İşçi sınıfının ve örgütleri olan sendikaların, siyasetle uğraşmadan, kapitalist sistem içinde kalarak sorunlarını çözüp çözemeyeceği sorusunun yanıtı Türk-İş ve Hak-İş’in Aralık başındaki kongrelerine bakıldığında, bir kez daha büyük bir açıklık kazanmıştır Kapitalist sistemde zaman zaman işçi sınıfı lehine önemli haklar elde edilse de bu haklar ilk kriz ile birlikte ortadan kaldırılmakta ve sınıf perspektifli bir […]
İşçi sınıfının ve örgütleri olan sendikaların, siyasetle uğraşmadan, kapitalist sistem içinde kalarak sorunlarını çözüp çözemeyeceği sorusunun yanıtı Türk-İş ve Hak-İş’in Aralık başındaki kongrelerine bakıldığında, bir kez daha büyük bir açıklık kazanmıştır
Kapitalist sistemde zaman zaman işçi sınıfı lehine önemli haklar elde edilse de bu haklar ilk kriz ile birlikte ortadan kaldırılmakta ve sınıf perspektifli bir mücadeleden yoksun sendikacılık da buna karşı koyabilme yeteneğine sahip bulunmamaktadır. Tüm bunalım dönemleri bunu doğrulayan örneklerle doludur. Bu durum, sendikaların siyaset ile ilişkisinin ne olacağını da gösteren önemli bir olgu özelliği taşımaktadır. Kapitalist sistem içinde kalarak, sadece çalışma koşullarını ve ilişkilerini düzeltmeye, iyileştirmeye yönelik dar bir siyasal yaklaşım kalıcı haklar kazandırmamakta, bu haklar ilk kriz ile birlikte bir sabun köpüğü gibi hızla yok olmaktadır. Bu durumda ortaya önemli bir soru çıkmaktadır: işçi sınıfı ve örgütleri olan sendikalar, kendileri için ücretli kölelik düzeni olan bir sistemin yarattığı sonuçları yumuşatmak, hafifletmek için mi mücadele etmeli, siyaset ile olan ilişkisini de buna göre mi biçimlendirmeli; yoksa bu sorunu kökten çözecek olan başka bir seçeneği, ücretli kölelik düzenine son verecek olan iktidarı almayı hedefleyen siyasal faaliyetler de mi bulunmalıdır?
İşçi sınıfının önde gelen teorisyenlerinden, düşünürlerinden Marx ve Engels, 1848 yılında, Komünist Manifesto’yu yazdıklarında işçi sınıfının ve örgütleri olan sendikaların siyaset ile ilişkisine yönelik ilk düşüncelerini dolaylı şekilde de olsa ortaya koymuşlardır: “Günümüze kadar tüm toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir”. Kuşkusuz, bu mücadele işçi sınıfı ile iktidara egemen olan burjuvazi arasında olacaktır. Bu yaklaşım sonucunda, sendikaların işlevleri de farklı olacaktır. Marx, 1866 yılında Cenevre’de toplanan Enternasyonel’in 1. Kongresinde sendikalar ile ilgili kararda, çağının sendikalarını, “geçmişi”, “bugünü” ve “geleceği” olmak üzere üç ana başlık altında ele almış ve bu soruna açıklık kazandırmıştır.
Marx’a göre, yoğunlaşmış bir toplumsal güç olan sermaye karşısında kendi aralarında rekabet eden, emek gücünden başka bir şeye sahip olmayan, gücü sayısal çokluğuna bağlı olan işçiler eşit koşullarda sözleşme yapamamaktadırlar. Ama bu sayısal güçte bölünmüştür, kendi aralarında rekabet etmektedirler. Sendikalar, başlangıçta, işçilerin kendilerini hiç değilse salt köle olma durumunun üstüne çıkaracak sözleşme koşulları elde etmek üzere aralarındaki rekabeti kaldırma veya denetim altına alma yolundaki kendiliğinden girişimlerinden doğmuştur. Bu nedenle de sendikaların öncelikli amacı, ücret ve çalışma sürelerinden kaynaklanan sorunlarla sınırlıydı. Bugünkü üretim süreci sürdükçe bu mücadele meşru olmanın ötesinde zorunlu olmaktadır. Bu nedenle, bütün ülkelerde sendikalar kurulmalı ve birleştirilmelidir. Çünkü, sendikalar, emek ile sermaye arasındaki gerilla savaşları için gerekli olduğu kadar, ücretli emek sistemini ortadan kaldırmak ve yerine geçmek için de önemli örgütlü güçlerdir.
Sendikalar, sermayeye karşı günlük ve yerel mücadeleye gereğinden fazla eğildiklerinden, hala, ücretli kölelik sistemine karşı mücadelede sahip oldukları gücün farkında değildirler. Bu nedenle de siyasal mücadele ve genel eylemlerden uzak kalmışlardır. Onları yeni görevler beklemektedir. Sendikalar artık, işçi sınıfının kesin kurtuluşunun geniş çıkarları uyarınca, onun örgütlenme merkezleri olma bilinciyle hareket etmelidirler. Bu doğrultudaki her toplumsal ve siyasal harekete yardımcı olmalıdırlar. Tüm işçi sınıfının savunucu ve temsilcisi olduğu için üye olmayanları da saflarına almalıdırlar. Çok düşük ücret alan tarım işçileri gibi kesimlerin çıkarları ile ilgilenmelidirler. Çabalarının, dar ve bencil olmanın çok ötesinde, milyonların kurtuluşunu amaçladığını anlatmalıdırlar. Bu yaklaşımla Marx, sendikaları yalnızca salt iktisadi örgütler olarak görmemekte, politik işlevi olan sınıf örgütü olarak değerlendirmekte, ücretli emek sistemi olan kapitalizmin ortadan kaldırılmasını sağlayacak önemli araçlardan biri olarak değerlendirmektedir.
Bir “İktidar Sendikacılığı” Olarak Türk-İş
1952 yılında kurulmuş olan Türk-İş iktidar sendikacılığını benimseyerek, iktidara gelen partiler ile iyi korporatist ilişkiler kurmaya çalışmıştır. İktidarın kontrol ve denetiminde faaliyet gösteren Türk-İş ve bağlı sendikaların yöneticileri siyaseti daha çok milletvekili olmak, bakanlarla görüşmek şeklinde algılamış, sınıfsal temelde bir sendikal politika izlemeyi hiç düşünmemişlerdir. Yer çalışma ilişkileri ve çalışma hayatı ile ilgili sınırlı konularda mücadeleyi temel almaktan çok, iktidarlarla iyi ilişkiler temelinde bu sorunları çözmeyi, uzlaşmacı bir sendikacılığı tercih etmişlerdir. Türk-İş’in yarım yüzyıllık tarihi bundan ibarettir. Kuşkusuz bu kimlik kendiliğinden oluşmamış, özellikle, 1950’li ve 1960’lı yıllarda CIA destekli ABD müdahalesi ile biçimlendirilmiştir. Özellikle Amerikalı sendikacılar aracılığı ile hem Türkiye’de hem Amerika’da eğitilen Türk-İş ve bağlı sendikaların yöneticileri siyaset yapmamayı, sınıfsal temelde mücadele etmemeyi çok iyi öğrenmişlerdir. Bu öğrendiklerini de “partiler üstü” politika adı altında hayata geçirmişlerdir.
Kamu kesiminde ağırlıklı olarak örgütlenmiş olan Türk-İş, temsil ettiği üyelerinin çıkarlarını çatışmaya giderek almaktan çok, hükümetler ile iyi ilişkiler kurup, uzlaşarak elde etme yöntemini benimsedi. Hükümetlerin de sıcak baktığı bu ilişki her iki taraf arasındaki korporatist ilişkileri pekiştirdi. Bu “iyi ilişkiler” politikası beraberinde “partiler üstü politika”yı da getirdi. Üyeleri açısından homojen bir yapıya sahip olmayan, merkezi bir yaptırım gücünden de yoksun olan Türk-İş bu politika ile hızla gelişen işçi hareketinde siyasal nedenli parçalanmalardan da kurtulmak istedi.
“Partilerüstü politika”, kamu kesiminde ağırlıklı olarak örgütlenme, hükümetlerle iyi ilişkiler kurma gibi istekler, yapısal açıdan değerlendirildiğinde, Türk-İş’in devletçe tanınmasını ve gözetilmesini, korporatist teşviklerle donatılmasını gerektiriyordu. Bu işbirliğinin sonucunda, işlevsel anlamda, Türk-İş ile devlet arasında birlikte politika oluşturma ve bunları uygulama işbirliği olanakları da yaratılmış olunuyordu. Kuşkusuz, bu uygulama, işçilerin gözünde Türk-İş’i devlet nezdinde meşrulaştırarak, dolaylı olarak güçlenmesine ve merkezleşmesine olanak yaratmış oluyordu. Türk-İş’in yarım yüzyıllık tarihi biraz da bu ilişkilerin kuruluşu ve yeniden yeniden üretilişi tarihidir. Her yeni iktidar, her yeni darbe Türk-İş’i de etkilemiş, yönetimini belirlemişken, Türk-İş sendikal politikalarında hiçbir değişiklik olmamıştır. Ne 12 Eylül’de ne de Özal’lı yıllarda! Türk-İş için önemli olan mevcut iktidarla iyi ilişkiler kurmaktır: ister askeri olsun, ister sağ, ister “sol” olsun.
1980 yılı ve sonrası Türk-İş için bir kırılma noktası olmaktan çok, rahatladığı, “eylülist” sendikacılığı benimseyip, pekiştirdiği, iyice kök saldığı bir dönem olmuştur. Ancak, Bahar Eylemleri, Türk-İş’in bu politikasını büyük bir sarsıntıya uğratırken, yönetim kademelerinde önemli bir değişikliğe yol açmıştır. Ancak, işçi hareketinin dipten gelen b
u büyük dalgasının geri çekilmesi ile Türk-İş hızla eski kimliğine ve şekline dönmüştür. 3-7 Aralık 2003’te yapılan 19. Olağan Genel Kurul da bunun tescilinden başka bir şey değildir.
Oldukça sönük geçen kongre, Türk-İş tarihinde bir ilke daha şahit olmuş, davet edilen Başbakan tarafından azarlanmanın ötesinde aşağılanmıştır. Daha da garip olanı, Kongre’de buna güçlü bir tepki gösterilememiş olunmasıdır. Duyargaları oldukça gelişmiş olan Türk-İş yönetimi bu mesajı almış ve Türk-İş Başkanı Salih Kılıç aracılığı ile Başbakan’a karşı mesajı göndermiştir: Artık sınıf mücadelesi bitmiştir, çünkü sınıf yoktur; sorunlar çatışmadan, mücadeleden uzak, uzlaşmacı bir şekilde çözülecektir. Kuşkusuz Kongre’de Başbakan’ın desteklediği bir Başkan’a da bu yakışır. Kongre, Türk-İş de değişen bir şeyin olmadığını, tek önemli değişimin de daha geriye çekilmek olduğunu göstermiştir. Kongre kararları ve Çalışma Raporu ise bir önceki kararlar ve çalışma raporları ile karşılaştırıldığında yine eski temennilerin olduğu, yine aynı şeylerin yaşanmış olunduğunu gösteriyor. Her zamanki gibi biraz da serzeniş işi tuzu biberi oluyor. Zaten Türk-İş Kongreleri de bunun tescili için yapılıyor!
Türk-İş bir Konfederasyon olarak önemli midir? Sanmıyorum. Çünkü, Türk-İş etkili merkezi bir yapıya sahip değildir. Bu nedenle bağlı sendikalar üzerinde bir otoritesi yoktur. Peki Türk-İş’i önemli kılan nedir? Türk-İş’i önemli kılan, bağlı sendikaların kendilerini aklamak için kullandıkları bir günah keçisi olmasıdır. Çünkü, Türk-İş’in ne toplu pazarlık yapma, ne grev yapma yetkisi, ne de onlar adına çeşitli kararlar alma hakkı vardır. Türk-İş içi boş, kof bir bürokratik yapıdır. Türk-İş, bir konfederasyon olarak, sadece bağlı sendikaların “dönem sözcüsüdür”. Tek ve en önemli görevi de budur. Öyleyse, Türkiye’de sendikal hareketin geldiği noktada bir günah keçisi aranacaksa, önce bağlı sendikalara bakmak gerekir, onlar değişmeden Türk-İş değişmez. Bu nedenle önce Türk-İş’e bağlı sendikaları değerlendirmek ve eleştirmek ve işe buradan başlamak gerekir. Örneğin metal ve dokuma sanayi gibi emek gücünün sömürüsünü yoğunlaştığı, ücretlerin sefalet ücretini geçmediği, çalışma koşullarının kölelerinkinden ağır olduğu sektörlerde örgütlü Türk Metal ve TEKSİF düzeltilmeden Türk-İş değiştirilemez.
İslamcı Düzenin Militanlığından İşbirlikçiliğine Hak-İş
Milli Selamet Partisi’nin MC hükümetinin ortağı olduğu 1976 yılında, Erbakan’ın da büyük çabaları ile kurulan Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (HAK-İŞ), islamcı bir sendikacılık hareket yaratmak ve islamcı bir düzen kurmak amacını taşıyordu. HAK-İŞ’in Genel Sekreteri M. Taşçı Konfederasyonumuz “İslamın inanç ve yaşayış çemberi içinde yeni bir sendikacılık anlayışını yerleştirmeye ve tatbike çalışmaktadır” derken amacı açıkça ortaya koymaktadır. Bu nedenle, başlangıçta, söyleme ve siyasal davranışa hep islamcı hedefler egemen olmuştur. HAK-İŞ 1976-1980 döneminde MSP’nin desteğini de alarak güçlenmeye çalışsa da kayda değer önemli gelişmeler gösterememiş, işçi sınıfı içinde islamcı düşünceyi savunan bir sendikal hareket olarak yer almıştır.
HAK-İŞ asıl gücüne, Türkiye’de islamcı yapılanmayı pekiştiren, geliştiren 12 Eylül’den sonra ulaşmıştır. 12 Eylül’den sonra 1 (bir) yıl gibi kısa bir süre kapalı kalan Konfederasyon, cami minarelerinin fabrika bacalarından daha hızlı yükseldiği bir dönemde, Türkiye’nin ve işçi sınıfının tabanında meydana gelen sağa kayıştan da yararlanarak, Türk-İş’ten sonra önemli örgütlerden biri haline geldi. Yeşil Kuşak doktrini çerçevesinde istenen de buydu. DİSK’i 11 yıl kapalı tutanlar, Erbakan’ı içeri atanlar, 1981 yılı başında Milli Güvenlik Konseyi’nin 45 sayılı kararı ile HAK-İŞ ve bağlı sendikaların faaliyetine izin verdi. Türk-İş’ten geri kalan boşluk, daha sağ, daha islami bir sendikal yapılanma ile kapatılmalıydı.
Bir çelişki gibi görünse de 1980’li yılların ortasına doğru HAK-İŞ toplumsal muhalefetin sol kanadı ile yakın ilişki içine girmeye başladı, 1980 öncesinde “Yahudi Bayramı” ilan ettiği 1 Mayıs’ı 1989 yılından itibaren kutlamaya başladı. Bu dönem, HAK-İŞ in islami renklerini saklayarak, örgütlenmede daha geniş bir kesime hitap etmeye çalıştığı bir dönem özelliği taşıyor. DİSK’in kapalı olduğu bu dönemde DİSK’e bağlı bazı sendikaların üyelerinin HAK-İŞ e katılması bu süreçte önemli adımlar atıldığını gösteriyor. HAK-İŞ’in daha sonra Demokrasi Platformu gibi kurumların içinde de yer alarak geniş kesimlere yönelik faaliyette bulunduğunu göstermesi ise bir tesadüf olarak değerlendirilmemelidir. Nitekim, HAK-İŞ’in uygulamalarına bakıldığında islamcı ögelerin ağır basmaya devam ettiği görülmektedir.
1990’lı yılların ikinci yarısında Refah Partisi’nin hem yerel yönetimlerde yönetime gelmesi hem de hükümette yer alması HAK-İŞ için büyük bir avantaj oluşturmuştur. HAK-İŞ, yöneticilerinin de milletvekili seçildiği, siyasal açıdan desteklediği bir partinin iktidar olmasının tüm nimetlerinden yararlanmaya çalıştı. 1990’lı yılların ikinci yarısındaki laiklik tartışmalarında açıkça Refah Partisi’nin yanında yer aldı, desteğini esirgemedi. Özellikle yerel yönetimlerde Refah Parti’li yönetimlerle, tıpkı Türk-İş gibi, iyi ilişkiler temelinde sorunları çözmeye yönelmesi Hak-İş’in de kendisine yakın iktidarlarla nasıl bir ilişki kuracağını gösteren önemli doneler oldu. 1980’li yılların sonunda “yeşil komünistler” olarak nitelendirilen Hak-İş, şimdi düşüncesini iktidarda temsil eden parti ile tıpkı Türk-İş gibi korporatist ilişkiler kurmaktadır. Bir bakıma, Hak-İş, bu Kongre ile “Türkişleşme” sürecini tamamlamıştır. Çünkü, korporatist ilişkilerde kendisini muhatap alacak, yakın durduğu, destek olacağı bir parti iktidardadır. Hak-İş’in 5-7 Aralık 2003 tarihleri arasında yapılan 10. Genel Kurul’u AKP’ye açıkça destek, işçi sınıfına ihanet kongresidir. Bu kongre takkenin düştüğü, kelin göründüğü, maskelerin indirildiği bir kongredir. En büyük önemi de buradan gelmektedir. Çalışma Raporunda Kıbrıs sorunundan Avrupa Birliği’ne kadar çok şeye yer veren Hak-İş, AKP iktidarının bir yıkım ve yağma yasası olarak çıkardığı İş Kanunu’na yönelik esaslı bir eleştiri getirmekten kaçınmış, zevahiri kurtarmak için, usulen yasanın kimi olumsuz yanlarına birkaç cümle ile değinmekle yetinmiştir. Hak-İş de bu Kongrede, tıpkı Türk-İş kongrelerinde olduğu gibi, göz boyacı bazı temennilerde bulunmuş, ancak taleplerin yerine getirilmemesi halinde mücadele yerine, sosyal diyalog içinde, uzlaşmacı bir sendikacılık ile sorunları aşmaya çalışacaklarını belirtmiştir.
Bir dönem bitmiş, yeni bir dönem başlamıştır. Başlangıçta çok açık olarak islamcı bir düzenin kurulması üzerine temellenmiş olan Hak-İş artık Türkiye ile bütünleştiğini düşündüğü için bu Kongrede bir yenilik olarak da isminin başına Türkiye koyma kararı almıştır. Kuşkusuz bu basit bir karar olmayıp, Hak-İş’in değişim ve dönüşüm sürecinde ulaştığı bir evredir. 12 Eylülcülerin uzak görülülüğü bir kez daha kanıtlanmıştır. İslamcı sendikacılık rejim düşmanı değildir, tam tersine sermayenin has çocuğudur. O nedenle evrilmesi için zaman tanımak gerekir. Yaşama teorik bakıldığında, Erbakan’ı islamcılıktan içeri atıp, siyasetten uzaklaştırmaya çalışanların, 1
2 Eylül’den 1 yıl sonra Hak-İş’in faaliyetlerini niye serbest bıraktığı daha iyi anlaşılmış olacaktır. Ancak, Hak-İş vefasız çıkmıştır, netekim, bu Genel Kurul’a yakışacak en önemli davetli, Hak-İş’in asıl kurucusu olan, Kenan Evren’ken, unutulmuştur.
Türk-İş’in ve Hak-İş’in son Kongreleri, emek gücünün yağmasında sınır tanımayan yasaların çıktığı, uygulamaların yaşandığı bir dönemde yapılmış olmasına rağmen, bütün bunlardan bihaber gibi davranılan birer teslimiyet ve ihanet kongreleri olmuştur. Bu kongreler sınıftan kaçışın ilan edildiği kongreler olarak tarihteki yerini almıştır. Şimdi Marx’ın söylediklerini anımsamak yetmiyor. Bu ihanet çemberinde bunlara bir de Lenin’in o ünlü sorusunu eklemek gerekiyor: “Ne yapmalı?”. Bu sorunun yanıtının verilebileceği bir yeni alan olarak DİSK’in kongresi beklemek gerekmektedir. Türk-İş ve Hak-İş’in sınıftan kaçtığı bu dönemde DİSK sınıfa yönelebilirse bir büyük umuda dönüşebilecek, eski görkemli günlerine kavuşarak işçi sınıfına güven verebilecektir. Şimdi “Ne yapmalı” sorusuna DİSK’te yanıt aramanın zamanıdır, büyük bir inatla…