Ve kaçınılmaz son gerçekleşti. “Demokrasi, çok kültürlülük, yeni bir medeniyet projesi” kıyafetli “liberal humma” artık çıplak! Fransa ve Hollanda’da gerçekleşen referandumlarla çöpe atılan AB anayasası, Avrupa İşadamları Yuvarlak Masası (ERT) etrafında kümelenen ve onlarla işbirliği içinde olan sermaye kesimlerinin “hegemonya projesi”nin ilk ciddi yenilgisi olarak tarihe yazıldı. Bu kesimlerin AB projesiyle uyumlu olarak içeriğinde 78 […]
Ve kaçınılmaz son gerçekleşti. “Demokrasi, çok kültürlülük, yeni bir medeniyet projesi” kıyafetli “liberal humma” artık çıplak! Fransa ve Hollanda’da gerçekleşen referandumlarla çöpe atılan AB anayasası, Avrupa İşadamları Yuvarlak Masası (ERT) etrafında kümelenen ve onlarla işbirliği içinde olan sermaye kesimlerinin “hegemonya projesi”nin ilk ciddi yenilgisi olarak tarihe yazıldı. Bu kesimlerin AB projesiyle uyumlu olarak içeriğinde 78 defa “pazar”, 174 defa “rekabet” kelimesi geçerken, sosyal gelişmeden sadece 2 yerde bahseden Anayasa işçilerin,işsizlerin, yoksulların, köylülerin oylarıyla reddedilirken, bizim liberal borazancıbaşılarımız celladını sevmeyi reddeden Avrupa emekçilerini “geri zekalılıkla” itham ettiler. Kimi liberallerimiz de “haklı” olarak anayasayı meclisten geçirmek yerine referanduma götüren siyasetçileri suçladılar.
Aslında demokrasi kostümünün bu projeye dar geleceği zaten belliydi. Fransa’daki SUD-PTT sendikasından Annick Coup’un “Sosyal bir Avrupa’nın ihtiyaç duyacağı siyasetlerin toplumsal ve mali uyumunu yasaklıyor” dediği anayasa en baştan beri AB projesini kuran ekonomik ve siyasi elitin niyetini açık ediyordu ve bunun emekçilere yutturulması oldukça zordu. “Avrupa zaten kapitalist, neo-liberalizm hakim, ne olacak canım bunlar Anayasaya yazsa. Faşistlerle aynı safta durmaktansa bir iki demokratik kazanım alsak fena mı olur” diyen liberal solcu takımının gayretleri de sonuç vermeyince Anayasa ezici oy oranlarıyla reddedildi.
Avrupa sermayesinin hegemonya krizi
Referandumların sonucunda Avrupa emekçileri, AB projesinin ebeveyni Avrupa sermayesinin kollarına nur topu gibi bir kriz bırakmış oldu. Emperyalist-kapitalist sitemin sorunlarının çözümü için “siyaseti ekonomiye karıştırmayacak”, oy kaygısı olmayan teknokratlardan oluşan “ulus üstü” kurumlar oluştururken gözlerinin içine baka baka emekçilerin mezarını kazanlar şimdi anayasalarının mezarını kazmaktadır. Kapitalist merkezi ve sömürgeleştirilen “çevreyi” aynı birliğin parçaları halinde eşitsiz bir biçimde kapsayanlar şimdi en kirli ve alçakça yöntemlerle proleterleştirdikleri ve yoksullaştırdıkları çevre ülkelerden değil, merkezden yedikleri tokatın etkisiyle şaşkındırlar. Korkunç boyutlara ulaşmaya başlayan toplumsal ve bölgesel eşitsizlikleri çoğunlukla sosyal demokratlar ve geleneksel sendikalarla sözde bir sınıf uzlaşması temelinde gerçekleştirmeye çalışanların şimdi bir “B planına” ihtiyaçları vardır. Şimdi AB projesinin yürütücüleri, emperyalistler arası rekabeti ve dengeleri de gözetmeye çalışarak bu ciddi krizi aşmaya çalışırken krizin artçı şokları da gelmeye başlamıştır. İngiltere kendi ülkesindeki referandumunu iptal ederken, İtalya’da Avrupa Para Birliği’nden çıkış tartışılmaya başlanmıştır.
Ancak AB’nin merkezini oluşturan devletlerin tamamının Anayasa’da tadilat yaparak yeniden piyasaya sürme fikrine şiddetli bir biçimde karşı çıkmaları Avrupa sermayesinin daha fazla sosyal soslu bir B Planı olmadığını göstermektedir. Neo-liberalizmin anayasasıyla sağlanamayan hegemonya başka araçlarla sağlanmaya çalışılacaktır. Bu aşamada AB süreciyle beraber modasının geçtiği söylenen “ulus devletler”, ulus üstü birliğin tadilata girmesi nedeniyle, sermayenin neo-liberal saldırıları için daha işlevli kullanılmak istenecektir. Almanya’da ve İngiltere’de yükselen muhafazakar partiler, kendilerini yenileyerek Avrupa sermayesinin emek düşmanı politikalarını uygulamak için görev beklemektedirler. Avrupa emekçi sınıflarının B planında farklı bir oyun izleme şansı yoktur. Liberal saldırganlık artık sadece “demokrasi, çok kültürlülük, siyasi özgürlükler, insan hakları” gibi kostümlerle değil, “Milliyetçilik, dinsel gericilik, etnik düşmanlık” gibi kostümlerle de arz-ı endam edecektir.
Tek yol imtiyazlı ortaklık
Avrupa’da, referandum sonuçlarını “Halkın genişlemeye ve özellikle de Türkiye’nin üyeliğine tepkisi şeklinde” okuyan muhafazakarların ve milliyetçilerin sesleri giderek yükselirken tüccar siyasetçilerimiz ve liberalizm tüccarlarımız “Referandum sonuçları bizim hedeflerimizi etkilemez” nakaratına sarıldılar. Aslında dedikleri bir yanıyla doğruydu. Türkiye’nin AB’ne üyelik süreci asıl olarak ülkenin tüm istihdam yapısını ucuz emek peşindeki Avrupa sermayesine cazibeli hale getirmeyi, tarımı tasfiye etmeyi, tüm hizmetleri özelleştirmeyi ve nihayetinde Türkiye’yi emperyalistlerin bölgesel askeri-ticari taşeronu olarak işlevlendirmeyi öngörüyordu.
AB Anayasası’nın reddedilmesiyle emperyalistlerin ve Türkiye egemenlerinin bu hedeflerden sapması beklenemez. Ancak Avrupa egemen sınıflarının bir bölümünün AB projesinin sarsılan ideolojik hegemonyasını restore etmek için Türkiye’yi günah keçisi ilan ederek daha milliyetçi muhafazakar argümanlara sarılması “imtiyazlı ortaklığın” en gerçekçi bütünleşme seçeneği olarak öne çıkmasına neden oldu. Aslında bu da Türkiye egemenlerinin hedeflerini etkileyen bir gelişme değildi. Çünkü 17 Aralık sonrası atılan tüm zafer nutuklarına rağmen Tayyip Erdoğan da dahil herkes bilmekteydi ki Brüksel zirvesinden çıkan fiili bir imtiyazlı ortaklık önerisiydi. Bu öneri hem Türkiye egemenleri için hem de emperyalistler için hep en gerçekçi seçenekti. Çünkü IMF çapasıyla birlikte kullanılan “AB çapası” ile yoksullaştırılacak, mülksüzleştirilecek, kamu hizmetlerinden mahrum bırakılacak, güvencesiz çalıştırılacak, savaşlara sürülecek Türkiye halkını yönetebilmek ve Türkiye’nin askeri gücünü daha etkin kullanabilmek AB’nin merkez ülkelerde dahi patlayan “demokratik” standartlarıyla olanaklı değildi.
Türkiye’nin en ciddi liberal dönüşümünün 12 Eylül ile sağlandığını bir anda unutup ekonomik liberalizmin kendi doğallığında siyasi liberalizmi getireceği gibi saçma bir sermaye hurafesine kendilerini kaptıran sol-liberaller AB’ye karşı çıkanlara “ulusalcı-milliyetçi, faşist, üçüncü dünyacı” diye küfrederken, Türkiye egemenleri kendilerine önemli bir hareket alanı kazandıran “fiili imtiyazlı ortaklık” projesine çoktan onay vermişlerdi. “AB’ye tam üyelik” ise bir promosyon malzemesi olarak kullanılması için AKP hükümetine verilen “politik rüşvet” idi.
Tam üyelik rüşveti artık hükümsüz
AB’nin içine düştüğü krizle bu politik rüşvet hükümsüz kalmış, bu durum egemenlerin iç ve dış siyasetteki konumlarını etkilemeye başlamıştır. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesinde rol almak egemenler için daha “sağlam” bir seçenek olmaya başlamıştır. TSK öncülüğündeki geleneksel egemenler milliyetçiliği ve laikliği bayrak edinerek emperyalizmin doğu seferinde askerlik talep ederlerken İslamcılardan farklı olarak İsrail ile daha uyumlu çalışabileceklerini, İran’ı tehdit olarak gördüklerini göstermeye çalışmaktadırlar. İsrail ile sürdürülen askeri işbirliğinin hızlanması, Milli Güvenlik Siyaset belgesinden sonra İlker Başbuğ’un da ABD gezisi sırasında İran’ı tehdit olarak nitelemesi ABD’ye çakılmış asker selamıdır.
ABD ile ilişkilerde inisiyatifi kaptırmak istemeyen AKP’nin attığı adımlar da ilgi çekicidir. Tayyip Erdoğan’ın İsrail gezisi ve İncirlik’in kullanıma açılmasından sonra Türkiye hükümeti, ABD önderliğindeki “Kitle imha silahlarının önlenmesi girişimi” PSI’ya desteğini bildirmiştir. ABD gezisi öncesi Tayyip Erdoğan başta olmak üzere AKP’lilerin her gün dini gerekçeli bir polemiğin aktörü olduğu da gözlerden kaçmamalıdır. İmam hatipler, Kuran Kursları, gerici kadrola
şma ve Din Derslerinin içeriğine dair tartışmalar özel olarak AKP tarafından gündeme sokulmaktadır. AKP’nin siyasi söylemindeki bu belirgin değişimin gerekçeleri hem dış hem de iç siyasette gizlidir. Laiklik ve milliyetçilik bayrağıyla BOP’ta daha işlevli bir asker olarak istihdam edilebileceğini göstermeye çalışanlara karşı, AKP “ılımlı İslam modeli”nde alabileceği rolü sahnelemeye başlamıştır. TSK’nın İran’a müdahalede ve İsrail’le işbirliğinde laiklik kozunu; AKP ise Ortadoğu’nun sömürgeleştirilmesi sürecinde model olma potansiyelini işbirlikçilik yarışında kullanmaktadır.
Türkiye egemenleri farklı rollerle ABD planlarında saf tutmaya çalışırken bu ülkenin Ankara eski Büyükelçisi Eric Edelman’ın sarf ettiği sözler Türkiye egemenlerin pespayeliğini açıkça göstermiştir. Edelman gider ayak yaptığı konuşmada Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Babacan’ın gözlerine baka baka “ABD şirketlerine boykot yapanların çirkin başları kaldırılmadan ezilmelidir” derken, işbirlikçilik yarışındaki Türkiye egemenleri, kendi vatandaşlarını tehdit eden büyükelçinin bu sözlerini duymazdan gelecek kadar düşkünleşmişlerdir.
Liberal İslamcılık ve milliyetçilik kostümlü işbirlikçilerin rekabetinin en önemli raundu da Cumhurbaşkanlığı üzerinedir. AKP hükümeti bir taraftan Cumhurbaşkanlığı seçimini bu meclisle yapabilmenin olanaklarını gözlemlemekte, bir taraftan da seçime hazırlık yapmaktadır. AB süreciyle beraber egemenler arası kapışmada hareket alanının açılacağıyla ve böylece bir kısım kazanımların elde edilebileceğiyle avutulan AKP’nin İslamcı çekirdeğinin 17 Aralık sonrası giderek belirginleşen hayal kırıklığı yoğunlaşan gerici söylemlerle giderilmeye çalışılmaktadır. Çiftçiye verilen mazot desteği ve kabinedeki revizyon da AKP’nin koşullar zorladığı anda seçime gidebilecek alt yapıyı oluşturma çabasıdır. Hükümet bu hazırlıkları yaparken Sezer’in ve TÜSİAD’ın AKP hükümetini eleştiren açıklamaları Türkiye siyasetinin önümüzdeki dönem çok sıcak gelişmelere gebe olduğunun habercisidir.
Bu oyuna emekçiler son verecek
Seçim ihtimalini de içinde barındıran tüm bu siyasi gelişmeler AKP’nin emeğe yönelik saldırılarının hızını fazlaca kesmemiştir. Özelleştirmeler tam gaz sürmekte, AKP Hak-iş Konfederasyonunun örgütlü bulunduğu bir fabrikayı satmak için bir kentle çatışmayı göze alabilmektedir. Seydişehir halkına savaş açan AKP, Tüpraş, Erdemir ve Telekom’un özelleştirme süreçlerini hızlandırarak cepheyi genişletmekte bir sakınca görmemektedir. Eğitim-Sen’in kapatılması ve Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Tasarısının yasalaştırılması süreci de bir taraftan işlemektedir. IMF’nin emriyle asgari ücrete yönelik düzenlemeler tartışılmaya başlanmıştır. Egemen sınıfların ciddi bir kapışmaya hazırlandığı, AB hülyasının da pazarlanabilir olmaktan çıktığı bir dönemde bu saldırıların peş peşe geliyor olması emek hareketinin zaaflarını bir kere daha gözler önüne sermiştir. Egemen sınıfların emekçileri neo-liberal saldırılara ikna etmek için kullandıkları “elma şekeri” Avrupa’daki referandumlarla ellerinden alınmışken, AB’nin varlığının sorgulanmaya başlandığı bir dönemde DİSK Genel Başkanı’nın AB projesini aklama çabaları ve Eğitim-Sen’in AİHM’i temel bir mücadele alanı olarak görmesi emek hareketinin elini kolunu bağlayan eğilimlerin iki önemli örneğidir.
Türkiye emekçilerin derdi egemen sınıfların neo-liberal saldırılarını uygularken giydikleri kostüm değildir. Bugün AB kostümlü, yarın ılımlı İslam kostümlü, öbür gün Türkçülük kostümlü siyasi aktörler, egemen sınıfların ve emperyalistlerin Türkiye halkı üzerindeki oyunlarında sahnede daha belirleyici bir yer tutabilir. Emek cephesindeki örgütlerin görevi egemen sınıfların siyaset sahnesinde giyeceği kostüme müdahale etmek değil, o kostümü parçalamak ve bu aktörleri sahneden indirmektir.
Bu oyuna bir son verilmelidir. Egemenlerin ve emperyalistlerin şu veya bu projesinin peşine takılarak emek lehine, halkın yararına düzenlemeler çıkabileceği fikrinin savunulabilecek hiçbir yanı kalmamıştır. Nasıl Irak savaşı ABD hegemonyasındaki sarsılmanın bir işaretiyse, Avrupa’daki referandumlar da AB hegemonyasının ilk ciddi sarsıntısıdır. Bu durum emperyalistlerin herhangi bir projesine eklemlenmek dışında ufku kalmayan Türkiye egemenlerinin yönetebilme yeteneklerini de etkileyecektir. Bu yüzden gün AİHM kapılarına bel bağlama, “Aslında Fransızlar AB’yi reddetmedi” diyerek sermaye projelerini aklama paklama, meclis koridorlarında lobicilik yapma günü değildir. Giderek tüm meşruiyetini yitiren emperyalist kapitalist sistemin Türkiye’deki ve dünyadaki krizine cüretli müdahalelerde bulunmanın günüdür.
“Mahkeme kararınız ne olursa olsun Eğitim-Sen’i kapatmayacağız”, “İhalelerinizi tanımıyoruz, KİT’leri sattırmayacağız”, “Sağlık ve eğitimi paralı hale getiren düzenlemelerinizin emekçiler için bir hükmü yoktur”, ” İncirlik’i kullandırmayacağız” demek için gerekli tüm nesnel koşullar mevcuttur. Emek hareketinin bugünkü en acil ihtiyacı ise öznenin yenilenmesidir.
sendika.org
7 Haziran 2005