Geçtiğimiz günlerde AKP hükümetini terleten ve önümüzdeki dönemde de hükümetin başını ağrıtacak üç kriz ekseninden bahsedebiliriz. Bunlardan birincisi emperyalistlerin Ortadoğu başta olmak üzere ülkemiz etrafındaki jeopolitik gündemleriyle ilgilidir ve AKP’nin “tüccarım; üçe alırım-beşe satarım” dış siyasetinin iflas etmesine neden olmaktadır. Bir diğer kriz ekseni iç siyasettedir. Kuşkusuz dış gelişmelere de bağlı olarak, egemen sınıfların AKP’ye […]
Geçtiğimiz günlerde AKP hükümetini terleten ve önümüzdeki dönemde de hükümetin başını ağrıtacak üç kriz ekseninden bahsedebiliriz. Bunlardan birincisi emperyalistlerin Ortadoğu başta olmak üzere ülkemiz etrafındaki jeopolitik gündemleriyle ilgilidir ve AKP’nin “tüccarım; üçe alırım-beşe satarım” dış siyasetinin iflas etmesine neden olmaktadır. Bir diğer kriz ekseni iç siyasettedir. Kuşkusuz dış gelişmelere de bağlı olarak, egemen sınıfların AKP’ye verdikleri kredi limitlerini azaltmaya başlamaları ve bir kriz sonrası oluşan AKP koalisyonunun başka bir kriz sonrası dağılabilme potansiyeli olduğu geçtiğimiz günlerde açıkça görülmüştür. IMF, DB ve AB’nin çizdiği güzergâhta neo-liberal saldırıları şiddetlendiren AKP ile emekçiler arasındaki çatışma ise üçüncü kriz eksenini oluşturmaktadır. Şimdi geçtiğimiz günlerde bu eksenlerde yaşananlara bir göz atalım.
AKP İki Ata Oynarken İki Atın Çiftesini Yedi
Osmanlı’nın son dönemlerinden bugüne Türkiye dış siyasetine damgasını vuran “tek ata oynamama” siyasetini, kendi tüccar yorumuyla uygulayan AKP, oynadığı iki attan, ABD’den ve AB’den yediği çiftelerle abondane oldu.
Condeleeza Rice’ın Türkiye ziyaretinden sonra ABD’liler bir anda Türkiye’deki ABD karşıtlığından müthiş derecede “müteessir” olmaya başladılar. Rice’ın peşi sıra Türkiye’ye gelen Pentagon’un önemli isimlerinden Douglas Feith daha da ileriye giderek “Türkiye-ABD arasındaki ortak hedeflerin bu ABD karşıtlığının önlenmesine bağlı” olduğunu söyledi. ABD gazetelerinde her gün Türkiye’yi “hasta adam” olarak nitelendirilen yazılar yayınlanmaya başlandı. Bunlar da yetmiyormuş gibi ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yayınladığı yıllık insan hakları raporunda “Türkiye’de işkence, dayak, keyfi tutuklama ve gözaltı uygulamalarının devam ettiği” yazıldı. Yine ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yıllık uyuşturucu ve kara para aklama raporunda Türkiye, Güneybatı Asya’dan Batı Avrupa’ya giden yolda ana geçiş noktası olarak tanımlandı ve kayıt dışı ekonominin, mevcut bankalar sisteminin ve döviz bürolarının bu ticareti kolaylaştırdığı söylendi.
Tüm dünya haklarının nefretini kazanacak adımları büyük bir iştahla atan ABD’nin bu sağlı-sollu ataklarının gerekçesi tabii ki Türkiye’de artan ABD karşıtlığından duydukları ıstırap değildi. Bu yüzden ABD’nin derin öfkesinin sırrını geçtiğimiz ay gazetelerin köşelerinde yer alan iki haberde aramamız daha doğru olur. Bu haberlerden birincisi İncirlik üzerine dönen pazarlıklarla ilgiliydi. ABD’nin İncirlik’e dair talepleri bu ülkenin daha önceki taleplerinden farklılıklar arz ediyordu ve önümüzdeki döneme dair beklentilerinin büyüklüğünü gösteriyordu. ABD İncirlik üssünün kullanırken Türk makamlarına bildirimde bulunmak istemiyor, daha esnek bir kullanım hakkı için bastırıyordu. Bu sıradan bir talep değildi ve bu talebe olumlu yanıt verilmesi önümüzdeki olası askeri müdahalelerde Türkiye hükümetinin ve Genelkurmayının “kan pazarlığı” yapma gücünü elinden alıyordu. Dış siyasette iki ata oynamak isteyen, bölgedeki olası emperyalist saldırılardan azami ölçüde nemalanmayı hesaplayan, bu yüzden de “pazarlık gücünü” yitirmek istemeyen Türkiye iktidarının direnişi bu ataklarla zayıflatılmaya çalışıldı. ABD’nin öfkesinin sırrını anlamamıza yardımcı olacak ikinci haber ise ABD’nin Türkiye için çıkardığı 1 milyar dolarlık hibe ile ilgiliydi. Türkiye bu hibeyi siyasi şart içerdiği için kabul etmemişti. Bahsi geçen siyasi şart “Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahale etmeyeceği” garantisinin verilmesiydi. Kürt sorununa dair ırkçı-inkârcı yaklaşımlarından vazgeçemeyen Türkiye, askeri müdahale seçeneğini hiç kullanmayacak olsa dahi bu teminatı vererek Irak’ın kuzeyinde fiilen kurulan Kürt Devleti’ni eli kolu bağlı seyredeceğini itiraf etmek istemedi. Böylece Kuzey Irak ABD’nin Türkiye’den her talebinde önemli bir pazarlık konusu olarak kalmış oldu. Özetle pazarlıkların uzamasının yaratabileceği kırılmaları 1 Mart’ta acı bir biçimde gören ABD, önümüzdeki dönem Ortadoğu’da girişeceği askeri operasyonlar için Türkiye’yi daha pazarlıksız kılmaya çalışmaktadır.
ABD’nin Türkiye’yi fazlaca sıkıştırması durumunda AB’ye kapak atılabileceğini düşünenlerin beklentileri de boş çıkmıştır. Ortadoğu’da aktif bir rol oynamaya hazırlanan ve bunun bir gereği olarak 17 Aralık’ta Türkiye’ye bir çeşit imtiyazlı üyeliğin önünü açan AB Türkiye’ye siper olmamış; aksine bir çifte de ikinci attan gelmiştir. Atlantiğin iki yakası arasında denge siyaseti oynamaya çalışan Ankara’nın, her AB-ABD geriliminde, her krizde kendisinin canını yakma potansiyeli daha büyük olan ABD’den yana tavır koyacağının farkına varan AB, AKP iktidarına kendisinin de dişleri olduğunu göstermiştir. 6 Mart’da Beyazıt’ta yaşanan vahşetten, sanki Türkiye’de ilk defa tanık oluyorlarmış gibi “şok olan” AB troykası ortalığı birbirine katmıştır. Türkiye’yi ziyaret eden AB Troykası, Ankara’nın tarama sürecinin 3 Ekim’den önce başlaması, Katılım Ortaklığı Belgesi ve Müzakere Çerçeve Belgesi konularındaki beklentilerine de yanıt vermemiş, Kıbrıs sorununun tartışılmasının vakit ve enerji kaybına neden olduğunu vurgulayarak, Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni de içine alacak Gümrük Birliği anlaşmasını bir an önce imzalamasını istemiştir. Tüm bu talepler sıralanırken Fransa Türkiye’nin üyeliği için referandum düzenleyeceğini duyurmuş, AB Parlamentosundan ve çeşitli yetkililerden Türkiye’yi çeşitli gerekçelerle eleştiren açıklamalar arka arkaya gelmiştir. Tüm bu olup biteni saf saf “ev ödevi”nin iyi yapılmamasına bağlamak abesle iştigaldir. Zira AB’nin demokratikleşme konusundaki ev ödevlerinin yapılmamasını, yeri geldiğinde, siyasi gerekçelerle görmezden gelebileceği 17 Aralık’ta görülmüştür. Yani AB’nin bu ödevleri bir anda hatırlayıvermesinin gerekçesi de siyasidir. Emperyalist kampların Türkiye üzerindeki egemenlik mücadelesi ve Türkiye etrafındaki güncel jeopolitik hedeflerinde Ankara’nın pozisyonunu netleştirme isteği, her iki tarafın da hem havucu hem sopayı göstermesini gerektirmektedir.
Bu yüzden Türkiye egemenleri her zaman AB ile ABD arasındaki çatlağın fazla açılmamasını, iki tarafın çekiştirmelerine maruz kalmadan bu denge oyununu sürdürmeyi isterler. Geçtiğimiz ay yapılan NATO toplantıları sonrası büyük gazetelerimiz ballandıra ballandıra Fransa Cumhurbaşkanı Chirac ile Bush’un ne kadar şahane bir yemek sohbeti gerçekleştirdiğini yazdılar ve toplantılarda müthiş bir uyum yakalandığını söyleyip durdular. Her ne kadar bu toplantıda ve Rice’ın yaptığı geniş Avrupa turunda, Bush ve ekibinin Avrupa’ya yönelik kullandığı dilde bir değişiklik olmuşsa da bu iki kampın kolektif bir sömürgecilik sürecine girdiği söylenemez. Wallerstein’ın “yarım yamalak müttefikler” olarak tanımladığı AB ve ABD arasında, aynı bölgelere odaklanan jeostratejik hedefler nedeniyle artan rekabetten bahsetmek daha doğru olur. Doların yıllardır sürdürdüğü “rezerv para” olma özelliğinin Euro tarafından tehdit ediliyor olması, AB’nin Avrupa Ordusu girişimlerinin NATO’yu gölgelemeye başlaması, yine AB’nin “İran sorunu” ile Ortadoğu siyasetine aktif giriş yapmaya başlaması ve Çin’e yönelik silah ambargosunu kaldırma girişimleri bu rekabetin güncel izdüşümleridir. Bu rekabetin Türkiye siyasetini önümüzdeki günlerde de fazlasıyla karıştırma potansiyeli olduğunu söylemek yanlış olmaz.
AKP’nin Suyu Ne Zaman Kaynar?
Dış siyasette fazlasıyla “gerilen” AKP hükümeti içerde de gerilimli bir dönem yaşıyor. Erkan Mumcu’nun istifasının ardından peş peşe yaşanan istifaları Tayyip Erdoğan “Çuvaldaki çürükler gitti” diye yorumlasa da iç siyasette AKP’nin eskisi kadar rahat olmadığı kesin. AKP Merkez Yürütme Kurulu’nun partiden istifa eden ya da ihraç edilen milletvekilinin vekilliğinin de düşmesini ve yerine yedek parlamenter atanmasını öngören bir seçim yasası hazırlığı içerisine girmesi durumun ciddiyetini gözler önüne seriyor. AKP bu yasayı hazırlarken, Rahmi Koç’un bundan üç ay önce “en iyisi tatlı diktatörlük “ diye ifade ettiği, sermayenin siyasal istikrar beklentisini de arkalamayı düşünüyor.
Ancak anlaşıldığı kadarıyla AKP’nin sermayeyle de ilişkileri pek yolunda gitmiyor. IMF ile anlaşmanın gecikmesinden, hükümetin AB sürecinde rehavete kapıldığından şikayetçi olan sermaye temsilcileri AKP’ye verdikleri kredinin bir kısmını geri alıyor veya koşula bağlıyor.
AKP’nin en son teşvik yasasıyla somutlanan, kendine has parti içi çıkar ilişkilerini kurumsallaştırmaya çalışırken, sermayenin genel çıkarlarını tehdit eden, örneğin IMF anlaşmasını geciktiren çizgisi rahatsızlık yaratıyor. Önümüzdeki dönemin iktisadi ve siyasi kırılma noktaları barındırdığını gören ve yere sağlam basmak isteyen AKP ise kendi çıkar ilişkilerini kurumsallaştırarak, burjuva siyasetine has “partileşme sürecini” tamamlamak istiyor.
Egemen sınıfların herhangi bir siyasi alternatiflerinin bulunmayışı ve siyasal istikrar talepleri AKP’nin kimi zaman “çizmeyi aşmasına” da neden oluyor. Tayyip Erdoğan’ın 6 Mart’taki polis vahşetini eleştiren medyayı ispiyoncukla suçlaması, TÜSİAD’a da kendi işine bakmasını söylemesi bu seçeneksizliğin de bir sonucu. Egemen sınıfların bu seçeneksizliği ne kadar sürer bilinmez; ancak Amerikalı Cumhuriyetçilerin etkin isimlerinden Michael Rubin’in yazdıkları “Laik-Amerikancı bir seçenek mi pişirilmeye çalışılıyor” sorusunu gündeme getirdi. Cumhuriyetçi ideologların “çekirdek kadrosunda” bulunan Rubin, “AKP’nin Türkiye’yi rotasından çıkartmak ve Türkiye’de laikliği yok etmek” amacında olduğunu, “bunun için de AB bahanesiyle orduyu ve bürokrasiyi pasifize ettiğini ve Suudi parasıyla ekonomide sahte cennet yarattığını” yazarak tutmayacağı anlaşılan ılımlı-İslam modelinin suyunun ısınmaya başladığını gösterdi.
SEKA’nın “Çözümü” Hükümeti Rahatlattı
Türkiye siyasetine damgasını vurması beklenen üçüncü kriz ekseni olan, emekçiler ile hükümet arasındaki çatışmanın geçen ayki gündemi SEKA idi. SEKA fabrikasındaki direniş, AKP’nin işçi sınıfının geleneksel kesimleriyle kavgası olarak yaşandı. Ancak işçi sınıfı mücadelesinin geleneksel zafiyetleri, bu kavganın SEKA raundunun, iktidara geldiği günden bugüne kadar en sıkıntılı dönemini yaşayan AKP açısından “olabilecek” en az hasarla ve verilebilecek en az tavizle atlatılmasını sağladı.
“Marjinal, ideolojik gruplar, yine oradaki işçilerimiz üzerinden kendi emellerini gerçekleştirmeye ve Türkiye’de huzursuzluk çıkarmaya gayret etmişlerdir” “Azami sabır da gösterdik” “daha fazla tahammül edemeyiz” sözleriyle tehditler savuran hükümet direnişi bitirmeyi başardı. Kuşkusuz direnişin herhangi bir kazanım olmaksızın bitmesinde, ki herhalde aklı başında kimse 600 işçinin bir yıllık istihdamını kazanım sayamaz, Türk-İş’in çabasının ve bu direnişin zaaflarının da rolü olduğunu söylemeliyiz. Örgütlü olduğu birçok sektörde özelleştirme tehdidi sürerken buna yönelik ortak bir mücadele örgütlemeyerek hükümetin “salam taktiği”nin işlemesine olanak sağlayan Türk-İş yönetimi ve direnişin toplumsal muhalefetin neo-liberal saldırıya karşı ortak mücadelesinin bir cephesi olmaması için elinden geleni yapan Selüloz-İş Sendikası yönetimi bugün gelinen noktanın sorumlularındandır.
Ancak sorumluluğu buralara atıp kaçmak olmaz! Türkiye emek hareketinin ilerici güçleri SEKA’nın savunulmasını “neo-liberal saldırganlığa karşı emeğin savunulması” olarak kavrayarak tutum alamamış, mücadeleyi toplumsallaştırma olanaklarını kullanamamıştır.
AKP’nin “SEKA sorunu”nu çözerek diğer sektörlerdeki özelleştirmelere yönelmesi tabii ki elini rahatlatacaktır. Ancak bundan, bu sürecin sancısız geçeceği anlaşılmalalıdır. Hükümetin IMF ile belirlediği takvimde, başta TEKEL olmak üzere birçok özelleştirme gündemdedir. Umuyoruz ki emekçiler SEKA direnişinden aldıkları ilhamla ve tüm emek güçleri bu direnişin verdiği derslerle davranacak, işçi sınıfının ortak çıkarları gereği AKP iktidarının bu saldırısını savuşturmayı başaracaklardır. Biz “Bu baharın hayatı Türkiye açısından daha da güzelleştireceğine inanıyoruz”