Geçen hafta yaşananlar Türk-İş ve Hak-İş Konfederasyonlarının durumdan yanlış bir vazife çıkardığını göstermektedir. Emek maliyetlerini düşürmeyi buyuran patron örgütü TİSK ile beraber, AB Komiseri Verheugen’e “mutlu aile tablosu” çizmek işçi sınıfı temsilcilerinin acil görevi midir? DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin çalışma yaşamını ilgilendiren sorunlardan bahsetmesinden ve KESK Genel Başkanı Sami Evren’in Eğitim-Sen’in kapatılma davası da […]
Geçen hafta yaşananlar Türk-İş ve Hak-İş Konfederasyonlarının durumdan yanlış bir vazife çıkardığını göstermektedir. Emek maliyetlerini düşürmeyi buyuran patron örgütü TİSK ile beraber, AB Komiseri Verheugen’e “mutlu aile tablosu” çizmek işçi sınıfı temsilcilerinin acil görevi midir? DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin çalışma yaşamını ilgilendiren sorunlardan bahsetmesinden ve KESK Genel Başkanı Sami Evren’in Eğitim-Sen’in kapatılma davası da dahil kamu emekçilerine yönelik saldırıları gündeme getirmesinden Hak-İş ve Türk-İş Başkanlarının rahatsız olması manidardır. Salim Uslu bu gündemleri “görüşmeye taşınmaması gereken teknik konular” olarak değerlendirirken, Salih Kılıç bu konulardan bahsetmenin işçilerin aleyhine olduğunu söyleyerek “tamamen şahsi işlerini gündeme getirdiği için” Sami Evren’e sinirlendiğini söyleyen işveren temsilcisinin fikirlerini paylaşmıştır.
Anlaşılıyor ki Türk-İş, Hak-İş tarafından hükümet desteğiyle erozyona uğratılan kamu işyerlerindeki varlığını korumayı “hükümetle daha iyi ilişkiler kurarak” sağlamayı hedeflemektedir. Aslında bu yeni bir yönelim değildir ve en bariz şekilde 6 Mart’ta Ankara’da Kamu Reformu Yasası’na karşı gerçekleştirilen mitingin örgütlenme sürecinde açığa çıkmıştır. Türk-İş Genel Başkanı Salih Kılıç, TİS, Grev ve Lokavt yasalarında yapılmak istenen değişikliklerle ilgili diğer konfederasyonlarla ortak çalışma yapmayacaklarını söyleyerek 1 Mayıs’ta yaşanan saflaşmanın kimi çevrelerce iddia edildiği gibi hiç de “suni”, “akıllara zarar bir parçalanma” olmadığını bir kez daha göstermek istercesine ilerici emek örgütleriyle köprüleri tamamen atmıştır.
Türk-İş ve Hak-İş bu toplantıyla Verheugen’e “mutlu aile tablosu” çizerek hükümeti memnun ederken asıl mesajı yoksul emekçilere vermişlerdir. Bu iki konfederasyon emeğe yönelik yeni bir saldırı dalgasının hazırlığındaki patronların ve hükümetin “yeni nurlu ufku” olan AB üyeliğini emekçilere tek çıkar yol olarak göstermiştir. Güvencesiz çalıştırmanın, yoksulluğun, işsizliğin hızla arttığı bir ülkede “işçi temsilcileri”, patronlar ve hükümet gibi AB ile kurtuluş umudunu halkın önüne tek çıkar yol olarak sunmuşlardır. Öyle ki bu “kurtuluşu” engelleyebilecek her şey -örneğin sosyal haklardan ve örgütlenmeye yönelik engellerden bahsetmek, bu konfederasyonların yöneticilerine göre, işçi sınıfı davasına zarar vermektedir(!).
Egemenler cephesinde geçen hafta
Geçen hafta sendikalar cephesindeki saflaşmanın arenası Verhaugen ile görüşme olurken, egemenler cephesindeki saflaşmanın son çatışma alanı olan Yargıtay’da yeni yargı yılı açılışı vardı. MİT-Çakıcı-Yargıtay ekseninde ortaya atılan iddiaların ardından “rahatsızlanan” Özkaya Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde “dinlenirken”, açılış konuşmasını Yargıtay Birinci Başkanvekili Mater Kaban yaptı. Özkaya’nın açılış konuşmasını yapmaması geleneksel egemenler için önemli bir geri adım olarak nitelendirilirken, Kaban’ın konuşmasında “..haksızlığına inandığım eleştiriler dayanak alınmak suretiyle, yargı bağımsızlığını ve yargıç güvencesini zaafa uğratacak yeni düzenlemelere gidilmesinin çok yanlış sonuçlar doğuracağını özellikle belirtmek istiyorum” demesi ve 6 daire başkanı ile 30 kadar Yargıtay üyesinin Özkaya’yı hastanede ziyaret etmeleri bu kavgada taraflardan birinin henüz pes etmediğini gösteriyordu. Eraslan’ın emekli olmasından sonra, 1 Aralık’ta, 250 üyeli Yargıtay Genel Kurulu toplantısında yapılacak Yargıtay Başkanlığı seçimleri yargıdaki kavganın önemli bir dönemeci olacak.
Egemenler arası kavgada geleneksel cephenin diğer önemli kalesi YÖK ise sürpriz bir kararla Cumhurbaşkanı’ndan İÜ Rektörü Alemdaroğlu’nun görevden alınmasını istedi. Devletin geleneksel merkezi ile yeni-amerikancılar arasında süren kapışmanın en önemli alanlarından olan üniversitelerde cephelerden birinin kendi simge isimlerinden olan bir rektörü tasfiye etmeye çalışması farklı şekillerde yorumlanabilir. Alemdaroğlu’nu tasfiye girişimi, YÖK’ün kaçınılmaz liberalleşmesinin bir parçası veya geleneksel egemenlerin üniversite cephesinde kendi saflarını düzenleme çabası ile açıklanabilir. Ancak bu kararın ideolojik gerekçelerin dışında, rant paylaşımına dair çatışmalardan kaynaklanma olasılığı da oldukça yüksektir. Sonuçta tasfiye girişiminde bu etkenlerden hangisinin ağır bastığını zaman gösterecek, Sezer’in kararı gelişmelerin daha net anlaşılmasını sağlayacaktır.
Irak’ta Türkmen katliamı: Faşistler ve Amerikancılar suskun
“Türkmenlere yönelik bir yok etme girişimi karşısında Türkiye hareketsiz kaymayacak”-Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök – 8 Ocak 2002
Geçen haftanın önemli gelişmelerinden biri de Telafer’de yaşanan katliamdı. ABD tarafından kente yapılan saldırıda yüzlerce kişinin öldüğü haberlerinin gelmesiyle, savaş karşıtı mücadelenin yükseldiği dönemde Türkmenleri öne sürerek, “Türkiye savaşa girmeli” diyenlerin sesi soluğu tamamen kesildi.
Hükümet önce katliamı inkar etti, daha sonra ise yaşananların kente sızan direnişçilere yönelik bir operasyon olduğunu, Türkmenler’in iki ateş arasında kaldığını duyurdu. Kısacası Türk Dışişleri ABD açıklamasının Türkçe’ye tercümesini okudu. Bu açıklamadan önce ABD de kentte Sadr yanlısı Şii teröristlere karşı bir operasyon düzenlediğini duyurmuştu. Ancak Türk dışişleri de ABD de tabii ki Telafer’deki Türkmenlerin Şii olduğundan ve Sadr’ın Türkmenler arasında yandaş bulmaya başladığından bahsetmedi. “Kente sızan kötü adamlar ve iki ateş arasında kalan halk” : AKP hükümeti bu uyduruk hikayeyi hemen sahiplenmek zorunda kaldı. ABD uçaklarının ve ağır silahlarının bombardımanı altındaki kent halkının sahiplenmediği bir avuç direnişçinin bir haftadır böyle yoğun bir saldırıya nasıl direnebildiğini ise hiç kimse açıktan sormadı. Çünkü bu soruya verilecek en zararsız yanıt direnişçilerin kent halkı tarafından sahipleniliyor olması, en zararlısı da kent halkının da direniyor olmasıydı. Türkiye tarafından örgütlenen Irak Türkmen Cephesi hemen her kanalda Türkmen’lerin kesinlikle direnişle alakasının olmadığını, yaşanan etnik temizliği “hak edecek kötü bir şey” yapmadıklarını duyurdu. Ölü sayısının artması üzerine hükümet ABD’den operasyonu bitirmesini ve sivil kayıpları önlemesini istedi. Dışişleri daha sonra bu açıklamayı ağır bulmuş olacak ki hemen “açıklamanın açıklaması” geldi. Gül, Litvanya’nın başkenti Vilnius’de düzenlediği basın toplantısında, Türkmenlerin sıkıntıları karşısında Türkiye’nin hassasiyetlerinin Irak’ın içişleriyle ilgilenmek biçiminde algılanmaması gerektiğini söyledi. Dertlerinin tamamen insani olduğunu söyleyen Gül şehre koalisyon güçleriyle koordineli bir şekilde yardım malzemeleri gönderileceğini duyurdu. Ancak daha sonra “koordinasyon kurulan” ABD güçlerinin ilaca ve çadıra izin vermediği anlaşılınca yardımın mahiyeti belirsizleşti. Bir önceki hükümetin İsrail ile askeri anlaşmalarını sürdürüp Filistin’e Kızılay ekibi göndermesine benzer bir şekilde AKP hükümeti de katilin yanında sopa sallayıp, mağdurun sırtını sıvazlama siyasetini bile doğru dürüst sürdüremedi. Katliamın boyutu saklanamayınca “ABD’ye Irak’ta iş birliğimizin bitebileceğini ilettik” diyen Abdullah Gül bir gazetecinin “Irak’a mal taş