ABD’den bombardımana devam Bu soruyu tetikleyen ABD kaynaklı eleştiri bombardımanı geçtiğimiz hafta da hız kesmedi. Önce ABD’nin Türkiye büyükelçisi Edelman, Sezer’in Suriye’ye ziyaret planını dosta düşmana duyura duyura eleştirdi ve mesaj yerini bulduktan sonra da “yanlış anlaşıldım” dedi. Bu “nasihat” Sezer’i ziyaretinden, en azından şimdilik vazgeçirememişse de, AKP’de karşılığını hemen buldu. AKP grup başkan vekili […]
ABD’den bombardımana devam
Bu soruyu tetikleyen ABD kaynaklı eleştiri bombardımanı geçtiğimiz hafta da hız kesmedi. Önce ABD’nin Türkiye büyükelçisi Edelman, Sezer’in Suriye’ye ziyaret planını dosta düşmana duyura duyura eleştirdi ve mesaj yerini bulduktan sonra da “yanlış anlaşıldım” dedi. Bu “nasihat” Sezer’i ziyaretinden, en azından şimdilik vazgeçirememişse de, AKP’de karşılığını hemen buldu. AKP grup başkan vekili Salih Kapusuz, “ben olsam gitmezdim” derken, Abdullah Gül Edelman’ın bu sert çıkışı karşısında Sezer’i savunmak yerine Edelman’ın yanlış anlaşıldığını söyleyerek ABD büyükelçisine gelen eleştirilerin önüne durdu.
ABD, Türkiye’deki Amerikan düşmanlığından ve AKP’nin İslamcılığından duyduğu rahatsızlığı iki-üç günde bir yenisi gündeme gelen rapor ve yazılarla hatırlatmaya da devam ediyor. Son olarak yeni muhafazakarların çekirdeğini oluşturan “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” adlı kuruluşun Amerikan Senatosu’na sunduğu raporda Türkiye dış politikasındaki olumsuz eğilimlerin temelinde AKP’nin iç çelişkileri bulunduğu belirtildi. Raporda AKP’nin güçlü anti-Amerikancı, kültürel Avrupa karşıtı ve yabancı düşmanı eğilimler barındırdığı öne sürüldü.
Daha sonra Donald Rumsfeld, Türkiye hükümetinin ABD ile ilişkilerindeki “aşil topuğunu” bir kere daha hedef aldı ve “1Mart Tezkeresi geçmiş olsaydı Irak’ta durum bu kadar kötü olmazdı” diye buyurdu.
Asker sessizliğini bozdu
ABD-AKP gerilimine eşlik eden bir diğer gelişme de AKP iktidarının 2,5 yıllık istikrarının dayandığı büyük “uzlaşma”nın TSK kanadında yaşandı. Bugüne kadar AB ve ABD ilişkilerinde hükümeti sıkıştıracak şekilde müdahil olmaktan imtina eden ve Kıbrıs, Kuzey Irak vs. gibi kritik konularda AKP’yi zor durumda bırakacak bir açıklamada bulunmaktan kaçınan TSK’nın sessizliği Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’ın geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamalarla bozuldu.
“Şimdi Irak yeniden yapılanıyor. Söz hakkımız var mı? Yok. Bir Irak politikamız var mı? Yok…” diyerek hükümetin Irak politikasını eleştiren Büyükanıt, ordunun bugüne kadar herhangi bir şekilde eleştirmediği AB sürecine de, en elverişli yerinden, şu sözlerle dokundurdu: “…olağanüstü hal uygulamasının kalkmasından kimi yasaların değişmesine kadar bir dizi yeni durum ortaya çıktı. Yani terör örgütü üyelerinin sayısı 1999’daki rakama ulaşırken, biz 1999’daki mücadele gücünün gerisindeyiz. Bu çok tehlikeli bir durum…”
ABD’den ve TSK’den gelen eleştirileri yan yana koyalım ve tekrar düşünelim. Ilımlı İslam’ı model olarak gösteren ABD, AKP’nin İslamcılığını eleştiriyor ama laikliğin yılmaz savunucusu TSK’da bu Atlantik aşırı hassasiyetin zerresi bile görünmüyor. TSK, AKP’nin herhangi bir icraatına engel olmaya da çalışmıyor; hükümetin dış politikada boş bıraktığı, elini çabuk tutmadığı alanlarda devreye giriyor. ABD laiklik diye yırtındıkça, TSK milliyetçi söylemlerle, Irak politikası nedeniyle hükümeti eleştiriyor. Yani TSK yeni bir 28 Şubat’a yatırım yapmıyor, ABD ile eşzamanlı bir şekilde AKP’nin Ortadoğu siyasetine ince ayar çekiyor. Nitekim Radikal yazarı Murat Yetkin geçen hafta bir yazısında şöyle diyordu: “Üst düzey bir ABD kaynağı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin İncirlik Üssü’nün, yalnızca lojistik amaçlarla sınırlı kalmak kaydıyla kullanımına izin verilmesine olumlu baktığını bildiklerini, ancak asıl olarak hükümetin kararının beklendiğini söyledi.”
Irak’taki sıkışıklığı süren ve bunu hafifletecek bir unsur olarak İncirlik Üssünün lojistik amaçlı kullanımını isteyen ABD, AKP’den henüz olumlu karşılık alamadı. Bunun temel nedeni ABD’nin isteklerinin İncirlikle sınırlı olmaması. Bir süredir ABD Savunma ve Dışişleri Bakanlıklarının Türkiye gündeminde “askeri üsler” meselesi var ve 2’si deniz 10’u havalimanı 12 üs istendiği söyleniyor. Bu üslerin Türkiye hükümetine herhangi bir bildirimde bulunmaksızın kullanılması isteği, Türkiye’de hiçbir hükümetin kolaylıkla üstlenemeyeceği bir politik riski barındırıyor. ABD ve TSK’nın son çıkışları hükümeti bu riskli güzergaha itekliyor.
“ABD dünyaya üslerle hakim olur”
Üs talebindeki ısrar her ne kadar abartılı görünse de ABD’nin yeni dönem politikası göz önünde bulundurulduğunda gayet anlaşılır bir duruma işaret ediyor. Bush yönetiminin ikinci döneminde, uluslararası politikada zorun geçerliliğini savunan şahinler iktidarın üst kademelerini doldurmuş, bununla birlikte Irak’taki durumundan dolayı yakın vadede büyük bir askeri operasyona kalkışamayacağı anlaşılmışken ABD ne yapmayı planlıyor?
İşin sırrı, süper şahin Rice’ın diplomasi turunun Türkiye ayağında da gündeme gelen üslerde. Diplomasi atağını İran’ı ve Suriye’yi sıkıştırmak için gayet verimli bir şekilde kullanarak Avrupa’yı yanına çeken ABD açısından bölgedeki egemenliğini kurumsallaştırmanın en önemli aracı, görünen o ki üsler olacak. Kısa vadede yeni bir askeri işgale gücü yetmeyen ABD açısından bu üsler yeni Ortadoğu stratejisinin destekleyici bir unsuru olarak düşünülmüyor; bu stratejinin tam da merkezinde duruyor.
Türkiye’den bu kadar önemli beklentileri olan ABD’nin, 1 Mart’ı da tekrar tekrar gündeme getirerek AKP’yi eleştirmesi hemen tüm çevrelerde aynı şekilde yorumlanıyor: “ABD AKP’yi pazarlık gücünü iyice zayıflatarak diz çökmeye zorluyor.”
Peki bu zorlamaya ne zaman ihtiyaç duyuldu?
Köprüyü geçince…
Eğer AKP hükümeti için bir milattan söz edeceksek bu milat 1 Mart’tan çok 17 Kasım’dır. Kaldı ki AKP gerek 1 Mart’ta gerekse de 1 Mart sonrasında ABD için elinden geleni yapmış ve bu süre içinde de ABD açısından daha iyi bir alternatif ortaya çıkmamıştır. 17 Kasım’a kadar egemenlerin isteklerini yerine getirmek için azami gayret sarf eden AKP, tabanının ve kendi iç ittifaklarının beklentilerini “köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı demeliyiz” diyerek 17 Aralık sonrasına ertelemiş, köprü geçildikten sonra da bugünkü durum açığa çıkmış, tabanının talepleriyle egemenlerin programı arasında sıkışan AKP hükümeti motorları istop etmiştir. Nitekim 2005 ajandasında yazılı birçok iş tamamlanamamıştır: IMF’yle anlaşma hala imzalanmadı, AB baş müzakerecisi hala belirlenmedi, ABD’nin üs isteğine hala bir yanıt verilmedi.
“Hem aşırı taviz veren hem de hiçbir beklentiye cevap vermeyen siyasi iktidar imajı Tayyip Erdoğan ve etrafını [rehavete] iten ana faktör haline geliyor.”(Ali Bayramoğlu) İşte ABD’yi harekete geçiren de AKP’nin bu rehavetidir.
AKP’ye dönük eleştirilere eşlik eden istifalar, yolsuzluk operasyonları, medya muhalefeti de eğer tamamı “düğmeye basılma” neticesinde gerçekleşmişse bile, bu düğmeye AKP’yi iktidardan uzaklaştırma iddiasıyla basılmadığı açıktır. Ne Mumcu ve müteakip istifacıların yeni ANAP serüveni bir alternatif olabilir, ne de CHP’yi alternatiften sayan var. Sonuçta medyasıyla, istifacı milletvekilleriyle, TSK’siyle muhalefet boşluğu bir ölçüde doldurulmaya çalışılmakta ve AKP’ye elinin o kadar da güçlü olmadığı hatırlatılmaktadır.
Tekrar başa döner ve ABD’yle TSK’nin AKP hükümetine karşı eleştirilerini irdelersek bu durum daha da anlaşılır hale gelmektedir. AKP’yi İslamcılıkla suçlayan ABD’de bu eleştiri operasyonunu yürüten yazarlar CHP’yi eleştirmekten de ge
ri durmamaktadır. TSK’den gelen eleştiriler arasında “şeriat tehdidi” kesinlikle yoktur. Bu şekilde ABD’den gelen eleştirilerin iç siyasette, AKP iktidarının dayandığı geniş uzlaşmayı zedeleyecek bir laik-antilaik kutuplaşmasına yol açmasına izin verilmemektedir. Olan özetle şudur: AKP ve emperyalistler arasında mesafe oluştukça, emperyalistler AKP’nin İslamcılığından bahsederek geleneksel egemen güçleri sahneye buyur etmekte, onlar da AKP’yi emperyalistler ne istiyorsa onu yapmaya zorlamaktadır.
Özetle, egemenler ve emperyalistler AKP hükümetini hizaya geçmeye, pazarlıksız işbirlikçiliğe zorlamaktadır. Gerçek bir alternatif ortaya çıkmadığı sürece de -ki görünürde adamakıllı bir muhalefet bile yok- AKP’den vazgeçilmeyecek, müdahaleler AKP’yi daha pazarlıksız bir hizmetkara dönüştürmek için yapılacaktır.
Ancak tüm bunlar gerçekleşirken AKP karşıtı egemen sınıf muhalefetinin olası siyasi çizgisi, AKP’nin nereden erozyona uğrayacağı da belirmeye başlamıştır. Milliyetçi bir muhalefetin ilk ciddi “kalkışması” sahneye çıkmıştır.Yaşar Büyükanıt’ın açıklamalarında gösterdiği hedefe uygun olarak, önce Sinan Aygün AİHM kararı gereği Abdullah Özalan’ın yeniden yargılanacağını ve buna karşı önlem alınması gerektiğini duyurarak “infial”in tetikçiliği yapmış, hemen ardından Newroz gösterilerinde on iki yaşında bir çocuğun “Türk Bayrağını” yaktığı iddia edilerek Türkiye çapında ırkçı-milliyetçi gösteriler tertiplenmiştir. Bunların hemen öncesinde CHP’nin Ermeni sorunu konusundaki atağı ve AKP içindeki milliyetçilerin istifaları kimi siyaset kurtlarının kokuyu önceden aldığını göstermektedir.
Özelleştirme saldırısı sürecek
Yukarıda bahsi geçenler egemenler arası kriz eksenlerinde yaşanan gelişmelerdi. Geçtiğimiz hafta, AKP’nin başını ağrıtacak bir diğer kriz ekseninin de AKP’yle emekçiler arasında belirdiğini söylemiştik. Özelleştirme kapsamındaki işyerlerinde gelişen hareketler saldırının doğası gereği toplumsal-politik bir hatta yönelme eğilimindedir ve SEKA örneğinde de görüldüğü gibi sendikal yapıların geleneksel alışkanlıklarını da zorlayarak siyasal iktidarla kapışan bir mücadeleye evrilmektedir. Fakat yine SEKA örneğinde de görüldüğü gibi özelleştirme karşıtı mücadelenin bu eğilimlerini besleyecek bir önderlik mevcut değildir. TEKEL, TÜPRAŞ ve Telekom’la devam edecek olan özelleştirme saldırısı karşısında işçi hareketinin yine umut vaat eden mücadelelere girişeceği fakat geleneksel sendikal anlayışın ve Türk-İş’in aşılması gereken engeller olarak toplumsal muhalefetin karşısına çıkacağı beklenmelidir.
Toplumsal muhalefet açısından bir diğer önemli gelişme de geçtiğimiz hafta sonu Irak işgalinin ikinci yıl dönümü dolayısıyla gerçekleştirilen savaş karşıtı eylemlerdi. Savaş karşıtı harekette 1 Mart’tan bu güne süren parçalılığın sonuçlarının daha da belirginleştiği bir eylem süreci geçirdik. 1 Mart başarısının hemen ardından sol siyasal söylemin savaş karşıtı hareketi daralttığı iddiasıyla, soyut “ve böylece kitlesel” bir savaş karşıtı muhalefet örgütlemek üzere bölünmeyi zorlayan çizgi, bu bölücü çabasını son eylem sürecinde de sürdürdü. Son iki yılın muhasebesi yapıldığında bu çabanın iki bariz sonuca yol açtığını söyleyebiliriz: 1. Sosyalist hareketin kimi merkezleriyle emek hareketi arasında 1 Mayıs 2004’de kapanan açı yeniden açılmıştır. 2. Bu bölünme kesinlikle kitleselleşmeye yol açmamış, aksine sürekli bir daralmayı tetiklemiştir.
1 Mayıs’a doğru
Toplumsal muhalefet işte bu koşullarda 2005 1 Mayıs’ına hazırlanıyor. Emperyalistlerin bölge stratejileri doğrultusunda Türkiye’den beklentileri ve IMF-DB-AB aracılığıyla emeğe dönük saldırıları 1 Mayıs gündeminin iki ana başlığını oluşturacak. 1 Mayıs’a giderken, zor günler geçiren iktidarın emperyalistlerle girdiği askeri-ekonomik-siyasal bağımlılık ilişkilerini sorgulayan etkili bir muhalefet örgütleyebilmek için yeterince olanak açığa çıkacaktır. Bu olanakları heba etmemenin koşulu da az önce bahsi geçen deneyimler ışığında savaş karşıtı hareketin net, anti-emperyalist bir hatta birleştirilmesi, emek hareketinin de toplumsal-politik bir hatta doğru ilerici bir kopuş yaşamasıdır.
sendika.org