi ve toplumsal güçlerin PTCL işçilerini yalnız bırakmasından yararlanarak “sıkı güvenlik önlemleri altında” 18 Haziran’da ihaleyi sonuçlandırmaktan geri koymadı. İhaleyi, 90 gün içinde tüm parayı ödemek koşuluyla Birleşik Arap Emirlikleri’nden İtisalat şirketi kazandı.
Ne var ki, PTCL işçilerinin protestosu sona ermiş olmaktan uzaktır. Hoşnutsuzluk bütün gücüyle devam etmektedir ve zulüm dalgasının geçmesinden sonra, özelleştirme tamamlanmış bile olsa, yeni bir protesto dalgasının patlaması olasıdır. İtibarını yitiren sendika bürokrasinin koltuklarını koruması zor görünmektedir ve radikalleşen PTCL işçileri artık kendi davalarına daha sadık kadrolar seçmek isteyecektir.
Pakistan sanayi işçi sınıfının 1970’lerden sonraki tarihinin bir kuyrukçuluk, işbirlikçilik ve yenilgiler tarihi olduğunu tekrarlamaya gerek yok. Neoliberal karşı devrim, işçi sınıfının daha önceki onyıllar boyunca sert mücadeleler sonunda elde etmiş olduğu kazanımların çoğunu geri almayı başardı. Genele bakıldığında sınai işçi sınıfı bugün otuz yıl önce sahip olduğu gerçek siyasi gücün bir gölgesi haline gelmiştir. Ne var ki, PTCL işçilerinin direnişi böylesine gerici sol içinde ve hatta apolitik kamuoyunda yeni bir heyecan uyandırmıştır. İşçi sınıfının çoğunluğunun içinde yaşadığı ekonomik ve toplumsal koşullar kötüleşirken PTCL işçilerinin giriştiği mücadele bir bütün olarak emekçi halkın ihtiyaçlarının ve özlemlerinin temsilcisi olarak görülmektedir. Pakistan’da (kenar ülkelerin çoğunda olduğu gibi) emeğin hızla enformel sektöre kaymakta olduğu gerçeği göz önüne alındığında, örgütlü emek gücünün canlanışının, son derece güç bir görev olan enformel sektörü örgütlemek konusunda da çok önemli bir potansiyel etkisi olabilir. PTCL işçilerinin mücadelesinin bundan sonra ne yöne gideceğini bekleyip görmek gerekse de, bu kadarı bile, ilerici güçler tarafından tüm yönleriyle incelenip kavrandığı takdirde, çok da uzak olmayan bir gelecekte daha büyük siyasi seferberlikler için güçlü bir etki sağlayabilir.
İşçi sınıfının devlet ve/veya emperyalist sermayeye karşı direnişinin ülkedeki az gelişmiş burjuva demokratik proje bakımından son derece önemli olduğunu anlamak çok gereklidir. Askeri devletin bütün fiili iktidarı elinde tuttuğu ve izin verilen partilerin zayıf kaldığı gerçeği akılda tutulduğunda, sırf biçimsel demokratik bir süreci başlatmak ve hayatta tutmak liberal ve sol güçlerin başlıca siyasal hedefidir.
Liberallerin -ister siyasi ve toplumsal örgütlenmeler ister entelejensiya tarafından temsil edilsinler- 1960 ve 1970’lerde modernleştirici güçler kılığında ortaya çıkan askeri yönetimin gerçek doğasını görmekte aciz kaldığı çok söylenmiştir. Başka günahlarının yanı sıra, pek çok liberal, ordunun politikacıların yozlaşmış olduğu ve ülkeyi yönetmek için gereken hasletlere sahip bulunmadığı yönündeki propagandasına da kapılmıştır. Bu görüş, Pakistan’ın bir devlet olarak ortaya çıkışından beri askeri ve sivil oligarşi tarafından ortaklaşa yönetildiğini ve ana akım politikacılarının daima devletten yana oldukları gerçeğini gözden kaçırır. Daha önceki dönemlerin modernleşme yanlıları da benzer biçimde kalkınmacı bir devlet anlayışına en uygun yönetimin askeri yönetim olduğunu iddia ediyorlardı. Nereden bakılırsa bakılsın, -aralarında en tanınmış ve etkili siyasal kişiliklerin de bulunduğu- liberallerin hakim ideolojiye böylece boyun eğişi, orduyu etkili bir politik muhalefete karşı koruyan bir kalkan işlevi görmektedir.
Bununla birlikte, büyük ölçüde Müşerref diktatörlüğünün 6 yıl boyunca uyguladığı utanmazcasına halkı hiçe sayan politikalar sayesinde, toplumun bir çok kesiminde, askeri yönetimin uzun vadede kaçınılmaz olarak kötü olduğuna dair bir görüş birliği oluşmaktadır. Ana akım partilerinin büyük ölçüde işbirlikçi önderliklerinden askeri yönetime karşı ciddi bir karşı koyma gelmediğinden, demokratikleşmeyi temsil eden başlıca güç kitle seferberlikleridir.
Daha önce işaret edildiği gibi, PTCL seferberliği büyük ölçüde, çalışma arkadaşları arasında bilinç düzeyini yükseltmekte son derece etkili olan solcu işçilerin gayretlerinin eseridir. Bununla birlikte, solun bir özeleştiriye girişmesi ve kitle hareketlerini etkilemeye çalışan asi ve aşırı bir grup olmaktan çıkıp ayrı ve özerk bir siyasi güç olarak yeniden canlanmayı nasıl sağlayacağı üzerinde düşünmesi de önemlidir.
Sol bağımsız bir siyasi güç olarak var olacaksa, bu türden kitle hareketlerini etkisi altına almasının, politikleştirmesinin ve devlete karşı gerçek bir meydan okuma oluşturacak şekilde benzer başka hareketlerle ilişkilendirmesinin gerektiğinde kuşkuya yer yoktur. Yukarıda belirtildiği gibi, devletin ihaleyi gerçekleştirebilmesi tümüyle, kendi üstlerine düşen görevi layıkıyla yerine getiren PTCL işçilerinin toplumun diğer kesimlerinden yeterli destek alamaması sayesindeydi. Kendileri de neoliberalizmin yardakçısı olan ana akım burjuva partilerinin gelecekteki benzer kitlesel seferberliklerine boş laftan başka destek vereceğini beklemek boşunadır. Aynı şekilde, tek tek sendikalar ve genel olarak federasyonlarda solcuların etkisi artmadığı sürece, bugünkü durumlarıyla sendikaların da radikal bir rol üstlenmesi beklenemez.
PTCL seferberliğinin olumlu bir ürünü, ülkenin üç önemli siyasi merkezi, Karaçi, İslamabad ve Lahor’da faaliyet gösteren Özelleştirmeye Karşı İttifak’ın kurulması oldu. Parçalanmış sol güçlerin geniş bir koalisyonu olan bu ittifak gelecekte daha anlamlı bir işbirliği yapılabileceğine dair umut vermektedir: böyle bir işbirliği, sol güçlerin halkı ülke çapında emperyalizme ve neoliberalizme karşı harekete geçirebilecek bir siyasi hareket yaratmak için bir araya gelmesiyle sonuçlanabilir. Pakistanlı sol güçlerin solun politik alanda görünürlüğünü ve etkisini canlandırmak için dramatik bir güç birliğine ihtiyaç bulunduğunu anladıklarına şüphe yoktur. Bu bakımdan, PTCL sendika eylemcilerinin mücadelesi, bize yakın tarihteki hiçbir işçi hareketinin yapamadığı ölçüde, neoliberalizme ve askeri devlete karşı işçilerin sahip olduğu potansiyeli, hatırlatmıştır. Tabii, yeterince birleşik ve kararlı davranırlarsa ve tabii içinde hareket ettikleri stratejik iklimi çok iyi tanırlarsa.
* Asım Seccad Ahtar, Pakistan’da işçi sınıfı mücadelelerini örgütleyen Halkın Hakları Hareketi (PRM) çizgisinde hareket eden bir politik eylemcidir. Ahtar, ayrıca Lahor Yönetim Bilimleri Üniversitesi’nde sömürgecilik tarihi ve ekonomi politik dersleri vermektedir.
[Monthly Review dergisinin Ekim 2005 tarihli sayısından Ahmet KIRMIZIGÜL tarafından sendika.org için çevirilmiştir.]