“Avrupa, eski Avrupa değil”. Yaratılan demokratikleşme beklentileri ideolojik bir tarih yorumuna dayanıyor: “Küreselleşme ile sömürü ve emperyalizm sadece biçim değil, içerik de değiştirdi; günümüz kapitalizminin emperyalizme ve faşizme ihtiyacı kalmadı. Sermayenin uluslararasılaşma eğilimi, Batı Avrupa’nın ileri demokrasi normlarını da genelleştirecektir.” Avrupa işçi sınıfının tarihsel kazanımlarının (Kopenhag kriterleri, Avrupa Sosyal Şartı gibi temel metinler sayesinde) genelleşeceği […]
“Avrupa, eski Avrupa değil”. Yaratılan demokratikleşme beklentileri ideolojik bir tarih yorumuna dayanıyor: “Küreselleşme ile sömürü ve emperyalizm sadece biçim değil, içerik de değiştirdi; günümüz kapitalizminin emperyalizme ve faşizme ihtiyacı kalmadı. Sermayenin uluslararasılaşma eğilimi, Batı Avrupa’nın ileri demokrasi normlarını da genelleştirecektir.” Avrupa işçi sınıfının tarihsel kazanımlarının (Kopenhag kriterleri, Avrupa Sosyal Şartı gibi temel metinler sayesinde) genelleşeceği beklentisi, sağcılaşmayı besleyen en tehlikeli yanlış hesaplardan biridir. Üstelik bu yanlış hesap, şöyle tamamlanıyor: “Türkiye bu süreçle, sömürgeler kümesinden, sömürgeciler kümesine atlayacak ya da “alt-emperyalist” denilen ara bir konuma yerleşecektir”. Bütün bunlar 60’lı yıllarda AET karşısındaki sol duruşu simgeleyen “Onlar ortak, biz pazar” sloganının geçersizleştiği iddialarının yegane dayanaklarıdır. Liberal sola göre ulus-üstü mekanizmalarıyla AB, bugün “yeni liberal ve serbest pazar merkezli” biçimde işliyor olsa da, solun daha etkin olmasıyla birlikte emekten yana gelişmeleri hızlandıran bir uluslararası birlik haline de getirilebilir. Sadece biraz daha “demokratikleşme” değil, sınırların ortadan kalktığı bir dünya, eşitlik, özgürlük gibi hedefleri reformlar yoluyla yakınlaştırmanın aracı olarak da görülebilir: “Avrupa Birliği’ne üyelik süreci, Türkiye toplumunun sosyalizme özgü hedeflere yönelmesini mümkün kılan gedikler açma potansiyeli taşımaktadır”.(1) Avrupa değişti derken kastedilenler bunlardır.
Böylece liberaller tarihsel ilerlemenin yeni bir yolunu icat ediyorlar: Sosyalizme özgü hedeflere, sömürgeci birliklere üyelik yoluyla geçiş! Evet, “Avrupa, eski Avrupa değil!” Ama bunun anlamı nedir? AB, sürekli tekrarlandığı gibi gerçekten de siyasi birliğe doğru gidiyor. Fakat bu dönüşümün harcı, yeni paylaşım mücadeleleri tarafından karılıyor. Emperyalist bloklaşma temelinde “Avrupa bütünleşmesi” ve emeğe-yoksul bölgelere yönelik yeni saldırı siyasetleri: İşte, kısaca, “Yeni Avrupa”nın temelleri!
Ekonomik bütünleşmeden siyasal bütünleşmeye “Avrupa”. “Birleşik Avrupa” projelerinin içeriğini belirleyen, emperyalist sisteminin 1945 sonrasında giderek netleşen çelişkileridir. Emperyalist sistemde her bölgenin ekonomik-siyasal-askeri düzenlemeler tarafından belirlenen “iç mimarisi”, dönemsel egemenliğe sahip ülke ve sermayelerin stratejik seçimlerini yansıtır. Avrupa’nın ekonomik bütünleşmeden siyasal bütünleşmeye doğru ilerlemesinin nedeni de, bu ilkeye dayanan özgün ve karmaşık bir süreçtir. Emperyalistler arası egemenlik mücadeleleri, sermayenin güncel yeniden yapılanma stratejilerine paralel biçimde tırmanmış ve bu gelişme, Avrupa bütünleşmesinin özelliklerinde ciddi bir kayma yaratmıştır. Sonuçta AB bugün çelişkili biçimde, hem ABD’nin “küresel egemenlik” siyasetinin sıçrama tahtası, hem de Avrupa tekelci burjuvazisinin özerk bir ekonomik-siyasal blok oluşturma siyasetinin aracı sayılabilmektedir.
2. Dünya savaşı sonrası emperyalist dünya sisteminin patronu ABD, dünyanın her yerinde izlediği ana siyaseti, egemenliği bakımından kritik önem taşıyan Avrupa’da öncelikle gerçekleştirmiş ve ekonomik birliğin desteklenmesiyle oluşturulan bir politik ittifaklar sistemi yaratmıştı. Nitekim en önemli hedeflerinden birisi “Almanya’nın yeniden yapılandırılması ve politik denetim altına alınması” olan AET, bu dönemde ABD-Avrupa arasındaki “Batı Atlantik İttifakı”nın en önemli politik istikrar alanı oldu. Bugünse bu uyumu bozan iki ana neden var: 1. Emperyalist krizin ABD egemenliğinin ekonomik temellerini dağıtması ve 2. SSCB’nin yokluğunun “anti-Sovyetik” modeldeki gibi katı ve değişmez bir politik-askeri ittifak modelini olanaksızlaştırması. Dolayısıyla 70’lere kadar ABD patronluğunda süren “bütünleşme süreci” 1980’lerden sonra giderek ayrı bir iktisadi-politik emperyalist blok oluşturmaya yönelmiştir.
Avrupalı emperyalistler için, savaşın yıktığı bir Avrupa’nın ortasında ABD patronluğu, hem bir olanak, hem de bir kısıttı. Avrupa bütünleşmesinde ilk inisiyatifin ABD’den gelmesi ve bu egemenliğin hala süren kurumsal askeri-politik temellere bağlanması, bugün de kendisini özellikle askeri alanda açığa vuran gerilimlerin ana nedenidir.(2) 1950’lerde Avrupa burjuvazisinin bütünleşmeyi daha siyasal ve özerk bir noktaya sıçratmak isteyen kesimlerinin önünü kesen başlıca gelişme de, ABD’nin Soğuk Savaş’la emperyalist kamp üzerindeki patronluğunu pekiştirmesidir. ABD, bugün de Avrasya stratejisi ile benzer bir kamplaşma yaratarak, Avrupa’daki politik egemenliğini korumaya çalışmakta; ancak farklı bir sonuca ulaşmaktadır: Emperyalistler arası gerilimlerin tırmanması. Fakat hala kopma noktasına gelinmiş değildir.
Bugün ABD için Avrupa’nın anlamı şudur: “Eğer bütün dünyaya satış yapmamızı da içerecek güçlü bir ekonomik ilişki kurabileceksek, Avrupa bunun anahtarı olmak zorundadır.”(3) Avrupa’nın, AB burjuvazisi için anlamıysa şöyle özetlenebilir: “Avrupa Birliği dünyanın en büyük ticaret bloğudur ve bu anlamda ABD ve Japonya’nın yanında dünyanın her köşesindeki ilgili alanlarıyla önderlik rolüne sahiptir.”
AET’den AT’ye. AB’nin çekirdeğini oluşturan kurumlar da, Avrupalı emperyalistleri uzun süre, sınırlı ekonomik bütünleşme düzleminde kalmaya zorlayan bu gerilimli süreçte oluştular. Belçika, Almanya, Fransa, İtalya, Lüksembourg ve Hollanda arasında 1951’de bir Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu, 1957’de ise Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nun kurulması, Avrupalı emperyalistlerin sanayi, ticaret ve nükleer enerji gibi üç kilit egemenlik alanında, kısmen özerk bir güç birliği yaratma girişimlerinin ürünüdür. (4)
ABD-Avrupa arasındaki gerilimin tırmandığı sürecin kritik adımlardan biriyse, ABD’nin krizin maliyetini, IMF, Dünya Bankası, GATT görüşmeleri gibi araçlarla Avrupalı emperyalistlere bindirmeyi amaçlayan bir uluslararası serbest yatırım modeli örgütlemeye başlamasıdır. AET ülkelerinin 1968’de işlenmiş mallarda Ortak Gümrük Tarifesi uygulamasını başlatmaları (yani birbirlerine karşı indirdikleri gümrükleri, ABD ve Japonya’ya karşı ortaklaşa yükseltmeleri) ile ilk adımları atılan bloklaşma süreci, 1987 Tek Pazar siyasetiyle 1993’de yeni bir aşamaya ulaştı: Ekonomik ve Parasal Birlik.
Ulusal egemenlik devirlerinin gündeme getirildiği siyasal bütünleşme de işte bu andan sonra hızlanmıştır. 1970-80’li yıllarda ABD merkezli serbest yatırım modellerine karşı ortak korunma duvarları inşa ederek, 200 milyar ECU’lük bir zarara giren Avrupalı emperyalistler, 80’lerin sonunda strateji değiştirerek, merkezinde Avrupa’nın bulunduğu bir uluslararası serbest yatırım modeli oluşturmaya yöneldiler. Bu eğilim de, malların, hizmetlerin ama öncelikle de sermayenin Avrupa içi serbest dolaşımını hedefleyen bütünleşme politikalarını yönetecek ortak siyasi organların oluşturulması ve dünyanın paylaşımına ilişkin siyasal kararlarda işbirliğine gidilmesi ihtiyacını tırmandırdı: “Bütünleşmiş bir iç pazar oluşturmanın öteki yüzü, dünyaya, yani üye olmayan ülkelere karşı ortak tavrın belirlenmesidir.” Avrupalı emperyalistler, bu süreçten beklentilerini şöyle tarif etmektedir: “Birlik, kuzey yarıkürenin güvenliğinin tartışıldığı başlıca iki Avro-Atlantik forum olan AGİT ve NATO’da kendi siyasi kimliğini kanıtlayacaktır. Lomé Sözleşmesi, BM ve UNCTAD gibi uluslar arası örgütlerdeki etkisiyle kuzey-güney ilişkilerinde etkin olacaktır.”
Avrupa burjuvazisi için siyasal bütünleşmenin anlamı: Dünyanın emperyalistler arası yeniden paylaşımı mücadelesinde daha etkin olmasını sağlayacak bir üst iktidar mekanizması yaratmaktır. Ancak “ortak tavır” sadece “ortak çıkar” alanını kapsadığından azami bir iç bütünlüğe ulaşılamamakta; oluşturulan iktidar mekanizmaları, birliğin en güçlü ülkeleri olan Fransa ve Almanya tarafından biçimlendirilmektedir. Zaman zaman önemli gerilimler yaratan bu iç çelişkilerse, dünyayı Avrasya stratejisiyle biçimlendirmeye çalışan ABD’nin Avrupa’daki etkinliğini güçlendirmektedir.
Sermayenin çelik çekirdeği. AB üst iktidar organları, “demokratik siyasal sistemin” tasfiyesinde önemli rol oynamaktadır. Adı AT’ye dönüştürülen kurum, tüm AB kurumlarından çok daha bağlayıcı yetkilere sahiptir. Üstelik atılan tüm adımlar, yılda en az iki kez toplanıp bütün ana yönelimleri tayin eden Avrupa Doruğu’nun denetimi altındadır. AB o denli “demokratik” bir bütünleşme modelidir ki, çokuluslu tekeller tarafından yönlendirilen devlet ve hükümet başkanlarından oluşan bu “çelik çekirdeğin” aldığı tüm kararlar, gelecekteki “Avrupa hükümeti”nin nüvesi sayılan, bir teknokratlar kurulunca büyük bir özerklikle hayata geçirilmektedir: Siyasal bütünleşmenin “canevi” olan Avrupa Komisyonu, uluslar-üstü bir çalışma biçimine sahiptir ve Avrupalı emekçilerle yoksul bölgeleri, büyük tekellerin çıkarlarına tabi kılan muazzam bir iktidar tekeli oluşturmaktadır. AB “demokrasisi”nin diğer unsurlarıysa, yasa çıkaran bir karma bakanlar kurulu (Avrupa Konseyi) ile yasa çıkartma yetkisine tam olarak sahip olmayan bir “parlamento”dur: Özetle “Avrupa bütünleşmesi”, olağanüstü merkezi yetkilere sahip iktidar organlarına dayanan bir siyasal sistem yaratmıştır. Üstelik AB modeli, tek tek ülkelerde de yaygınlaşmaktadır. Bütünleşme sürecine yön veren anti-demokratik siyasal organlar, emperyalist bloklaşmanın gereklerini sıralayan dönemsel “siyaset belgeleri”ni hayata geçirirler. Örneğin Avrupa Komisyonu’nun bütün icraatları, “Avrupa Komisyonu Stratejik Programı” isimli bağlayıcı bir uluslar-üstü siyaset belgesince yönlendirilmektedir. Stratejik Programın diğer özelliği, hukuktan çevreye, sosyal haklardan dış politikaya dek tüm alanları, güçlü bir emperyalist blok yaratma hedefiyle kaynaştırmasıdır. “Yurttaşların Avrupası’nı yaratmak” yolundaki tüm ideolojik kampanyalara karşın, “Avrupa’nın demokrasi mirası” AB organlarının kapısından içeri girememektedir.
Parçalanmış Toplum, Hücre Tipi Demokrasi. Emperyalist bir blok yaratma hedefinin günümüzdeki en önemli öğesi, ortak para sisteminin; yani “Euro sistemi”nin kurulmasıdır. Para sistemini kimin yöneteceği mücadelesi de, büyük güçler arasında çok ciddi çatışmalara yol açmaktadır. Büyük Avrupa tekelleriyle finans kurumları, “ortak para sistemi”nden iki önemli fayda ummaktadırlar: 1. Parasal bir istikrar kuşağı oluşturmak ve programdan sapan ülkeleri tehditle yola getirmek. 2. Doların uluslararası para birimi olmasının ABD kökenli çokuluslulara sağladığı rekabet gücünü kırmak. “Güçlü Euro” siyaseti, Fransa-Almanya ittifakını sarsarken(5), bütünleşme sürecinde alabildiğine derinleşen toplumsal-bölgesel eşitsizlikleri iyice azdırmaktadır.
Parasal Birlik Programı’nın özü, bütün hükümetleri bağlayan “enflasyon ve bütçe açıklarını düşürme” programlarıdır ve gelecekte kemerler daha da sıkılacaktır. Yani, parasal=siyasal birlik programı, 70’lerde başlayan emekçi düşmanlığının yeni bir aşamasıdır. Ve bu süreç, Avrupa işçi sınıfının “tarihsel haklarının” ciddi biçimde tırpanlanması ve fiilen kullanılamaz hale getirilmesine yol açmıştır. Önce sosyal haklar yarım-zamanlı çalışma, bireysel sözleşme ve sendikasızlaştırmayla geriletilmiştir. 1980’lerde Avrupa sermayesinin rekabet gücünü artırmak için başlatılan ikinci saldırı dalgası da, “aşırı sosyal parçalanma”ya yol açmış; AB organları tarafından tasfiye edilen sektörlerde çalışan milyonlarca emekçi, işsiz bırakılmıştır. Bütün bunların sonucu, nüfusun yüzde 60’ının düşük ücretli hizmetler sektöründe, yüzde 35’inin sanayide istihdam edildiği bir ekonomik yapıdır. İşsizlik ortalamasının %15’i bulduğu Avrupa’nın bazı bölgelerinde bu oran % 30’dur; (İspanya’nın Sur bölgesi). Aktif nüfusun önümüzdeki on yıl içinde alacağı biçimse parlak değildir: % 25 kalıcı işlerde ve toplu sözleşme güvencesiyle çalışacak vasıflı işçilerden; % 25 çalışma düzeni piyasa dalgalanmalarına göre belirlenecek düşük ücretli ve korumasız işçilerden; kalan % 50’yse yarı-işsizler, belirsiz, geçici işlerde çalışan ve toplumsal haklardan yararlanamayan işçilerden oluşacaktır. Şu anda Fransa’da nüfusun 18-24 yaş diliminin %51’i bu son gruba girmekte, yapısal işsizliğin kronikleştiği İspanya, İtalya, Hollanda ve İngiltere’de standart-dışı çalışma yüksek oranlara ulaşmaktadır. Yarım zamanlı çalışanların tüm çalışanlara oranı Almanya’da %16, Belçika’da %14’e; Fransa’da %16; Hollanda’da %38’e ve İngiltere’de % 24’tür. Nüfusun % 17’sinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı tahmin edilen Avrupa’da, Hamburg, Paris, Londra gibi büyük kentlerde fahişelik, uyuşturucu kullanımı ve yüksek suç oranları gündelikleşmiş; bu kentlerde siyah Amerikan gettoları benzeri yoksulluk bölgeleri oluşmuştur. En yüksek ve en düşük ücretli işçiler arasındaki gelir farkı 1880’lerdeki düzeydedir. Sadece İngiltere’de, yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranı % 9’dan 25’e çıkmış; yoksulluk sınırının altında yaşayan çocukların sayısı 4 milyona ulaşmıştır. Asgari ücret uygulaması işsizliği artırdığı iddiasıyla iptal edilmiş; işsizlik paraları hem miktar, hem de süre olarak azaltılmıştır.
Yunanistan, Portekiz, İspanya ve eski Doğu Almanya’nın çeşitli bölgelerinde ise toplu çöküşler yaşanmaktadır. Başkentlerdeki toplumsal parçalanma kıta çapında tekrarlanmakta; Avrupa “güney-kuzey” bölünmesini içselleştirerek “balkanlaşmakta”dır. Dayatılan tarım ve faiz politikaları, işsizlik artışı ve merkeze kaynak transferini ciddi boyutlara ulaştırmıştır. AB’nin dayattığı özelleştirmelerle çokuluslu tekellerin av alanı haline gelen Yunanistan’da para birliğine dahil olma programı, patlayan işsizlik, sağlık ve eğitim sisteminin çökmesi, artan yolsuzluklar ve suç oranının tırmanması gibi sonuçlar yaratmıştır.
1989 Avrupa Sosyal Şartı ve 1993 Maastricht anlaşmasının “Sosyal Bölümü”, milyonlarca işçinin asgari ücretin altında çalıştığı, binlerce işsizin sokaklarını doldurduğu Avrupa’da, sermaye emeğe karşı üçüncü büyük saldırı dalgasını başlatırken imzalanan belgelerdir. Ulus-üstü mekanizmalarla güvenceye alınan kemer sıkma programlarının tersine hiçbir bağlayıcılığı olmayan bu belgeler, Avrupalı emekçilerin gerçek hayatında hiçbir anlama sahip değildir. Bu metinler, yasaların değil sınıf mücadelesinin ürünü olan sonuçları değiştirememiş; uzlaşmacı Avrupa sendikalarının kan kaybı sürmüştür.
Sosyal politika konusundaki en önemli kurum olan Avrupa Sosyal Fonu’nun şimdiye kadarki en önemli icraatı ise, tasfiye edilen kömür ocaklarındaki madencilere erken emeklilik fonları yaratmak ve bunların bir kısmını “yeniden eğitmektir”. Sosyal politikanın amacı olarak belirlenen “uzun süreli işsizlikten etkilenen işçilerin teknolojik değişmeye uyum sağlamasına yardımcı olmak” cümlesinin gerçek anlamı ise işsizlere park, istasyon gibi yerlerde düşük ücretli “hizmetçilik” işleri verilmesinden ibarettir. Avrupalı emekçi
lerin bu “sosyal” politikalara tepkisi şöyle özetlenebilir: “Sokakları süpürmek ‘toplumsal olarak yararlı” bir işse, Yeşil ve Sosyal Demokrat entelektüeller de ellerine süpürge alıp bu işi yapsınlar.”
Sosyal politikanın diğer ayağını oluşturan “işçilerle diyalog”, 1985’den bu yana Avrupa Komisyonu tarafından ETUC, Avrupa Sanayiciler ve İşadamları Konfederasyonu ve Avrupa Kamu İşletmeleri Merkezi arasında “yeni teknolojiler ve uyum sorunları” gibi başlıkları Avrupa çapında ele alan bir Ekonomik-Sosyal Konsey’le yürütülmektedir. Tüm enerjisini “sosyal Avrupa” çalışmalarına veren ETUC, işyerinde yitirdiği gücü AB lobileriyle kazanmaya çalışan bir sendikal güçtür.(6)
Bu stratejininse ne sınıf mücadelesiyle, ne de enternasyonalizmle ilişkisi vardır. “Yeni Avrupa”nın ETUC’un katkısıyla oluşturulan “sosyal haklar düzeni”, atomize edilmiş emekçilerin işyerlerinde “bireysel sözleşmeler”, sistem çapında ESK’larla denetim altına alındığı bir çalışma ilişkileri sistemidir. Kapsamlı hak gaspları ve yoksullaştırma üzerinde yükselen bu sistem, emeği sermayenin siyasal egemenliği altına sokmayı hedefleyen sistematik bir “mikro korporatizm” (hücre tipi işbirliği) modelidir ve işsizlerin, standart dışı çalışanların ve kaçak işçilerin sırtında yükselmektedir.
Emekçi sınıflar arasında yaratılan parçalanmanın siyasal alandaki karşılığı ise şudur: AT ülkeleri içişleri ve adalet bakanlıkları arası işbirliğinin geliştirilmesini hedefleyen Schengen anlaşması, “uyuşturucu kaçakçılığı, terörizm”in yanı başında sıraladığı göçmen-kaçak işçilik sorununa da, “polis örgütleri arasında suçların önlenmesi ve izlenmesine dair işbirliği” perspektifiyle yaklaşılmasını öngörmektedir. Avrupa çapında bir güvenlik devletinin inşasını hedefleyen bu anlaşma, emeğin “AT içi serbest dolaşımından kaynaklanan güvenlik sorunları”yla ilgili uygulamaları da düzenlemekte ve işbirliği sistematiğine girmeyen toplumsal hareketleri, adalet ve içişleri mekanizmalarının ilgi alanı yapmaktadır. 1999’da “terörle mücadelenin koordinasyonu” için kurulan Europol de, üye ülkelere “terörle mücadele alanında daha sıkı işbirliği geliştirilmesi amacıyla ortak tutum, karar ve sözleşmeleri kabul etme yetkisi” tanımıştır. Kısacası bugün AB’de ve Türkiye’de uygulanan güvenlik devleti ve anti-terör konseptleri arasında niteliksel bir fark yoktur. Her ikisi de toplumsal hareketleri bir “işbirliği ve güvenlik alanına” hapsetmekte ve demokrasinin en önemli koşulu olan bağımsız muhalefet hakkının bastırılmasına dayanmaktadır. Emekçiler ya “tek pazarın sosyal boyutu”na razı olacaklar ya da anti-terör uygulamalarına maruz bırakılacaklardır. Düzen dışı kitle gösterilerine atılan gaz bombaları ve Avrupa başkentlerinde haftada birkaç taneyi bulan ve hep de yoksullara, göçmenlere denk gelen “karakolda ölüm” vakaları, bu demokrasi zihniyetinin örnekleridir. Kısacası “Avrupa” denildiğinde işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına dayalı “demokratik refah toplumunu” hatırlayanlar, gözü açık rüya görmektedirler. Üstelik, sürecin aktif destekçisi Avrupa reformist sendikalarının on yıllardır sendikalarını birleştirmek dışında bir çözüm bulamadıkları “sendikal kriz” de bütün bunların ürünüdür. Kelin merhemi olsa başına sürermiş: Hala aşamadıkları “sendikal kriz”, sınıf mücadelesinin, “Avrupa bütünleşmesini kabul edilebilir bir gerçeklik” olarak görüp, emperyalistlerle işbirliğinden medet uman “dinozorlara” hediyesidir!
Ama siyasi birlik süreci, Avrupalı tekellere çok somut kazanımlar sağlamıştır: Avrupalı şirketler, 370 milyon tüketiciden oluşan, dünyanın en büyük sanayileşmiş iç pazarını elde etmişler; AT, en büyük doğrudan yabancı yatırımcı olmuş; sermaye hem ARGE olanaklarını arttırmış, hem de maliyetleri düşürmüştür. Büyük tekeller çevre, sağlık standartlarıyla büyük bir rekabet şansı elde etmiş ve şirket birleşmelerinin önü alabildiğine açılmıştır. Sermaye, Avrupa’nın yoksulluk bölgelerindeki ucuz emeğe kolaylıkla ulaşmakta ve borsa-banka işbirlikleriyle mali spekülasyonlara daha güçlü biçimde katılmaktadır. AB üyesi ülke vatandaşlarına serbest dolaşma, ikamet ve yerel seçimlerde oy kullanma hakkı tanıyan Avrupa vatandaşlığı ise hem yoksulluk, hem de güvenlik devleti tarafından oluşturulan sınırlara takılmaktadır.
Bu ortaklaşa gücün, emperyalistlere sağladığı diğer olanaksa, yeni yayılma alanlarına girişi hızlandıran ve ortak bir sömürgecilik biçiminin geliştirilmesini sağlayan mekanizmalardır. Yeni yayılma alanları, liberal solun egemenlerle kurduğu politik ittifakın ana malzemesidir: Liberaller düşük ücretli işlerin, yayılma alanındaki ülkelere kayacağı ve “çekirdek Avrupa’daki” işsizlik, gelir adaletsizliği, sendikal kriz gibi sorunların hafifleyeceğini ummaktadır. İşte mücadele kaçkını “enternasyonalist hümanist” liberal solun sorun çözme yöntemi her yerde kısaca budur.
PHARE projesi ve Kopenhag Kriterleri. Üyelik sürecindeki ülkelerin önüne konulan “kriterler” ciddi bir kafa karışıklığı yaratıyor. Resmi belgeleri “gerçek” diye kabul etmek kaba resmi tarihçilerin bile düşmeyeceği bir hatadır. Nitekim Kopenhag kriterleri de, yazıldıkları anın özellikleri ve PHARE projesi olarak adlandırılan yayılma programı bilinmeden olsa olsa eksik anlaşılabilir.
Avrupa’nın genişlemesi süreci, öncelikle yeni bir bölgesel işbölümünün örgütlenmesi demektir. Bu süreç içinde oluşturulan bağlayıcı kurumsal düzenlemeler de, yeni bölgesel iktidar kurgularının parçalarıdır. Nedir PHARE projesi ve bunun ünlü kriterlerle ilişkisi? 1989’da AB Komisyonu tarafından Polonya ve Macaristan için oluşturulan “ekonomik yardım” programının Arnavutluk, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Letonya, Litvanya, Makedonya, Macaristan, Polonya, Romanya, Slovakya, Slovenya olmak üzere toplam 13 ülkeyi içeren bir biçimde genişletilmesinden oluşturulan PHARE projesi, doğuya doğru genişleme planlarının başlıca aracıdır. Bu ülkelerde enerji, ulaştırma, haberleşme, tarım, sanayi, eğitim, araştırma, çevre, nükleer güvenlik alanlarının yeniden yapılandırılması ve özel sektörün geliştirilmesini amaçlayan PHARE programının icraatları arasında özelleştirmelerin desteklenmesi ve “demokrasinin geliştirilmesi” bulunmaktadır. Eski SSCB cumhuriyetleri için de TACIS isimli paralel bir proje oluşturan AB, 90’ların başında PHARE programının etkinliğini artırmak için bu ülkelerle özel ortaklık anlaşmalarını yürürlüğe koymuştur. 22 Haziran 1993’de yapılan Kopenhag Avrupa Doruğu ise Doğu Avrupa’daki bu ortak üyelerden isteyenlerin, birliğe tam üye olabilecekleri ilkesini kabul ederek “Ortak üyenin üyeliğe tam kabulü, gerekli ekonomik ve siyasi kriterleri yerine getirerek, üyelik yükümlülüklerini üstlenebilecek konuma gelmesiyle gerçekleşir” demiştir. Kriterler üç tanedir; “İstikrarlı demokratik kurumların sürekliliği, hukukun üstünlüğü, insan ve azınlık haklarına saygı; AB içi rekabetle başa çıkabilecek iyi işleyen bir pazar ekonomisinin varlığı; ve AB’nin siyasi, ekonomik ve parasal hedeflerine bağlılık”. Böyle bir süreçte “demokratik kurumların sürekliliğinin sağlanması ve azınlık haklarına saygı” isteminin anlamı körlerin bile görebileceği kadar açıktır. Eski sosyalist yönetim organlarının hızla tasfiyesi, kapitalizmin inşası yönünde kullanılacak olan bireysel hakların teşviki ve sosyalist federasyonların etnik mücadeleler yoluyla çözülmesi; kastedilen “demokratikleşmenin” gerçek içeriğini oluşturmaktadır. <
br />
AB “demokratikleştirilen” bu ülkeleri ne yapacaktır? Adayların yapısal pozisyonunun belirlenmesinde kritik önemdeki öğelerden biri, yeni bölgesel işbölümü kurguları ve Uluslararası Üretim Network’leri kavramıdır. (7) Büyük bir türdeş pazar yaratma fikri üzerinden gelişen Avrupa, 1990’ların sonunda eskisinden çok daha eşitsiz bir bölge haline gelmiştir. “Küresel” şirketler haline gelmeden önce “Avrupa şirketleri”ne dönüşen çokuluslular için bunun anlamı, Japonya’nın Güneydoğu Asya’da ve Amerika’nın NAFTA’daki(8) bölgesel eşitsizliklerden yararlanma olanağının benzerini yakalamaktır. Kısacası bugün birliğin bir “zengin ülkeler birliği” olmaktan çıkması, kendi içindeki eşitsizliklerden önemli ölçüde yararlanan AB kökenli çokuluslular için, çok önemli uluslararası rekabet olanakları demektir. Uluslararası Üretim Networkleri henüz emekleme aşamasında olan AB kökenli çokuluslular, uluslararası rekabete bu yeni strateji ile uyum göstermeye çalışırken, yeni bir bölgesel işbölümü modeli inşa etmeye çalışmaktadırlar. Bugüne kadar ulus aşırı yatırımı ancak uzak ve uygun gümrük düzenlemeleri sunan ülkelerle ya da eski sömürgeleriyle gerçekleştirebilen Avrupa için bu yeni ülkeler, ekonomik-politik bakımdan büyük avantajlar sunmaktadırlar.
Çokuluslu şirketlerin bu yeni stratejisi yayılma alanlarının özelliklerine bağlı olarak ikiye ayrılmaktadır: 1.”En düşük maliyet stratejisi”: Giysi, deri, oyuncak ve hizmetler gibi emek-yoğun sektörlerde uygulanmakta, düşük ücret-düşük emek üretkenliği bölgelerini hedef almaktadır ve başlıca sonucu Amerika-Meksika sınırındaki “maquiladorizasyon”dur. (9) Romanya ve Bulgaristan yeni bölgesel işbölümüne bu biçimde dahil edilmektedirler. 2. “Tamamlayıcı üretim stratejisi”: Düşük ücret-yüksek emek üretkenliğini temel almakta ve bu tipe sadece dört ülke girmektedir: Eski sanayi-teknoloji yapısı ileri bir nitelik taşıyan Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Slovenya. Daha şimdiden dış ticaretlerinin en büyük bölümü çokuluslu şirketlerin iç ticareti haline gelmiş olan bu dört ülke, otomotiv, makine ve kimya sanayilerinde yoğun bir uluslararasılaşma yaşamaktadır. Fiat, Volkswagen, ABB, Phillips, Siemens, Ericcson gibi AB kökenli şirketlerin yanı sıra ABD ve Japon şirketleri de buralarda yoğun üretim ağları oluşturmaktadır.Ancak bölgenin esas patronu Almanya’dır. Doğu Almanya ile birleşerek Avrupa’nın devi haline gelen bu ülke, Slovenya, Hırvatistan gibi zengin cumhuriyetlere AB üyeliği vaadederek Yugoslavya’nın parçalanmasında da aktif rol oynamıştır. Almanya’nın gerçekte emperyalist AB bloğunun merkezini oluşturmayı hedefleyen “doğuya doğru” yayılma siyaseti, AB içindeki başlıca ortakları olan Fransa ve İtalya tarafından bile kaygıyla karşılanmakta, ABD ise NATO ve BM mekanizmalarını kullanarak bu alandaki egemenliği elde tutmaya çalışmaktadır.
AB için önem taşıyan bir başka egemenlik alanı ise, birliğin ikinci güçlü üyesi olan Fransa’nın ağırlığını taşıyan “Güney Akdeniz”dir. Bu bölgedeki siyasetin özünü, Fransa’nın önderliği altında gelişen Afrika, Karayipler ve Pasifik (AKP) ülkeleri programı oluşturmaktadır. AB’nin bu ülkelerle ilişkisi, yüzsüzce dile getirilen eski klasik sömürgecilik bağlarına dayanmaktadır. Siyasal bağımsızlığını kazanan eski “kolonileri”, ortaklık anlaşmalarıyla yeniden bağımlılaştıran AB, 70 AKP ülkesiyle 1975-1989 yılları arasında yaptığı 4 adet Lomé sözleşmesiyle, ekonomilerinin can damarını oluşturan hammadde ve maden ürünleri üzerinde tam bir tekel hakkı elde etmiş, özel müdahale ve borçlandırma mekanizmaları yaratmıştır.
Son dönemde tartışılmakta olan ve farklı sosyo-ekonomik özelliklere sahip ülkelerin, merkezi çevreleyen halkalar halinde dizilmelerini öngören “iki vitesli Avrupa” projeleri de, bu yeni bölgesel işbölümüne uygun yeni bir “Avrupa mimarisi” yaratmaya yönelik projelerdir. Ancak yeni bir bölgesel işbölümü aynı zamanda “ekonomik nedenlerden kaynaklanan yeni güvenlik sorunlarını” artırmakta ve “çift vitesli Avrupa” süreci, özellikle askeri alanda boy veren yeni gerilimler yaratmaktadır. “Anti-komünizm” döneminin katı, kalıcı politik-askeri ittifaklarının yerini almış olan “değişken geometri” modelinde ise, gerilimlerin çözümü her an yenilenen uzlaşmalarla sağlanmaktadır. Türkiye’nin AB sürecinin önünü açan 1995 ABD-AB Ortak Eylem Planı, tüm emperyalistler için yeni bir serbest yatırım alanı oluştururken, AB’nin elini daha da güçlendiren bir bölge üzerindeki geçici bir uzlaşmayı ifade etmektedir. Uzlaşma sonucunda diğer kararların yanı sıra, “Türkiye’nin Atlantik-aşırı topluluğa daha geniş ölçekte entegrasyonu için hükümetin yürüttüğü ekonomik reformların desteklenmesi” ve “Kıbrıs sorununun, toplumlararası diyalogla çözümünün sağlanması amacıyla AB üyeliğinin bir özendirici olarak kullanılması” hedefleri benimsenmiştir. Kritik önem taşıyan diğer iki egemenlik alanının yanında Türkiye AB için, önem taşıyan, ancak öncelikli bir yayılma alanı oluşturmayan bir ülkedir. Halklarının yaşadığı tüm yoksullaşmaya karşın, sosyalist bir üretim mirasına (daha eğitimli ve verimli bir işgücüne) sahip Doğu Avrupa’nın tersine, yeterince yüksek bir karlılık vaadetmemektedir. Üstelik askeri alandaki egemenliği süren ABD ile güçlü askeri-siyasal bağları nedeniyle, kritik hesaplaşma anlarında gerçek gücünü aşan pürüzler yaratma potansiyeline sahiptir. Türkiye egemen sınıflarının bir pay kapmak için üzerine basmaya çalıştıkları avantajlarsa son derece sınırlıdır: Yoksullaştırma politikalarıyla olağanüstü ucuzlatılmış bir emek pazarı; yeni NATO konseptine uyum yeteneği yüksek, modern bir ordu ve her türlü emperyalist stratejiye teşne bir siyasal yelpaze.
Uzlaşmada ABD için kritik önem taşıyan öğe, “Rusya, Hindistan ve Çin” karşısında, Avrupa’nın dahil olduğu geniş bir blok oluşturma hedefi ve Türkiye’nin NATO kumandasıyla sonuna kadar bütünleşmiş modern askeri gücünden yararlanma istediğidir. Almanya merkezli AB sürecinin siyasal etkilerinden ürken siyasal güçlerle, Avrupa’nın toplumsal sorunlarını transfer etme siyaseti güden Avrupalı liberallerin desteği de uzlaşmayı kolaylaştırmıştır. İşin her iki güç için de karlı sonuçlar yaratacak olan özü, “Atlantik aşırı pazarın genişletilmesi” sözlerinde saklıdır. Ancak kırılgan bir nitelik taşıyan bu uzlaşmanın geleceği büyük ölçüde Rusya-AB-ABD arasındaki yeni güç ilişkileri tarafından belirlenecektir. Türkiye-AB ilişkilerinin seyrini belirleyecek olan da, bölgeler ve halklar üzerinde karmaşık bir satranç oyununu oynamayı sürdüren büyük güçler arasındaki yeni rekabet ve uzlaşmalar olacaktır. Türkiye’nin uzun yıllar “aday statüsüyle” serbest sömürgecilik programlarını hızlandırmaya özendirilen bir ülke olarak mı kalacağı, yoksa, “iki vitesli Avrupa federasyonu” projesinin sömürgecilik halkalarından birisine mi dahil edileceği de, bu mücadelelerce belirlenecektir.
Şimdilik görünen birinci seçeneğin ağır basacağıdır. Ancak iki gelişme biçimi arasındaki fark, “sömürge olmak ya da olmamak” arasındaki niteliksel bir fark değil; Türkiye’nin bugünkü sömürgecilik sisteminin daha sistematik, işlevli bir parçası olması ya da olmaması arasındaki bir farktır. Ancak bu küçük farkın emekçi sınıfların hayatındaki somut anlamı hiç de küçük olmayacak; bugün egemen sınıflarla emperyalizm arasındaki işbirliğinin bir ürünü olarak IMF, DB ve DTÖ gibi genel araçlarca dayatılan yoksullaştırma, mülksüzleştirme programına, Avrupa tekellerinin kri
zin ve bloklaşmanın doğuracağı yeni ihtiyaçları paralelinde gündeme getirecekleri özel dayatmalar da eklenecektir. İspanya, Portekiz,Yunanistan gibi ülkelerde bile “tek pazar ve parasal birlik” sürecinde dayatılan, “bütçe açığı, enflasyon, faiz, döviz kuru ve kamu borçlanma oranlarını, Almanya düzeyine çekme” zorunluluğu, son derece yıkıcı toplumsal sonuçlar doğurmuştur. Ülkemizde bu hedefler çok daha büyük toplumsal felaketlere yol açan, çok daha kapsamlı ve süreklileştirilmiş kemer sıkma programlarına neden olacaktır. AB üyesi Türkiye’yi yeni bölgesel işbölümünde hangi konumun beklediği de şimdiden açıktır. 1945 sonrası yeni sömürgecilik sistematiği içinde oluşan Türkiye kapitalizmi, hangi yapısal dönüşüm modelini uygularsa uygulasın, ne Almanya’ya, ne de sosyalizmin ileri bir gelişme düzeyi yakaladığı ülkelere dönüşme şansına sahiptir. Egemen sınıfların Türkiye’yi, ancak yeterli bir teknolojik-bilimsel temele sahip ülkelerde uygulanan ancak oralarda da son derece yıkıcı sonuçlar yaratan birincil sömürgecilik stratejilerinin hedefi haline getirme çabaları boşunadır. Türkiye, AB’nin yeni bölgesel işbölümüne ancak en geri eski sosyalist ülkeler düzeyinden dahil edilecektir. Bu da emekçi sınıflar için, bugün daha az yabancı sermaye girişiyle yaşanan taşeron-proleterleşme sürecinin, daha büyük yabancı sermaye girişiyle, kısacası çok daha büyük bir ölçekte sürmesi demektir.
Türkiye’nin çokuluslu şirketlerin işsizler ve hizmetler sektöründe çalıştırılacak düşük ücretli taşeron işçiler deposu haline gelme eğilimini hızlandıracak olan bu gelişmenin, egemen sınıflara kazandıracağı da ne emperyalist burjuvazilerle eşit konuma yükselmek, ne yüksek teknolojili yatırımların “yayılma” etkisinden yararlanmak olacaktır. Çok küçük bir bölümü otomotiv gibi sektörlerde bu biçimde bütünleşebilecek olsalar bile, egemen sınıfları bekleyen yegane gelecek, büyük çaplı bir tasfiye ve hizmetler sektöründeki aracılık konumunun derinleşmesidir.
Türkiye halkları için AB üyeliğinin uluslararası stratejik anlamı, giderek tırmanan gerilimlerin neden olabileceği tehlikeli çatışmalara gebe bir bölgede ucuz asker gücü olarak kullanılmaktır. Kısacası Türkiye için temel sorun, sömürge olmaktan kaynaklanmaktadır; bu sorundansa emperyalist birliklere üyelikle kurtulabilmek mümkün değildir. Sömürge olmaktan kurtulmanın tek yolu, tüm sömürgelerin geçmesi gereken toplumsal devrim yoludur.
Bugün için önemli olansa, bu yönde bir programın yürürlükte olmasıdır. Açıktır ki, emekçi sınıflar için Avrupa bütünleşmesini saygıdeğer bir hedef olarak kabul edip, bu zeminde güç kazanmaya çalışan bir siyaset, başlangıç noktası kabul edilemez. Bu yol toplumsal muhalefeti tek bir yere taşıyabilir: Sendikalar ve demokratik kitle örgütlerinin mücadele örgütü olmaktan vazgeçip “lobici” örgütlere dönüşmesi; solun, sermayenin siyasal önceliklerini kabullenmesi ve tarihsel mücadele birikimini zoraki bir “burjuva demokrat” kimliğin içinde yozlaştırması. Avrupa sermayesinin yeniden yapılanma siyasetinin somut tarihsel gerçekleşme biçiminin ta kendisi olan “AT süreci”nde yerlisiyle, göçmeniyle, vasıflısı ve vasıfsızıyla Avrupalı emekçilerin yaşadığı yıkım, emekçi sınıfların ihtiyaç duyacakları siyasetin bu temellere dayandırılamayacağının somut kanıtlarıdır. Balkan halklarının yaşadığı kanlı savaş ve sömürgeleştirilme süreçleri ise, emperyalizmin “azınlık ve insan hakları” siyasetinin anlamını açıkça göstermektedir. Emperyalizmin güncel azınlık hakları siyasetinin ezilen halklara vaadettiği geleceğin ölçüsü, bambaşka bir tarih ve coğrafyada biçimlenen ülkelerdeki azınlıkların yaşadıkları değil Ortadoğu, Balkan ve Kafkas halklarının yaşadıklarıdır. Meydan emperyalist siyasetlere kalırsa Kürt halkını bekleyen gelecek de bellidir: Ya Türkiye’nin (Ortadoğu ile birlikte) emperyalistlerin Kürt sorununu ciddi dalaş konusu yapmalarına yol açacak denli kritik bir çatışma alanı haline gelmesini ya da büyük bir yıkım programı ile yoksullaşarak içi boş “bireysel haklar” çözümünün gerçekleşeceği günü beklemek.
Çünkü içinde yaşadığımız dünyada emekçilerin haklarını olduğu gibi, halkların haklarını da emperyalistlere emanet etmenin tek anlamı vardır: Uluslararası Ambar İşçileri Sendikası Başkanı’nın küresel ticaret sözleşmelerinde işçi standartlarına yer verilmesi önerisine verdiği yanıttaki gibi: “Tilkiye tavuk kümesinde bekçilik yapar mısın diye sormaya benziyor!” Ya da “insancıl özellikler” kazanmaya çalışan DTÖ karşısında metal işçilerinin söylediği gibi: “Bu yasalar çokuluslu şirketler için çıkıyor. O nedenle, orasına burasına virgül koymanın, kelimeleri değiştirmenin oluru yok. Bizim yasamız değil. Kaldır at!”
Bu yasalar emekçiler için değil, tekeller için; demokrasinin değil, emperyalistlerin egemenliği için yapılıyor. Ve hepsi de emperyalizmin sadece sermaye ihracı çağı değil, aynı zamanda siyasal gericilik çağı oluşunun damgasını taşıyor. “Kimse kendisinde olmayanı veremez:” AB Türkiye’ye “malların ve sermayenin serbest dolaşımı” karşılığında güvenlik devleti ve anti-terör konseptinin, geleneksel faşizan uygulamaların modernleştirilmesine elveren en gerici biçimlerini; “burjuva demokrasilerinin anavatanı” Avrupa’da “kepazelik” haline dönüşmüş olan işbirliği kurullarını; tekellerin egemenliğinden başka kural tanımayan ulus-üstü iktidar organlarını; ve bunların tamamlayıcısı STK modellerini ihraç edebilir. Asla demokrasiyi değil.
AB’den ihraç edilecek sistemden MGK’nın sivil üyelerinin sayısının artırılmasından ya da bu kurumun yerine tekellerin çıkarlarını kollayan bütünüyle sivil bir otoritenin konulmasından; özelleştirmeleri ve uluslararası tahkimi içeren Anayasal reformlardan; egemen sınıflara siyasal istikrar vaadeden seçim yasalarından; ceza yasaları ve hapishanelerin “normal suçlar-terör suçları” temelinde ayrıştırılmasından; yerel yönetimlerin sermayeyle ilişkilerini daha da güçlendirecek yeniden yapılandırmalardan ve örgütlenme özgürlüğüne ilişkin yasaların STK’cı muhalefet formunu yaygınlaştıracak biçimde değiştirilmesinden başka sonuç beklenmemelidir. Emekçilerin ve sermayenin demokrasisinin yanyana varolamayacağı bir dünyada, AB karşıtı anti-emperyalist bir mücadele çizgisini ve emekçilerin bağımsız mücadele hakkını savunmak, demokrasi, özgürlük ve bağımsızlık mücadelesini savunmak demektir. Sömürgeci yeniden yapılanmanın odak noktalarından birisi olan Avrupa bütünleşmesine karşı emeğin savunacağı temel talep açık ve nettir: Emperyalist Avrupa Topluluğu Dağıtılmalıdır. “Ülkelerin emperyalist Avrupa Topluluğu’ndan kopmaları, meşru ve haklı bir taleptir. Çünkü bu talep, halkların, haydutların ‘Uluslararası Topluluğu’ karşısındaki ekonomik ve politik bağımsızlığını savunmak anlamına gelmektedir.” (10)
Bu kopuş elbette ne sermaye sınıfları eliyle gerçekleştirilebilir, ne de onların iktidarına karşı mücadeleden ayrı düşünülebilir. Ama emekçi sınıf hareketi ve sol, bir tercih yapmak zorundadır: Ya emperyalizmin yeni serbest sömürgecilik modellerinin çağdaş faşizmlerinde STK’cılık oynanacak ya da toplumsal mücadelenin her bir alanı ve emekçi sınıfların her bir toplumsal talebi, sömürgecilik karşıtı bir özgürlük, demokrasi ve devrim hareketinin kurucu öğeleri haline getirilecektir.
dipnotlar
(1) Ahmet İnsel, “Sol Muhafazakarlık”, Birikim, Ocak 2000.
(2) 1948’de kurulan ilk ortak Avrupa örgütü Avrupa İktisadi İşbirliğ
i Teşkilatı ABD Marshall planının ürünüdür. Bunu 1949’da ABD askerisiyasi egemenliğini sağlayan “Kuzey Atlantik Paktı”: NATO’nun kurulması izlemiştir.
(3) Clinton
(4) Avrupa Komisyonu içinde işlemeyi sürdüren bu üç kurumdan AET, 1993 Maastricht anlaşmasıyla AT adını almıştır.
(5) 1998’de kurulan Avrupa Merkez Bankası bütünleşmenin en önemli organlarından birisi. Merkezi Frankfurt’ta olan AMB, “siyaset üstü” konumuna karşın gerçekte Almanya’nın egemenliği altında ve hiçbir kurula hesap vermesi gerekmiyor bu da Almanya-Fransa arasında krize yol açıyor.
(6) M. Özuğurlu, Sendikacılık Hareketinin Krizi ve Yeni Gelişmeler.
(7) Uluslararası Üretim-Networkleri sistemi, çokuluslu şirketlerin çeşitli faaliyetleri içeren bir zincir kanalıyla oluşturdukları “pazar gücü” sayesinde, yeni fiili ürün standartları yaratmalarını temel almaktadır. Merkeze networklerle bağlanan taşeron ağlarının rekabet gücünü artıran başlıca öğe oldukları bu sistemdeki rekabet anlayışı, pazarın ürün standartlarının belirlenmesi yoluyla denetlenmesine dayanır.
(8) 1993’de ABD, Kanada, Meksika arasında bir serbest ticaret bölgesi oluşturulması amacıyla kurulan Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi
(9) Derme çatma atölyelerde, düşük ücretli taşeron çalışmaya dayanan “sanayi bölgeleri”.
(10) Yunanistan’lı “A/SYNECHIA” grubunca kaleme alınan, “Avrupa Birliği ve Emeğe Yönelik Saldırıların Yeni Evresi” isimli AB broşüründen.