ABD Ankara’da esnek saldırı üssü arıyor ABD Savunma Bakanlığı’ndan üst düzey bir askeri heyetin “sürpriz” ziyareti, basına basit olarak “İncirlik talebi” olarak yansısa da talepler o kadar “geleneksel” değildi. Zaten gelen heyet de ABD’nin Türkiye ile ilişkileri ‘canlandırmak bir yana, daha ileri düzeye yükseltmek’ istediklerini söylüyordu. ABD heyetinin “daha ileri düzey” ile kastettiği, ABD’nin yeni […]
ABD Ankara’da esnek saldırı üssü arıyor
ABD Savunma Bakanlığı’ndan üst düzey bir askeri heyetin “sürpriz” ziyareti, basına basit olarak “İncirlik talebi” olarak yansısa da talepler o kadar “geleneksel” değildi. Zaten gelen heyet de ABD’nin Türkiye ile ilişkileri ‘canlandırmak bir yana, daha ileri düzeye yükseltmek’ istediklerini söylüyordu. ABD heyetinin “daha ileri düzey” ile kastettiği, ABD’nin yeni savunma konseptiyle uyumlu askeri işbirliği idi. Bu konsepte göre ABD artık belli merkezlerde kalabalık birlikler değil, gelişmelere anında müdahale edebilecek yaygın, küçük vur-kaç birlikleri tutmak istiyor. Bu esnek müdahale tarzına uygun ülkeler bulmak ise hiç de kolay değil. Çünkü ABD birliklerini barındıran ülkenin, buradaki askeri hareketliliğe hiçbir şekilde müdahale etmemesi, iç hukuk, meclis kararı gibi engelleri ABD’nin önüne çıkarmaması gerekiyor. İşte ABD’nin Uluslararası Füze Savunma Koordinatörü’nün de aralarında bulunduğu heyet esnek bir saldırı üssü olarak İncirlik’i değil, ABD’nin küresel saldırılarına yataklık edecek “esnek” bir Türkiye’yi talep etmek için Ankara’da çeşitli temaslarda bulundu.
ABD heyeti bu taleplerle Ankara’da iken, ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld “Irak’tan barıştan önce çekilebiliriz.” diyerek ABD muhafazakarları arasında uzun zamandır tartışılan bir seçeneği açıktan dile getirmiş oldu. Rumsfeld’in, “Bu ülke hiçbir zaman tam olarak sıkıntısız bir ülke olmamıştır ve görünüşe göre olmayacaktır” demesiyle ilk defa “yenilgi ve bataklık” resmen kabul edilmiş oluyordu. Rumsfeld “Amerikan güçlerinin azaltılmasından önce Irak’ın tam olarak barış içinde bir ülke haline getirilmesi gerektiği fikrinin saçma olduğunu” ifade ederek asker çekme sinyali vermiş oldu. Ancak bu açıklamaları Irak’ta asker sayısını arttırmaktan bahseden Kerry’ye karşı muhafazakarların taktik bir manevrası olarak değerlendirmek güçtür. Evet bu açıklamalar Kerry’ye atılmış şık bir goldür ancak, Cumhuriyetçiler’in Irak direnişine moral verecek bu açıklamaları salt iç siyaset kaygılarıyla yapmayacakları da aşikardır. Zaten Rumsfeld bu açıklamalardan sonra “Hayatta hiçbir şey mükemmel değildir. Tam anlamıyla mükemmel olmayan bir seçim yapmak, hiç seçim yapmamaktan elbette daha iyidir” diyerek Irak seçimlerin sadece istikrarın sağlandığı bölgelerde yapılacağını duyuruyor; böylece sadece seçimlerin değil işgalin de sınırlarını itiraf etmiş oluyordu. Şu ana kadar yaşananlardan görüldüğü üzere bu sınır 36. paralelin üstüydü.
İşte Irak’ta köşeye sıkışan ABD, kendi içinde askeri başarısızlığının nedenlerini tartışırken en çok Vietnam’a atıfta bulunuyor ve gerilla savaşına karşı çaresizliğini kabul ediyor. Bu çaresizliğe karşı geliştirilen esnek müdahale konsepti ABD birliklerinin de “kontr-gerilla” olarak örgütlenmesini ve ağırlıklı olarak vur-kaç eylemleriyle “düşmanı” yıpratmasını öngörüyor. İşte bu düzensiz savaş taktiği için en önemli ihtiyaç ise esneklik. ABD için Kuzey Irak böyle bir üs olabilir. Ancak sanırız ki emperyalistler oradaki varlıklarının geleceğinden tam olarak emin olamadıklarından Türkiye’ye böylesi bir taleple geliyorlar. Bu talebe olumlu yanıt verilmesi halinde ise Türkiye, ABD’nin nükleer silah üretmek gerekçesiyle düzenli olarak “önleyici müdahale” ile tehdit ettiği İran’a, “teröristlere” yardım etmekle suçladığı Suriye’ye, sokaklarında dolaşamaz hale geldiği Irak şehirlerine yönelik saldırılarının üssü haline gelecek. AKP iktidarının ve Genelkurmay’ın ABD’nin bu “uçuk” isteklerine nasıl yanıt vereceklerini ise zaman gösterecek. Ancak AB’ye üyelik sürecinde bir türlü rahatlayamayan ve IMF’ye iktidar etme yeteneğini teslim etmiş AKP iktidarının böyle bir çılgınlığa girişebileceğinin emareleri fazlasıyla mevcut.
IMF ile yeni stand-by: Daha sert program, daha iktidarsız hükümet
Türkiye’nin önümüzdeki dönemki yol haritasının çizildiği bir diğer randevu da IMF ile yapılacak yeni stand-by anlaşmasının müzakereleri için verilmişti. Hükümetin bir çok sorunu halının altına iteklemesine şimdilik olanak sağlayan, “sıcak paraya dayalı büyüme” stratejisini sürdürebilmek için bu anlaşmaya mahkum olduğunu sendika.org’un aktüel gündem yazılarında daha önce dile getirmiştik. Bu yüzden IMF heyeti “pazarlık”ı oldukça yüksekten açtı ve önümüzdeki yılın bütçesinde %6.5 faiz dışı fazla istediğini duyurdu. Bu fazlanın karşılanması ise kamu harcamalarının daha da baskılanmasıyla mümkün. Kamu harcamalarının daha da baskılanması ise hem halkı daha da yoksullaştıran, hem de hükümeti daha da iktidarsızlaştıran bir politika. Zaten IMF hükümetin kendileri yokken dile getirdiği “işsizliği önleyici, istihdam yaratıcı, sosyal yönü olan bir program” söyleminden memnun olmadığını baştan duyurmuş, “işsizlik büyük bir sorundur ancak işsizliğe çözümü kamu yatırımlarında aratmayız” diye buyurmuştu. Görüşmelerde IMF heyeti hükümete işsizliği önlemek için yol da gösterdi: “Yatırım ortamının iyileştirilmesi” Sanırız ki sermaye için daha iyi bir yatırım ortamının özelliklerinden çokça bahsetmeye gerek yok: Daha ucuza çalışan işçiler, daha az sosyal güvenlik, daha az vergi ve çevre yükümlülüğü. Zaten IMF heyetiyle görüşen TUSİAD Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Tekin Baran da benzer talepleri sıraladı. Baran, görüşmede öncelikle yapısal reformların hayata geçirilmesi üzerinde durduklarını, ayrıca gündemlerinde, sosyal güvenlik, vergi reformuna hız verilmesi ve hukuk alanında gerekli iyileştirmelerin yapılması olduğunu söyledi. Özetle IMF gözetiminde emekçiler için daha sert, hükümet için ise ekonomi politikasının sınırlarını daha da daraltan bir program geliyor.
ABD-IMF-AB kıskacındaki Tayyip’e “zina güzellemesi”
İşte böylesi bir kıskaç altındaki Tayyip Erdoğan’ın zina konusunda attığı geri adım ayakta alkışlanıyor. “Bu iş bitti” tarzı manşetler Türkiye’nin AB üyeliğinin en yakın olasılıkla 10 yıl sonra gerçekleşeceğini ve bu dönemin sancılarını saklıyorlar. Özellikle AB ülkelerinde muhafazakar çevrelerin Avrupa’daki ABD etkinliğine dirsek çıkmak için Türkiye’nin AB üyeliğine gösterdiği direnç ise azalacağına artıyor. Fransız Liberation gazetesi “Tüm bunlar AKP’nin modern gibi gözüken ancak aslında İslamcı parti olduğunun kanıtı değil miydi?” diye sorarken, Alman Die Welt gazetesi “Türkiye Avrupa’nın parçası olamaz. Türkiye, birliğe sorun getirir.” diyor. Alman Bild ise “Hoşgeldiniz! Bu tokalaşma bize neye mal olacak? Çok sayıda Alman Türkiye’nin yaratacağı maliyetten endişeli. Alman şirketleri Türkiye’nin AB üyeliğinin ekonomide yeni bir canlanma yaratmasını bekliyor.” diyerek 100 milyar Euroyu aşan AB bütçesinin yüzde 20’den fazlasını karşılayan Almanya’ya yüklenecek maliyete işaret ediyor. Frankfurter Allgemeine ise “Türkiye’nin üyeliği çoktan çözüldü. Tüm mesele, Avrasya pazarına açılmaktan ibaret.” diye yazarak Almanya’da işsizlik oranını %10’lara çıkaran yeni AB ülkelerine sermaye kaçışına dikkat çekiyor. Avusturya muhafazakarları ise Türkiye’nin AB üyeliğinin Avrupa’nın İran, Irak ve Suriye ile komşu olacağını hatırlatarak ABD saldırganlığının krizler yarattığı bölgeden uzak durulması gerektiğini ima ediyor. Özetle Avrupa muhafazakarları sermayenin eski doğu bloku, yeni AB üyesi ülkelere kaçışıyla bir çok hakkı elinden alınan
işçi sınıfının ayrıcalıklarını “muhafaza etme” eğilimini bazen ırkçı-dinci bir söylemle kışkırtarak, hem Türkiye’nin üyeliğine genel olarak olumlu bakan Avrupa sosyal demokrasisine, hem de Avrupa sosyal demokrasisiyle geleneksel olarak muhafazakarlardan daha iyi ilişkiler içinde olan ABD’ye karşı önemli siyasi mevziler kazanıyorlar.
İşte “Sosyal Demokrat” Verhaugen’in Tayyip Erdoğan’ı ikinci Atatürk’e benzetecek kadar ileri giden söylemleri böyle bir konjonktürde gerçekleşiyor. Zina kriziyle artan muhafazakar baskı Tayyip Erdoğan’ın geri adımıyla kısmen azalıyor ve Verhaugen bu rahatlamanın getirdiği çoşkuyla işi biraz abartıyor, “Türkiye’nin yaptığı yüzyılın işi” diyor.
Ancak Tayyip Erdoğan AB komiseri kadar rahat değil. Çünkü başbakan AB sürecindeki ABD ve IMF desteğinin koşullarının ağırlığını biliyor. AKP hükümetinin dış siyasette, iç siyasette ve ekonomi politikasındaki hareket alanı daraltıldıkça siyasi kriz emareleri beliriyor. AB-ABD-IMF kıskacında hükümetin yaşadığı iktidarsızlaşma, asıl olarak bir koalisyon partisi görünümündeki AKP’nin iç dengelerinin bozulmasına neden oluyor. Zina tartışmalarında da görüldüğü gibi, eski merkez sağ partilerden gelen ve “tövbekar” milli görüşçülerden olan iktidar grubu, “milli görüş” çizgine daha yakın duran kesimin basıncını daha çok hissedecek gibi görünüyor. Yabancı basın “Mecliste 65 şeriatçı milletvekili var” diyerek kriz dinamiğini gösterdi bile. Bu hafta içi yapılacak AKP’nin Kızılcahamam kampından sonra kabine, parti ve TBMM Grup yönetimlerinde önemli değişiklikler yapılması bekleniyor. Bu değişikliklerde Erdoğan’ın zina ve TCK nedeniyle AB ile yaşanan kriz sürecindeki partililerin tutumlarını dikkate alarak karar vereceği AKP kulislerinde fısıldanmaya başlandı bile. Bu hafta içi Kızılcahamam’da yaşanacak AKP içi çatışmanın şiddeti düşük düzeyde geçse bile, burada yaşanan kırılmaların önümüzdeki dönem siyasetinde bir fay hattı oluşturabileceği gözlerden kaçmamalıdır.